Jump to content

panteidar

Members
  • İçerik sayısı

    464
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    16

Everything posted by panteidar

  1. Laikliğin de azı-çoğu olur, demokrasinin de, faşizmin de, teokrasinin de. Aksini iddia etmek, herşeye ak ve kara bakmak, aradaki tonları görmemek demektir. En gelişmiş demokrasilerde bile tam demokrasi yoktur. Bu böyle diye o ülkeleri dikta olarak nitelendiremeyiz. Türkiye'de din, devlet işlerinden ayrıdır. Diyanetin olmasının sebebi; devlet işlerine dini karıştırmak değildir. Tersine din hizmetlerini devlet kontrolü dışına bırakıp dincileri palazlandırmamaktır. Nitekim Diyanetten en çok rahatsız olanlar, laikliğe karşı olanlardır. Diyanetin olumsuz tarafları da elbette vardır. Ama Diyanet olmasaydı din hizmetleri cemaatlerin, şeriatçilerin elinde olacak ve toplumu köktendinciliğe sürükleyeceklerdi. Örneğin camilerde okunan hutbeler Diyanet tarafından hazırlanır. Cemaatlere kalsa o hutbelerde sürekli şeriat propagandası yapılırdı. Diyanet var diye laikliği yok saymak yanlıştır. Sekuler dediğin ABD'nin parasında "In god we trust" yazar, yani "tanrıya güveniyoruz" der. Diyaneti kuranlar; saltanatı ve Hilafeti yıkanlardır zaten. Diyanet konusu ayrı bir tartışma konusudur. 1950 öncesi Diyanet'in eleştirilecek yanı yoktur. Sonrasında Aleviler üzerinde sünni İslam hükümranlığı ve asimilasyon amacı hasıl olmuştur. Ayrıca dinsiz ya da deist hükümet de ne oluyor? Laiklik için böyle bir şart mı var? Bu soruyla amacın TC'de hükümete hep müslümanların-teistlerin geldiğini vurgulamak ise; Abdullah Gül seçilirken "İlk kez bir müslüman cumhurbaşkanımız oldu" diyenleri hatırlatırım.
  2. Freand, önceki mesajını da okudum. Sadece İslam değil, kitaplarında yazılanlardan ve geçmişteki uygulamalarından yola çıkıp değerlendirirsen Musevilik ve Hristiyanlık da siyasidir. İster müslümana, ister Hristiyana, ister Musevi'ye sorulsun; hepsi kendi dinlerinin egemen olmasını ister ve bunun birgün gerçekleşeceğine inanır. Tevrat'ta Kur'an'dan çok daha fazla teokratik emirler vardır. İncil, onlar kadar olmasa bile sonuçta benzer amaç içindedir. Dolayısıyla bu durumda kitaplarını baz aldığımızda sadece müslüman değil, Hristiyan ve Musevi de laik olamaz. Ancak mesele kitaplarındaki aslolan emirler ve dinlerinin amacı değildir. Başlangıçta yazılanlar nasıl siyasi ise, siyasi egemenlik amacı ile yazılmışlarsa; sonrasında ve bugün yapılan yorumlar da siyasidir. Dün güçlü olup kasıp kavuranlar, bugün dinlerini ayakta tutabilmek için farklı yorumlar getirerek döneme ayak uydurmaya çalışmaktadırlar. Sadece köktendinci olarak nitelenen gruplar, yeni yorumları kabullenmeyip ilk dönem zihniyetini sürdürmekteler. Şimdi böyle bir durumda müslümanım diyen ama laiklikten, demokrasiden, çağdaşlıktan yana olan insanlara "Hayır, bu düşüncelerle sen müslüman olamazsın" demek; onu köktendinciliğin kucağına atmak gibi değerlendirilebilir. Diğer taraftan bu tür müslümanlardan bir kısmını bu yolla iman zincirlerinden kurtarma ve dinlerin saçmalığını ortaya koyma amacı da düşünülebilir. Bu ikisinden birinin tercihi teistin niteliğine ve teiste telkinde bulunanın niyetine göre değişkenlik kazanır. Genele aynı yaklaşımda bulunmak bence hatadır, pragmatik düşünmek gerekir.
  3. Olur olur, bal gibi olur. İslam, müslüman olmanın 5 şartını belirlemiş. Kelime-i şahadet, namaz, oruç, zekat, hac. Bu şartları bile doğru dürüst yerine getirmeyen müslüman oluyor da, laik olan mı olmayacak? Bunu diyen Şii olsa hak verilir belki. Çünkü şiilerde islam'ın şartı 10'dur ve içinde cihat etmek de vardır. Cihat, laiklikle bağdaşmaz. Ama sünni İslam'da laiklik müslümanlığa kesinlikle engel değildir. Laiklik engelse; demokrasi de engeldir, medeni kanun da engeldir, miras kanunu da engeldir, insan hakları da engeldir.
  4. Zamanda yolculuk bilimsel değildir. Hayal ürünüdür, kurgudur, kesinlikle mümkün değildir. Ne geçmişe geri dönmek ne de gelecekte yaşanacak bir olayı şimdi görebilmek olanaksızdır.
  5. Yazdıklarımdan bu sonucu çıkardın ya bravo sana Evrensel-insan. Ne demek "laiklik hiçbir zaman uygulanmadı"?! Bir İslam ülkesi ile Türkiye bir mi? Laiklik tam olarak uygulanmamış olsa da, büyük ölçüde uygulanmıştır, uygulanmaktadır. 1950'lerden bu yana laikliğe ters uygulamalar olmasaydı, herhalde daha laik bir devlete sahip olurduk.
  6. 1923-1937 arası laikliğe geçiş dönemidir. Anayasasında "İslam devleti" yazan bir ülke, uygulamada bir din devleti olmasa da yarı teokratik bir devlet sayılır. Ama 1924'den itibaren giderek teokratik niteliğini minimuma indirecek derecede laikleşmiştir. Örneğin 1937'li yıllarda din işlerinin devlet işlerine karıştırıldığı bir politikadan bahsedilemez, tabi diyanet'in varlığı dışında. Laikliğe aykırılık; bir icraat hakkında ulemanın fikrini almaktır. Bir devlet işini dine ters olduğu sebebiyle uygulamamaktır. Bir dini, bir mezhebi diğer din ve mezhepler üzerinde baskıcı kılmak ya da kılmaya çalışmaktır. Diğer din ve mezhepleri asimileye teşebbüs etmektir. Tarikat, cemaat önderleri üzerinden oy sağlamaya çalışmak ve onlara taviz vermektir. Bu tür örneklerin 1950'den itibaren giderek arttığını görürüz.
  7. Evet, konuyu açmadaki asıl amacım buydu. Hani "Aleme verir talkını, kendi yutar salkımı" diye bir söz vardı. Buradaki talkın sözcüğü telkin anlamındadır. Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan suçlu AKP'nin genel başkanı, Araplara telkinde bulunurken içerde adım adım geri dönüşü sürdürüyor görüntüsü vermekte. İslamcı Araplar da bunu bildiği için RTE'nin sözlerini şaşkınlıkla karşıladılar tabi.
  8. Saltanatın ve Hilafet'in kaldırılmasının laiklikle ilgisi yoktur. Sadece (Hilafetin kaldırılması) laiklik yolunda atılmış bir adım olarak görülebilir. Aynı şekilde 1928'de anayasadan "Devletin dini İslamdır" ibaresinin ve milletvekili yemininden "vallahi" sözcüğünün çıkarılması da bir adımdır. Hutbelerin ve ezanın Türkçe okunması da. Laikliğin resmi kabulü ve anayasada yer alışı 1937 tarihindedir. Bu tarihten itibaren Diyanetin din hizmetleri dışında kesin olarak devlet işleri dinden ayrı tutulmuştur. Laiklik adına birşey yapılmaz. Laikliğe ters uygulamalardan kaçınılır. Dolayısıyla o dönemin hükümetinin laikliğe ters uygulaması olup olmadığına bakmak gerekir. Örneğin dönemin hükümeti dine dayalı bir karar almış mıdır, dini söylemlerde bulunmuş mudur, bir dini akıma ayrıcalıklı davranmış mıdır gibi.. 1937 tarihinden sonra, laikliğe aykırı bir icraat varsa; tartışılması gereken budur.
  9. Başbakan Erdoğan Mısır gezisi kapsamında bir televizyon programına konuk oldu. Erdoğan programda "Laiklikten korkmayın", "laiklik kesinlikle ateizm değildir" dedi. Vatan gazetesinin aktarımına göre Erdoğan şu şekilde konuştu: "Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır." Erdoğan bu ikna çabasını şu şekilde sürdürdü: "Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir." Laiklik Ateizm Değildir ----- Mısır halkını bilemem ama belki bu açıklamadan sonra bizdeki laiklik karşıtlarının laikliğe bakışı değişir.
  10. Sevgili Yargan kam; Resim eklenebiliyor, bir problem yok. Örneğin ben Hızlı Resim Yükle 'yi kullanıyorum. Gözat'a basıp bilgisayarımdan istediğim resmi seçtikten sonra yükle'ye tıklayınca linkler çıkıyor. Bu linklerden forum-3 olanını kopyalıyorum ve direk mesajıma yapıştırıyorum. Yani mesaj editör panelindeki resim ekle'yi kullanmaya gerek yok. Onu kullanınca resmi vermiyor.
  11. Nurcu değil ama nurculara, Said Nursi'ye yalakalık yapmış. Öyle devrimci olmaz olsun. Bunlara virüs gibi liboşluk bulaşmış. Devrimci, faşistlere tavizsiz olduğu kadar gericilere de tavizsiz olmalıdır. Mahir'ler, Deniz'ler kesinlikle bu konularda boyun eğmediler, yalakalık yapmadılar. Hiçbir devrimci lider dincileri övmedi, onlara taviz vermedi. Ne Marx-Engels, ne Lenin-Stalin, ne Mao, ne Fidel-Che asla gerici söylemlerde bulunmadılar. Oligarşi elbette birgün yıkılacak. Ama bu liboşluk, fetoşluk virüsü bulaşmış olanlarla değil. Fizik yasalarına gelince; onları değiştirmek devrimcilerin işi değil. Doğada değişmeyen tek şey, doğanın yasalarıdır. Ancak doğanın yasalarını bilim insanları yanlış algılamış ve yanlış ortaya koymuşlarsa onu değiştirecek olanlar yine bilim insanlarıdır.
  12. Bunlar aklımdaki bilgiler. Ama Vikipedi'den hicri takvim'le ilgili bilgi alınabilir.
  13. Orucun süresi 30 gün değildir, Ramazan ayı boyuncadır. Ramazan ayı ise kimi zaman 29 gün çeker. Şöyle ki: İslamda Hicri takvim kullanıldığı için ayın hilal hali esas alınır. Ayın dünya etrafında dönüşü 29,5 gün sürer. Dolayısıyla hicri takvime göre 1 yıl: 12x29.5= 354 gündür. O yüzden Araplarda bir ay 29, diğer ay 30 gün çeker. Araplarda bir ayın başlangıcı hilalledir. Ay, yeniden hilal haline geldiğinde sonraki ay başlar. O yüzden Ramazan ayının sonunda hilal göründüğünde ertesi günü bayram ilan edilir. Nitekim bazı yıllarda Suudiler "Hilal göründü" diyerek ertesi günü bayram yaparken bizde oruç tutulmaya devam edilmiştir. Şimdilerde İslam ülkelerinin çoğu ortak hareket ediyor ve aynı güne denk getiriyorlar.
  14. Arap takvimi böyle dönüp durdukça daha çok özel günlere rastgeldiğine tanık oluruz. Neyse 10 Kasım'da Kurban Bayramı teğet geçiyor. 9 Kasım bayramın son günü. Yoksa birileri "Bak Allah'ın hikmetine, 10 kasım'da millete bayram yaptırıyor" diyecekti. Her iki bayram da kutlu olsun...
  15. Bence de asıl faktör bu. Bilgisayar ve internet, kitap okumaya büyük bir darbe vurdu ama dini kitaplar diğerlerinden çok daha fazla satılıyor ve okunuyorsa bunun nedeni meydanın kapitalistlere ve onların destek verdiği dincilere kalmış olmasındandır. Türkiye'de 12 Eylül öncesinde sol ve bilimsel yayınlar diğerlerine fark atarken, 12 Eylül'den sonra palazlanan ve Doğu Bloğunun yıkılmasından sonra meydanı boş bulan dincilerin yayınları diğerlerini sildi süpürdü. Ondan öncesinde öyle ki bazı kitapları okumamış olmak büyük eksiklik olarak görülürdü. Gençleri okumaya teşvik eden de buydu. Sahafların ve kitapçıların haricinde bir çok semtte açık kitap sergileri vardı ve 2. el kitap değişimiyle okuma imkanı daha kolaylaşmıştı. Şimdi hem bu tür teşviklerin olmaması hem de kitap fiyatlarının can yakıcı olması kitaba ilgiyi azalttı. 12 Eylül'ün yetiştirdiği kitap okumayan ya da boş kitaplar okuyan apolitik gençlikten sonra şimdi de kitap yerine bilgisayar oyunlarına zaman ayıran gençlik oluştu. Artık gençler arasında bazı kitapları okumamış olmak değil, bazı oyunları oynamamış olmak büyük eksiklik olarak görülüyor.
  16. Demokratik devrim konusunu sonra ele alırız. Ondan önce Mihri belli'nin 2. Dünya Savaşı sırasında Yunan iç Savaşında Kapetan Kemal yani Kumandan Kemal adıyla görev almasına değinelim. Yalçın Doğan bugün Hürriyet'te yazmış: Yunanlı tamircinin sorusu ÇOK taze, daha bir kaç hafta önce yaşanmış bir olay. Yunan adalarında tura çıkan bir Türk teknesi Girit’te bozuluyor. Motorda arıza var. Tekneye Yunanlı bir usta geliyor. 70’ni aşmış görünen, ama dinç kalmış bir usta. Motoru onarıyor, teknedekilerin Türk olduğunu görünce, onlara soruyor: “Siz Kapetano Kemal’i tanır mısınız?” Teknedekiler şaşkın, motor ustası Mihri Belli’yi soruyor. “Elbette tanırız, Mihri Belli” deyince, inanmak zor ama, Yunanlı usta devam ediyor: “Ben onunla bizim dağlarda savaştım, benim komutanım oldu, iyi komutandır, iyi de militandır ha...” Mihri Belli’nin ruhu bir kez daha şad olsun. Kapetan Kemal'i Mihri belli'nin söyleşisinden okuyalım: Yunan İç Savaşı’na gerillaların yanında katılmanız nasıl gerçekleşti biraz anlatabilir misiniz? 1944′te İleri Gençlik Birliği davasından hapse düştüm. O zaman İstanbul İktisat Fakültesi’nde meşhur hoca Neumark’ın asistanıydım. Nurosmaniye Camii’nin iki minaresi arasına ‘Saraçoğlu faşisttir’ yazılı mahya (pankart) asmıştık. Beraber olduğumuz arkadaş Tahsin Berkem düşerek yaralandı. Polis kan izini sürerek bizi buldu. Bizi İleri Gençlik Birliği Davası’na soktular… 9 ay o zaman 1. Şube’nin bulunduğu Sansaryan Han’da gözaltında tecritte kaldım. Sonra Harbiye Cezaevi’nde 2 yıl… Çıkışta sürgüne gidecektim ama Amerika’dan kaptan arkadaşım Tom Criton gemisiyle İstanbul’a gelmişti. ‘Paris’e gidiyorum’ diye laf çıkarıp, onun gemisi ile Marsilya’ya sonra da Paris’e kaçtım. Paris’te Yunan Komünist Partisi’nden arkadaşlar Türkçe gazete çıkarabilecek birini arıyorlardı. Bana teklif ettiler, kabul ettim. Türkiye’de tutuklamalar başlamıştı zaten. Yurda dönüp, aktif bir görev yapabilme olanağımız yoktu. Sofatya üzerinden Batı Trakya yani Rodop dağlarına ulaştık. Savaşta beni grup kumandanı yaptılar, grubun adını da Osmanlı taburu koydular. Yunanca’da ‘Kapetan’, kaptan değil kumandan anlamına gelir. O zamanlar henüz İspanyolca’dan gelen gerilla sözcüğü yoktu. Gerillalara ‘andart’, gerilla şeflerine de ‘kapetan’ denirdi. Neler yaptığımızı uzun uzun ‘Gerilla Anıları-Rigas’ın Dediği’ adlı kitabımda anlattım. Yunanistan’daki bu ordu aslında Hitler Almanya’sının işgaline karşı oluşmuştu. Zaferden sonra Yunanistan İngilizlere kaldı ve İngilizler ‘Andartlar komünist’ diyerek Alman işbirlikçiliği yapıp faşistlere silah dağıtanlardan oluşan bir nizami ordu kurdular. Bu ordu evlerine dönmüş olan direnişçileri tek tek evlerinde avlamaya başladı. 1 Mayıs mitinginde de bir provokasyonla yüzlerce insan öldürülünce parti dağa çıkma kararı aldı. Tüm Yunanistan’da kırsal bölgeler ve dağlar tamamıyla bizim elimizdeydi. Gümülcine’ye, İskeçe’ye girip çıkabiliyorduk. Kaptan Kemal ismini almanızın özel bir nedeni var mı? Bu adı Kuzey Bölgesi siyasi kumandanı Lambros koydu. ‘Burada Türkler, Pomaklar Kemal adını severler, adın Kemal olsun’ dedi. Mustafa Kemal’i kastediyordu. Belgesel için Yunanistan’a geri dönüp savaştığınız yerleri ve o dönemdeki arkadaşlarınızı gördüğünüzde neler hissetiniz? Hayatta olanlardan bazılarını gördük. Eski günleri yadettik. Gerillaya yardım eden afacan çocuklar vardı, şimdi 70′lik olmuşlar… O yıllarda durup düşünecek, hatta uyuyacak vaktimizin olmadığını, dağların güzelliğini seyretmeye fırsat bulamadığımızı düşündüm. O 2 yıl boyunca sanırım 2 saatten daha uzun bir uyku hiç uyumamıştım. O iki yılda ayak yıkamak dışında hiç bot çıkarmadım.
  17. İsmail Bilen TKP'nin başına geçtiğinde -1973- Mihri Belli çoktan TKP ile yollarını ayırmış, MDD çizgisinde mücadeleye geçmiş, 75'te de TEP'İ kurmuştu. Mihri Belli'nin TKP dönemi 50'li yıllardadır. O yıllarda Laz İsmail ile muhakkak ilişkisi olmuştur ama bu konuda birşey bilmiyorum.
  18. Çok ağır, çok insafsız eleştiriler bunlar ve genelleme yapılması yanlış.
  19. Mihri Belli'nin Siyasi çizgisi TİP'e muhalifti. Behice Boran'la ve TİP'le ilişkileri 1966-1968 dönemine rastlar. TİP'e muhaliftirler ve devrimci mücadelede TİP'i pasif ve revizyonist olmakla eleştirirler. Bilhassa "Demokratik devrim" konusunda ayrışırlar. TİP, parlamenter sistemle sosyalizme geçmeyi savunmaktadır ki demokratik devrimcilerin gücü karşısında giderek mevzilerini kaybeder ve sonunda parçalanır. Bir radyo programında Behice Boran, İlhan Selçuk ve Mihri Belli'nin katıldığı açık oturumda aralarında şiddetli tartışma çıkar. Programdan sonra Behice Boran'ın "İlhan Selçuk ihtilal yoluyla sosyalizme geçişi savunuyor" demesi ihbar sayılarak İlhan Selçuk hapse atılır. Mihri Belli bu nedenle Behice Boran'ı ihbarcılıkla suçlar ve bundan sonra aralarındaki bağlar kopar.
  20. Türkiye devrimci hareketinin en ulu çınarlarından Mihri Belli 96 yaşında yaşama veda etti. Belli, 1915 yılında Silivri'de dünyaya geldi. Babası, Kurtuluş Savaşı yıllarında Trakya'da direnişi yönetenlerden Urfalı Mahmut Hayrettin Bey'dir. Belli, 1936'da okumaya gittiği ABD'de marksist düşünceyle tanıştı ve devrimci mücadeleye katıldı. 1937-1938 yıllarında Missisippi'de zenci yarıcılar arasında siyasi faaliyet yürüttü. 1939-1940 yıllarında iktisat yüksek lisansı yaptığı Missouri Üniversitesi'nde, ABD'li komünistlerle birlikte mücadele etti. 1940'ta Türkiye'ye döndü. Yeraltında faaliyet yürüten Türkiye Komünist Partisi'yle temas kurarak parti saflarında faaliyet göstermeye başladı. 1942'de partinin merkez komitesine seçildi. 1943-1944'te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde İlerici Gençler Birliği'nin kurucu ve örgütleyicilerinden biri oldu, ardından birliğe yönelik kovuşturmada tutuklandı, iki yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1946'da yurt dışına çıktı. Yunanistan'a giderek, iç savaşta komünistlerin safında gerilla olarak yer aldı. Demokratik ordu saflarında tabur komutanlığına kadar yükseldi. Çatışmalarda iki kez yaralandı. Bulgaristan ve Sovyetler Birliği'nde tedavi gördü. 1950'de Türkiye'ye pasaportsuz girmekten ve tabanca bulundurmaktan tutuklandı ve kısa süre hapis yattı. Bir sene sonra ise, ünlü 1951 Tevkifatı'nda tekrar tutuklandı, 7 yıl hapis ve iki yıl dört ay mecburi ikamet cezasına mahkum edildi. 1960'ların görece rahat ortamında Yön dergisine kendi ismiyle yazılar yazdı. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi adlı organların yayınlanmasına yardımcı oldu. Bu dönemde de konuşma ve yazılarından dolayı iki kez tutuklandı, aylarca hapis yattı. Mihri Belli bu dönemde Milli Demokratik Devrim (mdd) tezlerinin geliştirilmesinde en fazla katkıda bulunan kişilerden biri oldu. 12 Mart darbesinin ardından yakalanmamak için yurt dışına çıktı. bir süre Filistin Kurtuluş Örgütü'nün konuğu oldu. Tutuklandı ve Şam askeri cezaevinde 100 gün yattı. Ardından Türkiye’ye giriş yaptı, fakat birkaç ay sonra tekrar yurtdışına çıkma zorunluluğu duyarak Batı Avrupa’ya geçti. Ardından Türkiye'ye döndü. 1974'te çıkan af yasasının ardından arkadaşlarıyla birlikte 1975'te Türkiye Emekçi Partisi'ni (TEP) kurdu. 1979'da kendisini hedef alan suikast girişiminden ağır yaralı olarak kurtuldu. 1980'de TEP, program ve tüzüğünde Kürtler'e eşit haklar verilmesini savunduğu için Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. 12 Eylül darbesinden sonra, 1981 sonlarına doğru tekrar yurt dışına çıktı. Bir süre Ortadoğu'da kaldı. Oradan İsveç'e geçti. 1992'de Türkiye'ye döndü. 1996'da Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucularından oldu. Ancak sonradan Belli'nin de içinde bulunduğu Sosyalist Eylem Platformu grubu, 2002'de Sosyalist Demokrasi Partisi'nin (SDP) kuruluşuna katıldı. 2008'de SDP'den ayrılarak, Sosyalist Parti'nin kuruluşunda bulundu. 16 Agustos 2011 tarihinde (bugün) solunum yetmezliğinden İstanbul Göztepe’deki evinde yaşamını yitirdi.
  21. Bu yazıda ele alınacak 2 konu var. Birincisi dinler olmadan insanların normal bir yaşam sürdürüp sürdüremeyecekleridir. Dinlerin yalan olduğunu düşünenlerin, buna rağmen bilimin, bilimsel uygullamaların yetersiz kalacağı düşüncesiyle dinleri yaşatmaya çalışmak istemeleri doğru mudur? İkincisi liboşların çeşitli sebeplerle yobazları desteklemesi, dincilerle ittifak içinde olmasıdır. Bu noktada liboş-liberal ayrımı önemli. Gerçek liberaller kastedilmiyor. Liberal geçinen ama aslında öyle olmayan, ya eski dönek solculardan oluşan ya da çıkarları, işbirlikçiliği gereği böyle siyaset edinmiş güruhtan söz ediliyor ki Celal Şengör de bu farkı özellikle vurgulamış. Örneğin, bu liboşlar çıkıp devrimleri yererken, gerici-yobaz, hilafetçi, cumhuriyet, demokrasi ve laiklik düşmanı Said Nursi'yi övebiliyor. Üstelik geneli ateist olmasına rağmen.
  22. Prof.Dr. Celal Şengör Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisindeki yazısına bu başlığı vermiş: Günümüz dünyasındaki en büyük tehlike: Yobaz-Liboş Ortaklığı. Yazısında yazar Sam Harris'in yeni kitabına atıfta bulunuyor. Özetle şöyle yazmış Şengör: Sam Harris’in bir önceki kitabı «The End of Faith» (İmanın Sonu), modern dünyada din inancına artık yer olmaması gerektiğini anlatan pek enfes bir din eleştirisiydi ve New York Times gazetesinin en çok satanlar listesine gelip yerleşti. Yeni kitabı ise “The Moral Landscape” (Ahlaki Peyzaj. Harris, bu kitabında çok yaygın ve yanlış bir inancı ele alıyor. İnsan değerlerini bilimin tayin edemeyeceği ve dolayısıyla dinlere gerek olduğu' inancı. Bu yanlışın günümüzde iki temel kaynaktan beslendiğini belgeleyen Harris'e göre; bu kaynaklardan biri tüm dünyada çok faal olan yobaz teşkilâtları, diğeri ise postmodernizmin zırvalarına kendini kaptırmış sözde solcu liberaller. Şengör diyor ki: "Bizim memlekette onlar için pek hoş bir lâkap üretildi; ben de diğer aklı başında liberallerle karıştırılmamaları için burada onu kullanacağım: Liboşlar." Harris'e göre dinleri ayakta tutan bu yanlış inançtır. Genelde İbrahimi 3 dinin yobazlarının ortak tavrı: Kutsal kitapların sözlerini kelimesi kelimesine almak, çeşitliliğe karşı hoşgörüsüzlük, bilime karşı duyulan güvensizlik, insanların ve hayvanların acılarının gerçek nedenlerine karşı kayıtsızlıktır. Liboşlar ise ahlaki sorunlar karşısında verilebilecek hiçbir nesnel cevabın olmadığını sanıyor. Çokkültürlülük, ahlaki görecelilik, politik olarak «doğru şeylere» inanmak (political correctness), hatta hoşgörüsüzlüğe bile hoşgörü göstermek… Bunlar da liboş solda gerçeklerle değerleri ayıran şeyler Harris’e göre. Yobaz-liboş ortaklığı, son on yılda mesela ABD’de kök hücre araştırmalarının yasaklanmasına, kürtaj konusundaki kararsızlıklara neden olmuştur ve bazı eyaletlerde dine karşı söz söylemeyi suç haline getirecek yasaların (anti-blasphemy laws) çıkması için çalışmaktadır. Harris, insanlığın bu tür zırvalıklara boyun eğmekten artık uyanarak bilimsel olarak ölçülmeleri mümkün olan özelliklere yani insan bireyinin sağlığına ve kendini iyi hissetmesine dayalı aklı başında bilimsel bir değerler sistemini geliştirmesi zamanının geldiğini söylüyor. Ülkemizde ise bu liboş-yobaz ortaklığı akıl ve bilim temelli eğitim sistemimizin çatır çatır çökertilmesine ve toplumun giderek daha çok dindarlaşmasına zemin sağlıyor. Şengör hocaya ilaveten bu ortaklığın laikliği ve çağdaş uygarlığı savunan aydınları statükocu, "laiklik dinsizliktir" diye bayrak açmış yobazları ise aydın olarak sunduğunu belirtelim.
  23. BDP'nin sol-devrimci aday olarak sunduğu 2 isimden Ertuğrul Kürkçü'nün "Seçimin galibi Öcalan'dır" yalakalığından sonra solcu-devrimciliği değil Kürtçü liboşluğu sergileyeceği belli olmuştu. Onu da Ufuk Uras gibi kullanıp bir dahaki dönem bir kenara atacakları şüphesiz. Bu defa 2. isim olan Sırrı Süreya Önder hayal kırıklığı yarattı ve böylece 2 isim de fos çıkmış oldu. Önder, Zaman gazetesine verdiği ropörtajda 13 yaşından beri Risale-i Nur okuduğunu, Risale-i Nur Külliyatını kitaplığının en üstünde tuttuğunu ifade ediyor. Bununla da kalmıyor ve Said Nursi'ye "Bediüzzaman" diye hitap ederek onu hayatının çok önemli bir yerine koyduğunu ve Kürt sorununun çözümünde öncü aydın olarak kabul edilebileceğini söylüyor. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/onder-bediuzzaman-bir-oncu-olarak-kabul-edilebilir-haberi-45251 BDP'nin solcuları da bu kadar olur işte.
  24. Bunlar hemen her dönem meydana gelen münferit hareketler bence. Organize değil ve iktidardan kaynaklanmıyor. Tersine İslamcıların muhalefette olduğu dönemlerde bu tür olaylara-eylemlere daha fazla rastlanırdı. Çünkü gerici odaklardan kışkırtma vardı. Şimdi ise daha çok "iktidara laf gelmesin" özeni var. Mahalle baskısı ise inkar edilemez bir gerçek. Bilinçli-kasıtlı olanı var, dolaylı ve psikolojik olanı var. Çoğu işyerinde yemek çıkmaması, bilhassa Anadolu'da lokantaların gündüz kapalı olması ve "Neden oruç tutmuyorsun?" vb. sorular direk baskılar. Ramazanı, orucu konu yapmak vs. ise dolaylı baskılar. Bu baskıların psikolojik etkisinden dolayı birçok insan kendi kendine baskı uyguluyor ve oruç tutmadığını gizlemek zorunda kalıyor.
  25. Ergenekon dalgalarının başladığı ilk günlerden bu yana sürekli yazdık. Derin devlet-kontrgerilla-Gladio vb. adlarla bildiğimiz yapılanmaya yönelik bir temizleme harekatı olmadığını, tamamen muhalifleri sindirme ve tasfiye tezgahı olduğunu belirttik. Tertiplerle hazırlanan senaryolar sayesinde gazeteciler, aydınlar, siyasiler tutuklandı ve yıllardır içerde tutuluyor. Bugüne kadar hiçbiri aleyhinde somut bir delil ortaya konamadı. Yeraltından silahlar çıkarıldı ve kamuoyu bunlarla aldatıldı. Ama o silahların polisler tarafından gömüldüğü video ile kanıtlandı. Teğmenin cep telefonuna sahte veriler yükleyip suçladılar. Ortaya çıkınca "sehven" dediler. İşçi Partisine faxla yollanan döküman nedeniyle partilileri tutukladılar. Odatv'ye maille gönderilen dosya yüzünden Soner Yalçın ve arkadaşlarını hapse attılar. Çakma Ergenekon'u ilk başlattıkları konu Ümraniye'de bulunan el bombalarıydı. Bugün o bomba davası Ergenekon'la ilgisi olmadığı gerekçesiyle davadan ayırıldı. Bunlar ilk aklımıza gelenler. Bunlar gibi Ergenekon tertiplerinin karanlık ellerce hazırlanmış bir tezgah olduğuna dair onlarca kanıt var. Cd'ler, yazılar, imzalar hep sahte çıktı. Kala kala elde bir tek İnternet andıcı kaldı ki o da hükümetle mücadele amaçlı web siteleri kurmakla ilgili. Tüm bunlara rağmen hala utanmazca bu tezgahı savunanlar var. Ve çakma Ergenekon'u çökertecek asıl bomba bugün patladı. Silivri'deki duruşmada Cumhuriyet Gazetesine atılan bombalarla ilgili sanık Bedirhan Şinal itirafta bulundu ve bombayı kendisine polislerin verdiğini söyledi. FLAŞ! Elbette bu itiraf da daha önceki tezgahı ortaya çıkaran kanıtlar gibi unutturulup gidilecek. Yeraltından çıkarılan silahlar gibi kamuoyunda etki yarattırmayacaklar. Medyada manşet olmayacak, günlerce tv'lerde tartışılmayacak. Başbakan ve hükümet üyeleri bu konuda görüş belirtmeyecekler. Yani, kamuoyu aldatılmaya devam edilecek. Ama tezgahçıların, tertipçilerin elleri biraz daha zayıfladı. Onları destekleyen yandaş kalemşörlerin önleri biraz daha tıkandı. Onurlarıyla istifa edenleri bile darbecilikle suçlayacak kadar alçalanlar ve manşetlerinde "Daha karpuz kesecektik" diye aşağılamaya kalkışanlar bir darbe daha aldı.
×
×
  • Create New...