
panteidar
Members-
İçerik sayısı
464 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
16
İçerik türü
Profiller
Forums
Store
Makaleler
Everything posted by panteidar
-
Bilgiler bana ait değil tabi ama yazının derlemesi benden. Teşekkürler. ** Şimdi Kızılderili Soykırımının kronolojisine geçelim: Parça parça vermeye çalışacağım: Önce Kristof kolomb öncesi Amerika'ya kısaca değinelim: Kolomb öncesi amerika kıtası birkaç uygarlık ve bunun dışında feodal kabileler halinde yaşamakta olan yerlilerden müteşekkildi. Kuzey Amerika yerlileri western filmlerinden ve Teksas-Tommiks gibi kitaplardan aşina olduğumuz Apache, Comanche, Cherokee, Cheyenne, Sioux gibi kabileler olup belli başlı krallık ya da uygarlık kuramamışlardır. Orta ve güney amerika yerlileri ise Kuzey Amerika'ya nispeten daha farklıdır. Buralarda da kabileler, klanlar halinde yaşam olduğu gibi, Olmekler, Toltekler, Zapotekler, Mayalar, Aztekler, İnkalar gibi uygarlıklar, imparatorluklar bulunmaktaydı... kızılderili boy ve kabilelerinin sayısının 500 civarında olduğu tahmin ediliyor. Kızılderili Kabile Listesi Kolomb öncesi Amerika kıtası ve civar adalarda yaşayan kızılderili nüfusunun 140 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1492 : Kristof Kolomb Amerika kıtasına ulaşıyor. Muhtemelen San Salvador bölgesine çıkıyor. Ama o Hint adalarına vardığını sanıyor. Karşılaştığı Kızılderilileri de Hintli sanıyor. 1493 : Yeni kıtanın duyulmasıyla Avrupalılar şimdiki Glenn takımadalarına çıkıyorlar. Ve Kolomb'un askerleri adada yaşayan Taino Kızılderililerini vahşice katlediyorlar. Onbinlerce Kızılderili öldürülüyor. 1498 : Kolomb, İspanya kralına yazdığı mektupta şöyle diyor: “Buradan satılabildiği kadar köle gönderebiliriz.” 1498 – 1523 : Sömürgeciler kıtaya yayılmaya ve önlerine çıkan yerlileri katletmeyi sürdürdüler. Yerlilerin mallarına, ürün stoklarına, hayvanlarına el koyuyor, esir aldıklarını da hamal olarak çalıştırıyorlardı. 1523 : Meksika'ya ayak basan Papaz Motolinia, beyaz adamın yaptığı vahşet için şöyle diyordu: Kızılderililerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. Eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Kızılderililer işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvani bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı. Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Kızılderili kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu. 1539 : Pascual de Andagoya ise 16 yıl sonra şöyle diyordu: Kizilderililer tamamen yok olmak üzereler. Bir haç ile tanrı aşkına verilecek yemek dileniyorlar. Askerler sadece don yağından mum yapmak için bütün lamaları öldürüyorlar. Kızılderililere ekim yapacak hiçbir şey bırakmadılar. Büyükbaş hayvanları kalmadığından ve alamadıklarından dolayı açlıktan ölmeye mahkûmlar. Burada bir ara verelim. Osmanlılar Kızılderili katliamının başlamasından 40 yıl önce İstanbul'u fethetmişlerdi. Şeriatın gereği 3 gün boyunca şehir yağmalanmıştı.1520'lerde ise Kanuni Avrupa'da yeni fetihler peşindeydi. Osmanlı, 1529'da Viyana kapılarına dayandığında, koloniciler Amerika yerlilerinin yarısından çoğunu katletmiş, yüzbinlerce kızılderiliyi öldürmüşlerdi. Barbarlığın kıyaslanması açısından önemli gördüğüm için belirtme gereği duydum. Bu arada Amerika'da yerlilerden ele geçirdikleri tüm bölgelere kendi taktıkları isimleri vermekteydiler. Bugün o isimlerle anılırlar. Ama örneğin Megalo İdeacılar İstanbul'un kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri gibi inatla Konstantinapolis demeyi sürdürürler.
-
Önce son alçaklıktan başlayalım. ABD, El Kaide lideri Usame Bin Ladin'e yaptığı operasyonun adını Geronimo Harekatı koydu. Usame'yi de Geronimo diye kodlandırdı. Usame öldürülünce "Geronimo öldürüldü" diye haberi duyuruldu. Bu haber Kızılderilileri ayağa kaldırdı. Çünkü Geronimo 19. yüzyılda yaşadıkları toprakların sömürgeleştirilmesine ve soylarının kurutulmasına karşı mücadele veren efsane Kızılderili savaşçısıydı. http://i1105.hizliresim.com/2011/5/5/11084.jpg Geronimo 1829'da Arizona'da doğmuş bir Apaçiydi. Öz dilindeki adı Gokhlayeh yani "Esneyen Adam" idi. Yaşadığı bölge İspanyolların ve Meksikalıların saldırıları altındaydı. 1851 yılında evine döndüğünde tüm ailesinin ve köy halkının katledilmiş olduğunu gördü. Meksikalı bir askeri birlik köyü basmış ve büyük bir vahşetle herkesi öldürmüştü. Bu katliam, Geronimo'yu beyazlara karşı kin, nefret ve intikam hisleriyle dolduracak ve ona emperyalistlere karşı mücadele veren son Kızılderili savaşçı ünvanını sağlayacaktı. Geronimo bir Kızılderili şefi değildi. Ve o sıra bir Şamandı, büyücü-şifacıydı. Katliamdan sonra artık dağlar onun meskeniydi. 1852 yılında Geronimo'nun başında olduğu Apaçiler Meksika'ya karşı savaş kararı aldı. Beyazlara karşı düzenlediği eylemlerle kısa zamanda hem Apaçiler içinde hem de beyazlar arasında ün kazandı. Beraberindeki 5000 Apaçi ile dehşet saçıyor, askeri birliklere saldırıyor, eylem üstüne eylem düzenliyordu. Gazeteler yaptığı eylemleri abartıyor, Geronimo adı beyazlar arasında büyük bir korku yaratıyordu. Apaçi şeflerinin tümünün sevgisini kazanmış, Kızılderililer arasında görüşlerine ve gücüne büyük saygı duyulan bir kahraman lider olmuştu. 1870'de yakalanan Geronimo, 3 kez kaçma teşebbüsünde bulunuyor ve 4. seferinde kaçmayı başarıyordu. Uzun süre yakalanamayınca 500 izci ve 3000 Meksikalı asker peşine düştü. 1884'de İzciler sonunda onu buldu ve rezervasyon bölgesine geri götürüldü. Ancak özgür ruhlu Geronimo bir yıl sonra 35 savaşçı, 109 kadın, çocuk ve gençle bu bölgeden de kaçmayı başardı. 10 yıl boyunca peşindeki binlerce izciye ve askere rağmen ele geçirilemedi. Bir keresinde 24 adamı ile 5000 süvariden kaçan Geronimo Dumanlı Dağlar’a sığınmış ve dağları didik, didik arayan süvariler ilginçtir ki Geronimo’nun izine bile rastlayamamıştı. Geronimo’yu yakalayamayan süvariler köylere saldırıp kadın ve çocukları öldürmeye başlamışlardı. Bunu duyan Geronimo sonunda dayanamadı ve halkına zarar gelmemesi için teslim oldu. 1909 yılında bir savaş mahkumu olarak yerleştirildiği Oklahoma’da ölen Geronimo’nun cesedi hâlâ kayıp. Bir gün sonra gömüldüğü yerde bulunamayan Geronimo’nun cesedinin kimsesizler mezarlığına atıldığı, Apaçiler tarafından alınıp kendi dağlarına götürüldüğü ve cesedin ABD tarafından çalındığı yönünde çeşitli efsaneler vardır. 1986’da, San Carlos Apaçi Sözcüsü Ned Anderson’ın içinde Geronimo’nun kafatasının resminin de bulunduğu bir mektup alması, cesedin ABD askerleri tarafından çalındığı kanısını güçlendirmektedir. Apaçi liderlerine ait kimi özel eşyaların da çalındığını söyleyen Anderson, bunun Kızılderilileri küçük düşürmek adına yapıldığını söyleyerek, ABD eski Başkanı George Bush’a Geronimo’nun cesedinin gerekli ritüeller yerine getirilerek gömülmesi için harekete geçilmesini talep eden bir yazı göndermişti. 2009’da Geronimo soyunu temsil eden Ramsey Clark, Geronimo’nun kemiklerinin kabilesine teslim edilmesi için dava açmıştı. Konuyla ilgili talep dilekçesi hâlâ ABD hükümeti tarafından işleme konulmadan bekletilmektedir. Oklahoma bölgesindeki Fort Sill’de sembolik bir mezarı bulunmaktadır. Kızılderili soykırımı yapanlar, aradan geçen bir asırdan fazla zamana rağmen hala ilkel kafalara sahipler. Kızılderililerin efsanevi kahramanlarının adını bir teröriste verme münasebetsizliğinden çekinmeyecek derecede küstahlar. Kızılderili soyundan geriye kalan bir avuç insan şimdi Obama'dan özür bekliyor. Usame'ye liderlerinin isminin verilmesini kendilerine yapılan son alçaklık olarak görüyor ve yaralarının deşildiğini, atalarının kemiklerinin sızlatıldığını belirtiyorlar.
-
İki şık var. Öldü ya da ölmedi. Ölmediyse, bu denli ciddi bir haber karşısında çıkıp ortaya yaşadığını söyler, bir kanıt gösterir. Öldüyse; ya zaten önceden ölmüştür ya da gerçekten yeni ölmüştür. Bu o kadar önemli değil. Önemli olan ölüp ölmediği. Denilebilir ki; "Ölmemiş olabilir ama öldüğü haberi işine geldiği için ortaya çıkmayabilir." Bu durumda da ha ölmüş ha ölmemiş farketmez. Yaşayan ölüden farksız olur. Birkaç yıldır öyleydi zaten.
-
Dünyada kanal yapımlarının tek sebebi vardır: Yolu büyük ölçüde kısaltmak. Panama Kanalı, Süveyş Kanalı, Kiel Kanalı ve diğerlerinin yapım sebebi yol kısaltmadır. Panama Kanalı olmasaydı; Atlantik okyanusundan, Pasifik okyanusuna geçmek için tüm Güney Amerika kıtasını dolaşmak gerekecekti. Süveyş Kanalı olmasaydı; Kızıldenizden Akdeniz'e gitmek için tüm Afrika kıtasının etrafından dolaşmak gerekecekti. Kiel Kanalı olmasaydı; Kuzey Denizinden Baltık Denizine geçmek için tüm Danimarka çevresini dolaşmak gerekecekti. Peki Kanal İstanbul neyi kısaltıyor?
-
Taksim 1 Mayıs alanında bugün en çoşkulu, en görkemli 1 Mayıs kutlaması yapıldı. Öylesine büyük bir katılım vardı ki yürüyüşün sonundaki kortejler meydanın dışında kaldı. Konuşmalarda katılımın 1 milyonu aştığını söylüyorlardı ama 500.000 kesin olmuştur. Alanda tam bir şenlik yaşandı. Hep bir ağızdan söylenen türküler, marşlar, çekilen halaylar, atılan sloganlarla farklı görüşten insanlar aynı amaçta bütünleştiler: Özgürlük! Kutlamalara gölge düşürecek hiçbir olay yaşanmadı. Çünkü alanda halk vardı, işçiler vardı. Devlet yoktu, polis terörü yoktu. Beşiktaş Çarşı diğer taraftarlara fark attı ama Fenerbahche'liler, Trabzonsporlular, Galatasaraylılar da kalabalık katıldılar. Herhalde böyle kalabalık, böyle coşkulu, böyle şenlikli bir miting hiçbir partiye nasip olmaz. Umarız bundan sonraki tüm 1 Mayıs'lar hep böyle türkülü-halaylı kutlanır, halkın üzerine polisi salıp şiddete yol açmazlar.
-
Sosyalleşmeyi ekonomik anlamda ele alırsak, mevcut kapitalist sistem içerisinde dar gelirlilerin, yoksulların durumlarında iyileştirme yapılması demektir. Sosyalizm ise kapitalist sistemi tamamen ortadan kaldırır. Kapitalizmi ortadan kaldırmak yerine sosyalleştirmenin iki yolu var: - Sosyal demokrasi - Sosyal Liberalizm İkisi arasındaki en önemli fark; Sosyal demokrasi de müdahaleciliğin gerekli olduğu ve devletin demir yumruğunun sermayenin tepesinde olması gerektiğidir. Sosyal liberalizm ise müdahaleciliği ve devletin gücünü reddeder. Sosyalizmi de iki başlıkta ele almak gerekir. - Sosyalist diktatörlük - Demokratik sosyalizm Sosyalist diktatörlük, mevcut devletin ve düzenin ihtilalle yıkılarak yerine proleterya diktatörlüğü kurulması ve komünizme geçene kadar bu diktatörlüğün sürdürülmesidir. Bilimsel sosyalizm olarak bilinen bu sistemde özel mülkiyete hiç yer yoktur. Demokratik sosyalizm ise; Barışçıl yol ya da devrimle sermayenin egemenliğine son verilmesi ve parlamenter demokrasinin sürdürülerek sosyalizmin inşaasını esas alır. Bu sistemde sınırlı bir özel mülkiyet ve hür teşebbüs olanağı mevcuttur.
-
1923'te yazılmış ve basılmış ilk Türkçe 1 Mayıs şiiri Aydınlık gazetesinde yayınlanmış. Yazarı ise devrimci bir kadın, Yaşar Nezihe Bükülmez. 1 Mayıs İçin Ey işçi! Bugün hür yaşamak hakkı seninken Patronlar o hakkı senin almışlar elinden. Sa'yınla edersin de "tufeyli"leri zengin, Kalbinde niçin yok ona karşı yine de bir kin? Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkad; Lakin seni fakr etmede günden güne berbad. Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden, Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden. Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün, Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün. Ey işçi! Mayıs birde bu birleşme gününde Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde... Baştan başa işte koca dünya hareketsiz; Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz. Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin Ta'zim ile hürmetle sana başlar eğilsin, Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi. Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi. Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay. Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say. Bir gün bırakınca işi halk şaşkına döndü. Ses kalmadı; her velvele bir mum gibi söndü. Sayende saadetlere mazhar beşeriyet; Sen olmasan etmezdi teali medeniyet. Boynundan esaret bağını parçala, kes, at! Kuvvettedir hak. Hakkını haksızlara anlat... Yaşar Nezihe
-
1 MAYIS‘TA ALANLARDAN BİR KEZ DAHA HÜKÜMETE ve İŞVERENLERE SESLENİYORUZ; İşsizliğin önlenmesini, kıdem tazminatı hakkımızın korunmasını, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma biçimlerinden vazgeçilmesini istiyoruz. İşsizlik Sigortası Fonu‘nun amacı dışında kullanılmasına karşı çıkıyoruz. Sağlık ve sigorta alanındaki mağduriyetlerimizin giderilmesini istiyoruz. Asgari ücretin insan onuruna yakışır olmasını, vergi adaletsizliğinin giderilmesini istiyoruz. İş cinayetlerinin önlenmesini, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin artırılmasını istiyoruz. Taşeronlaşma ve kayıt dışı ekonominin engellenmesini, özelleştirmelerin durdurulmasını istiyoruz. Anti demokratik sendikal yasaların değiştirilmesini, toplu pazarlık ve örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl bir şekilde çözümünü; din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün toplumun tüm kesimlerine hakim kılınmasını istiyoruz. Cezaevlerindeki yaşam koşullarının insan onuruna yakışır bir şekilde iyileştirilmesini, ağır hastaların tahliye edilmesini istiyoruz. Doğal yaşamın korunmasını ve ekolojik çevrenin katline son verilmesini istiyoruz. Kadına yönelik şiddetin engellenmesini, istihdamda kadın emeğine daha çok yer verilmesini istiyoruz. Engellilerin toplumsal yaşama eşit bireyler olarak katılmasının sağlanmasını istiyoruz. ÖSYM tarafından yapılan sınavlarda güvenlik ve adaletin kuşkulara yer bırakmayacak şekilde sağlanmasını istiyoruz. Biz, 1 Mayıs 1977‘nin aydınlatılmasını ve kaybettiklerimizin faillerinin bulunmasını, adalet önüne çıkarılmasını istiyoruz. Biz, Arap halklarının demokrasi mücadelesini destekliyor, onlara yapılan tüm anti demokratik müdahaleleri kınıyoruz. İşçiler, Kamu Emekçileri, Emekliler, İşsizler, Yoksullar, Kadınlar, Gençler, EMEK, BARIŞ, ÖZGÜRLÜK ve DEMOKRASİ İÇİN HAYDİ 1 MAYIS‘A! 1 MAYIS BİRLİK, MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ TÜM EMEKÇİLERE KUTLU OLSUN TÜRK-İŞ • HAK-İŞ • DİSK • MEMUR-SEN • KESK • TMMOB • TTB • TEB
-
1 MAYIS EMEKÇİLERİN ULUSLARARASI BİRLİK, MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ KUTLU OLSUN! Bizler bu ülkenin işçileri, kamu emekçileri, meslek sahipleri, emeklileri, işsizleri, yoksulları, kadınları, gençleri olarak, tüm dünya emekçileriyle birlikte 1 Mayıs alanlarında, emeğin bayramındayız. Barış için, özgürlük için, demokrasi için, saygın bir iş için, savaşsız bir dünyada sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam için birlikteyiz. Sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık ve sendikal haklarımız için 1 Mayıs 2011‘de, başta Taksim olmak üzere tüm alanlarda, omuz omuzayız. 1 Mayıs 2011‘i güvencesiz, esnek, kuralsız çalışmanın, taşeronlaşmanın yaygınlaştırıldığı koşullarda karşılıyoruz. Emekçilerin yarısı kayıt dışında çalışıyor, sendikal örgütlenmenin önündeki engeller korunuyor ve örgütlenen işçiler işten atılıyor. İş kazası adı verilen iş cinayetleri durmak bilmiyor. Torba Yasa ile her alanda emekçilerin hak ve çıkarları geriye götürülmek isteniyor. Biz sosyal adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi istiyoruz. Biz, özgürlükçü, eşitlikçi sivil demokratik bir anayasa ve yasalar için; inanç ve düşünce özgürlüğü için sesimizi yükseltiyor, özgürlükten, demokrasiden ve sosyal devletten vazgeçmeyeceğimizi bildiriyoruz. *** Bundan yüzyılı aşkın bir süre önce emekçilerin ateşlediği fitil “Başka Bir Yaşam, Başka Bir Türkiye, Başka Bir Dünya Mümkün” diyenlerin yolunu bugün de aydınlatmaya devam ediyor. Her 1 Mayıs’ta, bir yandan geçmişte yaşanan mayısların birinci günlerini yeniden anımsamak ve yeniden anımsatmak görevimiz var; öte yandan da gelecek güzel günlerde yaşanacak 1 Mayıslara olan inancı dile getirmek görevimiz var. 77 Bir Mayısı’nın sesleri kulaklarımızda. 77 Bir Mayısı’nda yitirdiklerimiz yanı başımızda. Bugün, yeniden 1 Mayıs alanlarındayız. Bugün, ellerimizde eşitlik, özgürlük ve adalet isteyen bayraklarımız var. Bugün sesimize ses katma, yüreklerimizi yüreklerimizle birleştirme zamanı. Bugün, neoliberal politikalara ve onların yaratıcılarına daha güçlü karşı durma zamanı. Bugün, gericiliğe ve ırkçılığa karşı daha fazla dik durma zamanı. Bugün, dünyadaki kardeşlerimizle birlikte bize dayatılan açlığı, yoksulluğu, sömürüyü, savaşı, gözyaşını ve acıyı yenmek için, kendi yaşamımızı ve geleceğimizi savunmak için, mücadele bayrağını daha da yükseltme zamanı. Bugün, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve bütün dünyada savaşa karşı barışın, kardeşliğin, bir arada yaşamın, adaletin ve dayanışmanın hüküm sürdüğü bir gelecek yaratmak için mücadelemizi kararlılıkla sürdürme zamanı. Özlemlerle yüklüyüz bugün, umutlarla yüklüyüz. Yitirdiğimiz tüm değerlerimiz 1 Mayıs alanlarında bizimle birlikteler. Yapacaklarımız var daha, birlikte yazacağımız tarihler var. Yürüyoruz inançla. Yürüdüğümüz bu yolda geride bıraktıklarımız bize ışık oluyor. Bugün yeniden 1 Mayıs alanlarındayız ellerimizde bayraklarımızla. Haydi, 1 Mayıs’a! Haydi, 1 Mayıs alanlarına! YAŞASIN 1 MAYIS YAŞASIN BİRLİK MÜCADELE DAYANIŞMA GÜNÜ TÜRK-İŞ • HAK-İŞ • DİSK • MEMUR-SEN • KESK • TMMOB • TTB • TEB
-
Chicago’da 1884’de toplanan Trade-Unıons kongresinde “ 1 Mayıs 1886 dan başlayarak normal iş gününün 8 saat olarak saptanması ve tüm işçi örgütlerinin bu mücadele için hazırlıklı olması” kararlaştırılmıştı. Talepleri kabul edilmeyince işçiler o gün işi bıraktılar ve greve gittiler. Yapılan gösteri ve yürüyüşlere yarım milyon emekçi katıldı. O dönemde bazı parklar siyahlara kapalıydı. İşçiler siyah-beyaz hep birlikte parklara girerek bu yasağı yıktılar. Gösteriler 1 mayısı takip eden günlerde de devam etti. 3 mayıs'ta Luisvil'de bir fabrika önünde grev kırıcılara karşı yapılan gösteride polis işçilere ateş açtı. 4 işçi öldü, onlarca işçi yaralandı. Bu katliamı protesto için ertesi gün Haymarket alanında toplanıldı. Ancak miting sona ererken provakasyon yapıldı. Polislerin olduğu yerde nereden atıldığı belirlenemeyen bir bomba patladı. 7 polis öldü, onlarca polis yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı ve aralarından 8'i idamla yargılandı. Bir işçi infazdan birgün önce intihar etti. 4 işçi idam edildi. Bu yaşananlar üzerine 1889'da toplanan 2. Enternasyonalde 1 Mayıs işçilerin birlik, mücadele, dayanışma günü olarak kabul edilmiştir. 1890'dan itibaren de 1 Mayıs işçi bayramı olarak alanlarda kutlanmaya başlanmıştır. Ülkemizde 1 Mayıs ilk kez 1906'da kutlanmıştır. 1908'de Üsküp’te, 1910'da Rumeli’nin bazı şehirlerinde ve 1912'de ilk kez İstanbul’da 1 Mayıs gösterileri yapılmıştır. 1920'ye kadar savaş nedeniyle kutlanamamış, 1921'de işgal kuvvetlerinin yasaklamalarına karşın kitlesel 1 Mayıs gösterileri yapılmıştır. 1922'de İstanbul ve Ankara’da iş bırakma ve mitinglerle kutlanmış, 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresinde 1 Mayıs Türkiye işçilerinin bayramı olması benimsenmiştir. Bu yılın 1 Mayısı İstanbul- Ankara- İzmir- Adapazarı’nda kutlanmış ancak çıkan olaylar nedeniyle 1924'de yasaklanmıştır. 1935'de 1 Mayıs bahar bayramı olarak tatil günleri arasında yerini almıştır. Yarım yüzyıl sonra 1975'de İstanbul Tepebaşı' nda bir düğün salonunda 1 Mayıs yeniden kutlanır. İlk kez 1976'da görkemli bir şekilde DİSK’in organizasyonu altında Taksim’de kitlesel olarak kutlamalar yapılır. 1977 1 Mayıs’ı daha coşkulu, daha katılımcı bir şekilde iki koldan Taksim alanına yürüyen emekçiler ve sol örgütler tarafından kutlandı. DİSK genel başkanı "Kemal Türkler kürsüde konuşmasını bitirmek üzereyken atılan silah sesleri ile beraber panik halinde kaçışan işçiler üstüne ateş açılmış, panzerler sürülmüş ve bu olaylar sonucu 37 işçi- emekçi insanımız hayatını kaybetmişti. 1978 1 Mayıs’ı da Taksim alanında daha coşkulu bir şekilde kutlanmış ve 1977 olaylarının katillerinin bulunması istenmiştir. 1979 ve 1980 Taksim alanı işçilere-emekçilere yasaklanmıştır. 1980'de ise 1 Mayıs kutlamaları tümüyle yasaklanmıştır. Uzun yıllar sonra 1987'den 1992'ye kadar 1 Mayıs salon toplantıları ile kutlandı. Alanlara çıkanlar orantısız polis gücüyle ve şiddetiyle karşılaştı. 1992 1 Mayıs'ı ilk defa yeniden alanlarda kutlanmaya başladı. Ama Taksim'e çıkmak isteyenler her yıl polis terörüne maruz kaldı. İşçiler yılmadılar ve Taksim'ib 1 Mayıs alanı olma mücadelesini her yıl sürdürdüler. Ve nihayet geçen yıl kabul ettirdiler. 32 yıl sonra yeniden 1 Mayıs Alanına kavuştular. http://www.youtube.com/watch?v=XNNCls2hjig
-
Basında bu konuya hiç değinilmemiş: Bu kanalın 150 metrelik genişliği gidiş-geliş için kesinlikle yetersizdir. Gemiler için boğaz Karadeniz'e gidiş, kanal ise Karadeniz'den geliş olarak düzenlenirse sorun olmaz. Sadece küçük tekneler çift yönlü kullanabilir. Aksi halde kazalar kaçınılmazdır. 300.000 DWT'luk gemi geçişlerinden söz ediliyor. Bunların uzunlukları 300-400 metre, genişlikleri 50-60 metre. Böyle bir gemi geçerken kanalın diğer yönünü trafiğe kapatmak gerekir. Ya da genişliği en az 250-300 metre yapmak gerekir. Ya da ortadan bariyerle sınırlamak. Bu da maliyeti çok yükseltir. O nedenle gidişlerin boğazdan, gelişlerin kanaldan düzenlenmesi zorunludur. Ayrıca gemiler kanaldan geçişe zorlanamaz. Montrö anlaşması üzerinde değişiklik gerektirir. Yani, sadece hükümetin kararıyla olacak iş değil. Kanalın akıntı durumu da bir muamma. Büyük olasılıkla akış, Karadeniz'den Marmara'ya doğru olacaktır. Çünkü Karadeniz'in su yüksekliği nehir akışları nedeniyle Marmara'dan 30-40 cm. daha yüksek. Kanal akışı boğazdaki mevcut akıntıların niteliklerini de değiştirecektir. Bu tür değişimler ekolojik yapıyı kesinlikle etkileyecektir. Yani, doğal akışla dolup-boşalarak dengesini sağlayan bir göle-havuza, yeni bir boşaltma kanalı eklediğinizde doğal yapı bozulur, sonuçlar ise önceden kestirilemez. Bu konuda Denizbilimci Prof. Dr. Cemal Saydam'ın olumsuz görüşleri var: http://haber.sol.org...si-haberi-41958
-
AKP, son dönemde CHP'nin ortaya koyduğu olumlu-olumsuz birçok proje karşısında ezildi. Bu bir gerçek. Ahmet Altan'ına varana kadar bu itiraf edildi. Yeni CHP'ye statükocu ya da projesiz-vizyonsuz söylemleri artık geçersiz kaldı. Üstüne üstlük gerek ergenekon davalarında yaşanan saçmalıklar, gerekse ÖSYM sınavlarındaki rezaletler AKP'yi zor duruma düşürdü. Ecevit'in bu projesi RTE için can simidi gibi oldu. Hem gündemi değiştirmek hem de şaşaalı bir proje olarak ortaya koyarak CHP'nin projelerini sollamayı hesapladı. Yapılan tantanalara değer bir proje olsa 1994'de Ecevit ortaya koyduğunda da ilgi görürdü. Bugün gündeme oturmasının sebebi; Önce "çılgın proje" denilip günlerce sır gibi saklanması, sonra animasyonlarla büyük bir proje havası verilerek ortaya konulup AKP'lilerce ve yandaş takımınca sahte bir coşkuyla karşılanmasıdır. Bu insanlar 1994'de de bu ülkedeydiler. Yine politika yapıyor, yine medyada yazıyorlardı. Şimdi ne oldu da bu coşkuya kapıldılar? Aslında bu proje AKP'nin elini zayıflatır, oyunu düşürür. Ama muhalefet bunu çok iyi işleyip, halka çok iyi anlatabilirse. Bu proje bırakın Anadolu insanını, İstanbul'lulara bile yarar sağlamayacak bir projedir. Sadece bu projeden iş kapanlara ve proje mahallinde arsası olanlara yarayacaktır. Halbuki 10-15 milyar dolarla neler yapılmaz? En başta bir büyük depremde yaşanacak facianın önüne geçilebilir, yüzbinlerce insanın yaşamı kurtarılabilir. Ya da Güneydoğu'da işsizliği ortadan kaldıracak yatırımlar yapılabilir, terörü minimize edecek büyük bir sanayi atılımı gerçekleştirilebilir. Bakalım bu proje muhalefete mi yarayacak yoksa iktidara mı?
-
Proje Çalıntı çıktı Başbakanın açıkladığı çılgın proje meğer Ecevit'e aitmiş ve 1994 yılı belediye seçimlerinde ortaya konmuş. http://www.imageupload.org/thumb/thumb_29454.jpg http://www.milliyet.com.tr/cilgin-proje-ecevit-in-fikri-miydi-/siyaset/sondakika/27.04.2011/1383125/default.htm Bunların alayı intihalci. Ne olur yani kalkıp da "Merhum Ecevit'in projesini hayata geçireceğiz." demiş olsan küçülür müydün? Asıl şimdi küçüldün..
-
Çılgın Proje'ye ilk tepki: Çılgın ve gereksiz Aylardır sır gibi saklanan 'Çılgın Proje'nin açıklanmasıyla birlikte ilk tepkiler de gelmeye başladı. Uzmanlar projenin 'gereksiz' olduğu görüşünde. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1047544&Date=27.04.2011&CategoryID=78
-
Terzaghi; Kanaldan geçecek gemilerden gelen getiriyi sıfır kabul edebilirsin. Çünkü zaten o gemiler boğazdan geçiyor. Hesabına gelince çok alçaktan uçmuşsun bence. Hafriyatın en az 5-10 misli kadar betonarme istinat duvarlarına gidecek maliyet vardır. Toprak haliyle bırakılacak değil herhalde. Bunun çevre düzenlemesi-yeşil alanları da köprü ve tesislerle birlikte bir o kadar tutar. 1o-15 milyar doları rahat bulur. Yorum yapan uzmanlar da bu rakamları telaffuz ediyorlar.
-
Kanalın yapıldığı bölgeden değil, kanalın Marmara'ya ulaştığı kısımdan söz ediyorum. Kanalın Marmara ucu paralel fay hatlarının kırılma noktasına ulaşıyor. Bu bölgede 3 tane aktif fay hattı var. Bu kanal patlamanın merkezine uzanan bir çatlak gibi olacak ve zamanla İstanbul'un bu parçasını kırabilecek-boğaza yüklenip doğal yapıyı bozabilecek bir tehlike oluşturabilir. Tabi bu konuda uzman değilim. Ama şimdiden medyada "kanal depreme davetiye çıkarır mı?" yazılarını görünce, boşa kaygılanmadığımı görmekteyim. Kadir Topbaş, deprem riskini hesapladıklarını söylemiş. Bunların hesabına güvenilmez. http://haber.gazetevatan.com/cilgin-proje-depreme-davetiye-cikarir-mi/373778/1/Gundem Ayrıca deprem riski olmasa bile getirisi olmayan bir proje. 10-15 milyar dolarlık maliyet halka değil, bu projeden nemalananlara yarayacaktır. Halbuki o para ile İstanbul'daki tüm riskli binalar yenilenebilir, deprem korkusu ortadan kalkabilirdi. Ki çılgın proje denildiğinde aklımdan geçenlerden biri buydu. Ama deli projesi çıktı.
-
Bu proje fısıltı olarak yıllardır konuşuluyordu zaten. Silivri-Gümüşyaka'ya liman, havalanı ve üniverersite planlarının temelinde bu proje yatıyormuş meğer. Eğer Silivri hattına 50 metre derinliğinde-150 metre genişliğinde bir kanal açıldığı takdirde; Tam da depremin merkezine ulaşılmış ve yapay bir fay hattı açılmış olacaktır. Çok büyük risktir. Ayrıca depremi de tetikleyebilir ve vereceği hasar kat kat fazla olabilir. Halbuki boğaz trafiğinin risk oluşturan tek yanı geçiş yapan tankerlerdir. Bunun çözümü basittir. Bu tankerler sadece geceleri geçirildiği ve kılavuz kaptansız izin verilmediği sürece tehlike yaratmaz.
-
Bu Karadeniz-Marmara Kanalı projesinden birkaç yıl önce yine bahsedilmişti. Çılgın proje dediklerinde aklıma ilk gelen oydu ama daha önce bahsettikleri için "herhalde başka bir proje tasarlıyorlar" diye düşündüm. Bu proje düşüncesi ta Kanuni'ye kadar dayanır. Ama daha sonra gereksiz görülüp terkedilmiştir. O dönem İznik gölü-Sapanca gölü ve Sakarya nehri birleştirilerek düşünülmüştü. Mimar Sinan bile bu proje için inceleme yapmıştı. Amaç donanmanın odun ihtiyacını karşılamaktı. Konu 3. Murat'a geldiğinde projenin terkedilmesini emreder: "Din ve devlete lâzım olur iş değildir; terkedilmesi icap eder. Halkın minnet ve meşakkat çekmesi zulüm görmesi doğru değildir; en mühim iş donanma vücuda getirmektir. Bu zamana kadar odun nice ola geldi ise yine öyle tedarik olunur" diyerek gereksiz olduğunda karar kılar. Ama Ortaçağ kafası yeniden hortlamış görünüyor. Şimdi muhalefetden bir parti de kalkıp "Kızılırmak'la Seyhan nehrini birleştirip genişleterek Karadeniz'den Akdeniz'e kanal açacağız" derse hiç şaşmayalım.
-
Başbakan günler boyu merak edilen çılgın projesini açıkladı: Karadeniz'den Marmara'ya kanal açacaklarmış. Kanalın proje ve etüd çalışmalarının 2 yıl süreceğini söyleyen RTE, böylece İstanbul'un içinden 2 deniz geçen bir şehir olacağını söylüyor. Kanalın mahallini ve maliyetini açıklamayan RTE, kanal sayesinde İstanbul'un su sorunundan kurtulacağını iddia ediyor. Ayrıca kanaldan 300.000 DWT'luk gemiler geçebilecekmiş. Böylece Boğaziçi rahatlayacak, tehlikelerden arınacakmış. Bunlar İstanbul'u mahvedecek. Şehrin doğasıyla bu denli oynanmaz. Maliyeti çok yüksek bir proje ama getirileri değersiz ve çok riskli. Sanki ülkenin en önemli sorunu buymuş gibi.. Bu projenin maliyetiyle Güneydoğu'nun işsizlik sorunu çözülür yahu. Maliyetini açıklamamasının sebebi zaten rakamın çok yüksek olmasından kaynaklanıyor. Amacı eleştirilerin önünü kesmek.
- 38 yanıt
-
- 1
-
-
Sevgili Placebo; Ben forumlarda 3 şeyden nefret ederim: Birincisi; başlık kirliliğinden. Yani, sıkı sık ve gereksiz açılan içeriksiz başlıklarla forumun kirletilmesinden. İkincisi; gereksiz uzun ve anlaması ağır mesajlarla yanıt verip insanı bayan yorumlardan. Üstelik bu mesajlarda soru üstüne soru sorup yanıt vermeye zorunlu bırakılmaktan. Üçüncüsü de; Mesajlarda zorunlu olunmadığı halde bol miktarda teknik terimler, yabancı dilde bilimsel sözcükler kullanılarak sade ve herkesin anlayacağı dilden uzaklaşılmasından. Saygıdeğer Evrensel-insan'ı bu saydıklarımdan tenzih ederim. Ve yapsa bile küsüşmem.
-
Tabula rasa düşüncesi 17y. yüzyıl filozoflarından liberalizmin babası sayılan John Locke'a aittir. Ampiristlere-deneyimcilere göre doğuştan insan beyni boş bir levha gibidir. Ve bilgi olarak ne kazanılırsa sonradan deneyimlerle kazanılır. Rasyonalistlere-akılcılara göre ise insanlar doğuştan bir takım bilgilere sahiptirler. Sokrates, "İnsan doğarken tüm bilgiler kafasında hazırdır amaç onları hatırlamaktır." der. Descartes da benzer şekilde "İnsan düşünceleri doğuştan gelir." demişti. John Locke ise tersini savundu: "İnsan dünyaya sadece boş bir levha gibi gelir, sonradan aldığı bilgilerle deneylerle bu levha şekillenir." dedi. Bilginin duyu organlarıyla tecrübelerden edinildiğini ve bilgiye ulaşmanın yolunun tümdengelim değil, tümevarım olduğunu savundu. Rasyonalistler göre ise; "Dış dünyaya ilişkin bir bilginin meydana gelebilmesi için sadece duyumlar yeterli olmamakta; aynı zamanda bu duyumları analiz ve sentezleyerek zihnin kendisinden kaynaklanan bir takım niteliklerinde bu duyumlara eklenmesi gerekmektedir. Bu da ancak zihinde, deneyden kaynaklanmayan ve deneyden önce bulunan kavramlar aracılığıyla mümkündür. Çünkü kavramlar olmaksızın duyumlar darmadağınık ve anlamsız birer yığından ibarettir." Locke'la aynı dönemde yaşayan Leibniz Locke'un "insan zihninde doğuştan gelen hiçbir şey yoktur" sözüne bir ilave yapar ve sözü şöyle tamamlar: "... zihnin kendisinden başka". Bence de insan doğuştan iyi ya da kötü olarak doğmaz. Bilgiler sonradan hatırlanmak üzere beynine kazınmış da değildir. Ama tamamen boş bir levha olarak da görmek yanlıştır. Niteliklerinin çoğunu elbette deneyimlerle kazanır ama doğuştan yeteneklere, içgüdülere ve karakteristik niteliklere sahip olabilir. Ayrıca şu tür araştırmaları gördüğümüzde pek de doğuştan boş levha gibi olduğumuz saöylenemez: http://www.objektifhaber.com/haber/teknoloji/uzay-ve-bilim/beynin-solu-liberal-sagi-muhafazakar-75038.html http://www.sonsuz.us/node/3037
-
Materyalizm, maddecilik demektir. Bilim maddecidir. Maneviyatla uğraşmaz. Neyse önemli olan diyalektiğin doğru anlaşılmasıydı. Diyalektik materyalizm ideoloji kapsamında görüldüğü için reddedeni çok. O ayrı bir tartışma konusu ve ona da forumda sıra gelecektir.
-
Sorduğun sorularla, tartışmalı olmasının ilgisi yok. Sorduğun soruları defalarca tartıştık daha önce, bayıyor o konular. O nedenle girmiyorum. Bir konunun tartışmalı olduğu, senin sorularınla değil, felsefe alanındaki tartışma örnekleriyle ortaya çıkar. O nedenle link istedim. Ama görüyorum ki senden başka iddia eden, tartışan yok. İdealizm ve materyalizm felsefenin iki farklı ve birbirine rakip dalıdır. Hegel idealizmin, Marks ise materyalizmin temsilcisi sayılır. İkisi tarafından da kabul edilmiş olan diyalektiğin tartışması olmaz. Varlığın gerçekliği üzerinde bile farklı düşünen bu iki felsefi akım, diyalektiğin gerçekliğinde birleşir. Yani, diyalektik varlığın gerçekliğinden bile daha gerçektir ve tartışılamaz. Tartışılır olan diyalektik değil, diyalektik materyalizmdir. Ama bilimde, hem diyalektik hem de materyalizm bilimseldir.
-
Kim tartışıyor diyalektiğin bilimselliğini yahu? Gericiler mi? Bilimden yana olanlar, diyalektiği tartışır mı hiç? Diyalektiğin temelinde bilim var, epistemoloji var zaten. Nerede, kimler tartışıyor ve diyalektik mantığın karşısında epistemolojik mantığı savunuyorsa, link verirsen daha aydınlatıcı olur.
-
Hayır. Marksizmle ilgisi yok. Eğer öyle olsaydı ideolojik kalır, bilimselliği tartışmalı olurdu. Diyalektik sadece materyalizmde değil, idealizmde de vardır ve diyalektik idealizm denince Hegel akla gelir, yaratıcısı odur. Dolayısıyla diyalektik bilimsel gerçekliktir ve mantık türünde yerini almıştır, karşısına başka bir kavram koymaya gerek yoktur. http://tr.wikipedia.org/wiki/Diyalektik_idealizm http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID=39436&PN=2