Jump to content

panteidar

Members
  • İçerik sayısı

    464
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    16

Everything posted by panteidar

  1. Peleuze; Belli ki yazıyı savunmaktasın. Yazının içeriğine baktığımızda gerici kurumları-oluşumları sahiplenip, onları Anadolu'nun zenginliği gibi göstermeye çalışan bir zihniyet var. Halbuki bunların hiçbir yararı olmadığı gibi, halkı bölen, gruplaşmalara-kutuplaşmalara götüren ve aralarında düşmanlık oluşturan bir yapıya sahipler. Şeyhliğin-müritliğin ülkeye sağladığı bir katkı yok. Tersine halka gerici-yobaz fikirler pompalayan, bilimi karalayan, insanları aldatan ve sırası geldiğinde de kışkırtıp kullanan kurumlar. Alevi katliamlarının temelinde bu kurumlar yatıyor. Aleviler hakkında iftiraları yayan, "onların kestiği-pişirdiği yenmez" diyen onlar. Bu mu zenginlik? O kurumlardan ulema yetiştiği yazılmış. Öyle ulema olmaz olsun. Ama Diyanet ve İlahiyat fakülteleri sayesinde biraz olsun, cahil,yobaz olmayan, toplumda fesat oluşturmayan din adamları yetişti. Tabi ki Diyanet gibi bir kurumun laiklik içinde yeri yok. Ama eğer Diyanet olup da, Atatürk Diyaneti kaldırmış olsaydı; benzer sözler edilecekti. Halbuki bu tarikat-cemaatlerin, tekkelerin yasaklanmasından doğan boşluğu kapatmak ve halkı doğru yönlendirebilmek için Diyanet kuruldu. Ne var ki DP iktidarından sonra sünnilik yine palazlandı ve Diyaneti tahakkümü altına aldı. Batının medeni kanunlarını getirdiği, laikliği kurduğu için eleştirilmiş. Kötü mü yapmış? Bunu eleştirenler, bugün AB'ye girebilmeyi hedef edinmişler, AB sayesinde ilerleyip kalkınacağımızı pompalamaktalar. Kaldı ki Atatürk Avrupa dememiş, bir örnek ülke ismi vermemiş. "Çağdaş uygarlık düzeyi" demiş. Çağdaş uygarlık Avrupa'daydı, dolayısıyla Avrupa'nın yasaları alındı. Çok da iyi yapıldı. Atatürk'ten önce etnik grupların ne özgürlükleri vardı da, kaldırıldı? Yok böyle birşey! Kabul edilmeyen, gocunulan; Türkmen'in-Yörük'ün,Kürd'ün, Rum'un, Ermeni'nin, Çerkes'in, Abhaza'nın, Gürcü'nün Türkiye adı altında ve Türk vatandaşlığı adı altında birleştirilmiş olmasıdır. Avrupa 700 senedir bu topraklara Türkiye ve üzerinde yaşayanlara da Türk demekteydi. Asıl bundan rahatsız olup, ayrı ad-dil peşinde koşmak şöven milliyetçiliktir. Tutturulmuş bir Güneş Dil teorisi vs. Bir dönem iddia edilmiş, ortaya böyle bir teori atılmış. Atatürk de bunun üzerinde araştırma-çalışma yaptırmış. Zamanla doğru olmadığı anlaşılıp terkedilmiş. Ne var bunda? Ayrıca Nazım Hikmet'i hapislerde çürüten Atatürk değildi. Bunu en güzel Nazım'ın mektubundan anlamaktayız. Öyle olsa en başta Nazım eleştirirdi Atatürk'ü. Ama tek kelime eleştirisi olmamış, tersine hep savunmuştur. Ve bu yazının sahibi belki de Nazım'dan düşmanlık derecesinde nefret eder ama onu kullanmaktan da sıkılmaz. Sonuç olarak bu yazı ajitasyona yönelik bir demagoji yığınıdır ve gerçekleri saptırmakta, gericiliğe destek vermektedir.
  2. Yazının içeriğinde Kemalistlerden ziyade Atatürk'e sesleniliyor. Ama bir yığın yanlış ve haksız iftira var. Örneğin Mevlevi dergahı kapatılmamıştı ama kapatıldığı yazılıyor. Gerici-yobaz tarikatlar panteist diye sunuluyor ki, bunlar panteizmin p'sine bile sahip olmayan, tasavvufu sünnileştirerek yozlaştırmış gerici tekkeler. Takkeli bir liboşun teraneleri.. Bugünlerde fazlasına rastlıyoruz bu yavşaklıkların. Laikliği, dil devrimini, bilimin rehber alınmasını bile eleştirebilecek kadar alçaldılar.
  3. http://www.youtube.com/watch?v=3pfB0C7EN6U Taksimdeki yürüyüşe katılım oldukça yüksekti. Kortejin bir ucu Galatasaray'da, diğer ucu Taksim'deydi. Onbinlerce katılımcı; "Tayyip internetten elini çek" "İmamın ordusu internetten defol" "Yasağa karşı omuz omuza" "Yallah Tayyip, kış kış Tayyip" "Türkiye uyuma, internetini koru" "Bilgiye erişim engellenemez" vb. sloganlarla internete sansürü protesto etti. Foto galerisi: http://galeri.haberturk.com/galeri/index/407023
  4. "Atatürk olsaydı" "Atatürk yaşasaydı" Bunlar boş laflar. Atatürk'ün elinde sihirli değnek yoktu. İnsanüstü bir niteliğe de sahip değildi. Ayrıca onun döneminde de sorunlar vardı. Ekonomik sorun, feodalite sorunu, toprak reformu sorunu, Kürt sorunu, gericilik sorunu, demokrasi sorunu o dönemde mevcuttu. Yaşasaydı en fazla 10-15 yıl daha görevde olurdu. 2. Dünya Savaşında farklı bir rol oynamazdı. Köy Enstitüleri kapatılamazdı. Nato'ya girilmez, Kore'ye asker gönderilmezdi. Çok partili sisteme geçilir ama DP iktidar olamazdı. Ezan Arapça'ya dönüştürülemezdi. Tarikat ve cemaatler yeniden çığ gibi büyüyemezdi. Bu 10-15 yıllık dönemde daha fazla bilinçlenme, daha fazla çağdaşlaşma olur, karşı devrimcilerin gücü azalırdı. Sovyetlerle ittifak devam ederdi. Daha kısa zamanda sanayi hamlesi yapılır, ağır sanayi kurulurdu. 60 ihtilali olmaz ama dünyadaki değişimler, insan hakları evrensel beyannamesi vs. dikkate alınarak yeni bir anayasa yapılırdı. Dışa bağımlılık olmaz, ABD gladyosunu sokamaz, kontrgerilla, derin devlet oluşmazdı. Belki toprak reformunu tekrar dener ama yine başaramazdı. Çünkü Dersim'den daha büyük isyanlar ortaya çıkardı. Bu denli yüksek düzeyde olmasa da pahalılık, rüşvet, yolsuzluk, Kürt sorunu, sağ-sol çekişmeleri vs. devam ederdi. Ve bence CİA tertibi ile suikaste kurban giderdi. Sonrasında yine ABD tarafından kafakola alınır, dümeni onlara kaptırırdık.
  5. Ben pragmatistliği ideoloji olarak görmüyorum evrensel-insan.
  6. Jerryfletcher; En başta bana göre Atatürkçülük ya da Kemalizm bir ideoloji değildir. İdeolojilere inanmayanlar ve Atatürk ilkelerini yeterli görenler Atatürkçü olabilirler. Ayrıca Atatürkçülüğü ideoloji olarak görenler de Atatürkçü olabilirler. Örneğin, Atatürkçülük İdeolojisi linkinde savunulduğu gibi.. Atatürkçülüğü ideoloji olarak görenlerin yanında, başka bir ideolojiye sahip olanların Atatürkçü olması olanaksızdır zaten. Atatürkçülüğü ideoloji olarak görmediğimiz ama her yanıyla takdir ettiğimiz durumda ise şu soruyu sormamız gerekir: Atatürk hangi ideolojiye sahipti? Ki bu sorunun yanıtıyla onu sevenler, izinde gidenler de onun sahip olduğu ideolojiyi benimsesinler. Herhalde bu sorunun yanıtı Atatürkçülük olamaz. Bu sorunun kesin ve net bir yanıtı yoktur. "Devlet sosyalizmi" inancında olduğunu ifade etmiş olsa bile, sonraki yıllarda bu düşüncesini değiştirmiş olabilir. Dolayısıyla Atatürk'ün ilkelerini ideoloji olarak görmediğimizde, bugün için "Atatürkçüyüm" demek yetersiz ve dar kapsamlı bir kimliktir. İdeoloji olarak görüldüğünde ise sadece Türkiye'nin kalkınmasına ve çağdaş uygarlık seviyesine erişmesine hitap eden bir ideoloji olarak düşünülebilir ki; kişinin dünya görüşü için yine yetersiz kalır. Fikir ve düşüncelerini insanlığın kurtuluşu, dünyanın adaletli bir düzene ve barışa kavuşması yönünde oluşturmuş olan insanlar için, ilkelerini benimsese bile Atatürkçülük bir ideoloji olarak çok yetersiz kalır. Ben enternasyonalist görüşe sahibim ve ve sadece Türkiye'nin değil, dünya halklarının kurtuluşu, sömürünün ve adaletsizliklerin ortadan kalkması düşüncesindeyim. Bunun da ancak sosyalizm ideolojisiyle mümkün olabileceği fikrindeyim. Atatürkçülük ne benim gibi sosyalist düşüncede olanları kapsar ne de Kenan Evren gibi cuntacıları.. En yakın uygulayıcıları ya da fikri takipçileri CHP,DSP'dir. "Atatürk'ün hedefinde devlet sosyalizmi vardı" diye düşünenler için ise Doğan Avcıoğlu çizgisi, Uğur Mumcu'lar ya da son dönemde İP örneklenebilir. Ama ne TKP ne Kemalizm'i övdükleri için Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'lar ve benzerleri Atatürkçü olarak nitelenemez. Ya da tam tersi MHP, Ulusal Parti, Türk Solu gibi ırkçı düşüncelere sahip olanlar da Atatürkçü olarak öne sürülemez. Ama ne var ki 90'lı yıllardan itibaren yurtsever olduğunu belirtenler başta olmak üzere TKP'sinden MHP'sine, Evren'den Demirel'e kadar hiç olmadık grup ya da kişiler Kemalistlikle yaftalanmaktadır. Deniz'ler, Mahir'ler Kemalistlikle, milliyetçilikle eleştirilebilmektedir. Bu bazı grup ya da kişiler için haketmedikleri bir övgü, iltifat olmakta, bazıları için de karalama teşkil etmektedir. Hiç kimse ya da hiçbir grup "Atatürkçüyüm" demekle Atatürkçü sayılamayacağı gibi, hiçbir kişiye ya da gruba kendini Atatürkçü olarak ifade etmediği halde Atatürkçülük yakıştırılamaz. Benim için Mahir'in Bütün Yazılar-Kesintisiz Devrim-2'deki Kemalizm tanımlaması ile bağımsızlık ve demokratik devrim mücadelesinde Kemalistlerin müttefikliği açıklamaları hala geçerlidir ve o düşünceyi aynen savunmaktayım. O nedenle de mücadele ettiklerimin karşı-devrim amacıyla müttefiklerime olan haksız saldırıları ve yalan-yanlış eleştirilerine karşı müttefiklerimi savunmanın ve onlarla omuz omuza olmanın gerekliliğine inanıyorum. Hayır. Benim ifadem "Sen bana tu kaka dersen, ben de sana derim" şeklinde değil. Şöyle: Yani, basit bir örnek verirsek; Ben bir başlık açıp iktidarı eleştirdiğimde, birisi çıkıp benim eleştirilerime karşı yanıt veriyor ve muhalefeti kötülüyor ve beni de sahip olmadığım etiketle yaftalıyorsa; ben de onu iktidar yanlısı olarak eleştirme hakkına sahibim. Ama eleştirilerime hak verip ya da kendi açısından iktidarı eleştirip, bunun yanında muhalefeti de kötülediğinde bana o "iktidar yanlısı" eleştiri yolunu kapatmış olur. Ama peleuze'nin yanıt verdiğim ilk yazısında bunu göremiyoruz.
  7. Sen benim Atatürkçü olduğumu nereden çıkarıyorsun? Nerede gördün benim "Atatürkçüyüm" dediğimi? Atatürk'e küfretmeyince, Atatürk'e iftira atmayınca, yalan-yanlış eleştirmeyince Atatürkçü mü olunuyor? Ya da örneğin Atatürk'ün yaptıklarını takdir eden ve öven bir batılı araştırmacı yazar Atatürkçü mü olmuş oluyor? Dolayısıyla Atatürk ve devrimlerinin karşıtlarına katılmadığım için beni Atatürkçü-Kemalist görenler karşısında,iktidarın eleştirisine katılmayanları ve bu eleştiriler karşısında "muhalefet daha kötü" diye yer alanları benim de AKP'li olarak nitelendirmek hakkım doğar. Ben kendimi yurtsever demokrat olarak ortaya koyuyorsam ve demokratik sosyalizm ideolojisini savunuyorsam; muhataplarım da beni bununla yaftalamalı. Kimse kendi kafasına göre karşısındakine yakıştırmada bulunmamalı. Ayrıca AKP'nin yasakçılığının teokratik temelinden kaynaklandığı ve mecliste ezici üstünlüğü sürdüğü takdirde bu yasakların giderek artacağı gerçeğine rağmen; farklı partiler de olsa aynı yasakların olacağını iddia etmenin AKP'ye ve yasaklarına onay vermekten farksız olduğunu görebilmen gerekir. Görüyorsan bunu yorumlarında ifade edeceksin ki anlaşılsın. Aksi takdirde ben senin gözünde Atatürkçüysem, sen de benim gözümde AKP'li olursun.
  8. O yüzden de "AKP iktidarını hoşgörelim" diyorsun yani. "Nasıl olsa sadece Türkiye değil, yakın zamanda tüm devletler bu tür uygulamalara gidecektir" kılıfıyla. Ayrıca "kim gelirse gelsin AKP'den iyi olmayacak, daha da kötü yasaklar getirecektir" korkutmasıyla. Sen ne akıllı karşıtsın, ne yetenekli düşmansın öyle. Evet ben ulusalcıyım, ama benim ulusalcılığım; ulusal demokratik devrimci oluşumdandır. Ben devletçiyim, ama sosyal devletçiyim. Ve bu düşüncelerimle onur duyuyorum. Böyle çarpık mantık olmaz peleuze. Kızılderililerin, zencilerin, Aborijinlerin haklılığını görebilmek için onlardan biri olmak gerekmiyor. İnsani duygular taşıyan ve sorunu gören-bilen herkes haklıyı-haksızı görebilir. Hepimiz İslam'ın içindeydik, çoğumuzun çevresinde, hatta akrabaları içinde Kürt var. Benim annem de Kürttü. Babam 5 vakit namazında niyazında koyu bir dindardı. Mesele, senin baktığın gibi değil. Tanımadığımız, bilmediğimiz için değil yani. Her grubun, her topluluğun radikalleri var. Solcuların da, İslamcıların da, Kürtlerin de, Türklerin de, Atatürkçülerin de. Kürtlerin de şovenleri, milliyetçileri hatta Türk düşmanı ırkçıları var. Mesele doğru çözümün ne olduğunu doğru tespit edebilmekte. Türban yasağı elbette saçmaydı. 12 Eylül cuntasının getirdiği bir yasaktı. Ama sonraki dönemde gördük ki bu yasaktan nemalanmaya çalışanlar İslamcılar. Ve amaçları sadece türbanı üniversitelere sokabilmek değil. Her alana sokabilmek. Nitekim CHP-AKP görüşmesinde İlköğretime türbanın sokulmayacağı konusunda teminata AKP'liler yanaşmadılar ve "10 yıl sonrasının ne getireceğini bilemeyiz" diyerek yan çizdiler. Yani, 6-7 yaşındaki kız çocuklarının bile türbana sokulmasına yolu açık tuttular. Bu mu özgürlük? Hani türban kendi tercihleriydi.. 6-7 yaşındaki çocuğun kendi tercihi mi olurmuş? Özgürlüklerin de bir sınırı var. 6-7 yaşındaki çocuğa türban giydirmek özgürlük değil, o çocuğu daha çocukluğundan itibaren mahkum etmektir. Kürtlerin özgürlüğünün de bir sınırı var. Verilebilir-kabul edilebilir özgürlükler dışındaki ayrı devlet, özerklik gibi taleplerinin mücadelesini de verebilirler. Ama hiç kimse onların bu aşırı taleplerine katılmadığı için suçlanamaz. Senin yaptığın da bu tür bir suçlamadır. Evet biz aydınlanmacıyız. Halkımızın bilinçlenmesi, yanlışlardan, gereksiz ve zararlı tabulardan-törelerden, ilkel inanç ve saplantılardan kurtulması, çağdaş, modern, kültürlü, hoşgörülü uygar bir toplum olması için mücadele veriyoruz. Karanlığa karşı bir mum da biz yakmaya çalışıyoruz. Benim Atatürkçülüğüm ise senin AKP'liliğin kadardır. Ben gerici-ilerici düşüncelerin tartışmasında elbette ilerici olanı savunacağım. Gericilerin ve son dönemde onlara destek veren liboşların ilerici atılımlara, devrimlere karşı olan haksız eleştirilerinde elbette Atatürk'ü ve devrimlerini savunacağım. Ben Atatürk devrimlerinden daha fazlasını istiyorum ama içinde bulunduğumuz şartlarda kazanılmış olanları kaybetmeme durumundayız. O nedenle de cuntacı, darbeci olmayan, gardrop Atatürkçülüğü yapmayan, demokrasiyi savunan, bağımsızlıktan yana olan Kemalistler benim dostumdur, müttefikimdir. Onlarla gericiliğe, teokrasiye, emperyalist zihniyete ve işbirlikçilere karşı omuz omuza olmak yurtseverliğimin, halkçılığımın, devrimciliğimin gereğidir. Bizden rahatsız olmak da senin özgürlüğün. Senin varlığın ve zihniyetin de bizim için Kasımpaşa. Ve yarın Taksim'de, Galatasaray'dayım. 1 Mayıs'ta Taksim'de olduğum gibi. Yine iktidar aleyhinde slogan atacak, yine özgürlük için haykıracak, yine iktidarın faşizan tavırlarını, gericiliğini, yasakçılığını protesto edeceğim. Ne mutlu bize! Tarih bizim için olumsuz yazmayacaktır. "Heykel yıktıran başbakan", "Basılmamış kitap yasaklatan başbakan", "İnternete, facebook'a sansür getiren başbakan", "Muhalif gördüğü aydınları, gazetecileri, akademisyenleri zindanlara attıran başbakan", "Türkiye'deki basın özgürlüğünü dibe indirip İran-Çin seviyesine getiren başbakan" savunucusu olmak utancına sahip değiliz. Tersine buna karşı mücadele veren saftayız. Görevimizi yapmanın onurunu duyarız.
  9. Yazını okuyunca aydınlandım peleuze. Biz de zannediyorduk ki; Bu AKP teokrasiye doğru yelken açmış gidiyor ve özgürlüklerimizi tırpanlamada sırada internet var. Meğer iktidarımız diğer devletlerden daha önce tehlikeyi görmüş de önlem alıyormuş. Hele önceki günkü konuşmasını izleyince benim de kafamda soru işaretleri doğmuştu bu internete, facebook'a, carta curta. Ne demişti sayın başbakanımız: ""Şimdi Facebook'ta falan, yahu bunlar çirkin teknoloji. Bu Facebook filan, falan bu tür sayfalar bunlar çirkin, berbat. Herkes adına buralardan her türlü ahlaksızlık yapılabilir" Bunlar çirkin, berbat, tehlikeli, ahlaksızlık kaynağı vs. ise kapatılsın tabi, değil mi ama? Ayrıca sn. başbakanımızdan önce Pensilvanya'daki alimimiz de bu tehlikeyi işaret etmişti değil mi: http://www.youtube.com/watch?v=0Al9zE7wKq0&feature=player_embedded Öyleyse bu direnişler, bu güzel önlemi engellemeye çalışmalar hep şu verdiğin videodaki rükuş Atatürkçü'lerin saçmalıkları olmalı. Hem dediğin gibi dışardan meseleye bakanlar yanılabilir. Astur gibi içinde, yakınında olmak gerekir. Texaslarda falan. Örneğin ben içindeyim. Oturduğum mahalle çarşaflı-türbanlılarla dolu. İş çevremde Kürt dolu. Çocukluğum, gençliğim Rum-Ermeni mahallesinde geçti. Etrafım AKP afişleri, bayrakları, pankartları ve her yarım saatte bir geçen AKP propaganda araçlarıyla dolu. O yüzden çok daha objektif bakıyorum. AKP zihniyetinin Atatürkçülerden çok daha iyi olduğunu görmekteyim. Ya bir de bu güzelim iktidar yıkılıp da CHP ya da MHP iktidar olursa ne halt eder, nereye kaçarız değil mi? Aydınlandım peleuze. O yüzden ne yasaklanacaksa yasaklansın, yeter ki AKP gitmesin.
  10. Sen meseleye sadece insan algısıyla baktığından ve "insan olmasaydı, bu bildiklerimiz olmazdı ya da anlamı olmazdı" şeklinde düşünmektesin. Ama doğru değil. Biz insan olarak eriştiğimiz akıl, yetenek, bilgi ile bunlara sahibiz. Eğer bu niteliklere erişememiş olsaydık bile, bunlar yine olacaktı. Örneğin uzayda muhtemelen başka yaşamlar da var ve bunların formunu bilmiyoruz. Biz maymunlarla aynı kökenden geldik, belki onlar başka bir türün kökeninden geldiler. Belki insana benzemiyorlardır. Örneğin konuşma yetileri gelişmemiş olabilir. Ama yazarak iletişim içinde olabilirler. Ve yaşadıkları ortamın, doğanın, evrenin farkında-bilincinde olabilirler. Kime-neye göre varolması önemli değil. Vardı ve hangi varlık diğerlerinden çok daha ileri bir gelişme gösterebilirse o bunların farkında olacaktı. Gelişen insan oldu ve insan bunların farkına-bilincine vardı. İnsanoğlu bilimsel düzeyde bunların bilincinde olsa da, hayvanları tamamen bu farkındalıktan yadsıyamayız. Örneğin bir kuşu ele alalım. Doğanın, ormanın, suyun, yağmurun, karın, taşın, toprağın, besinin farkındadır. Konuşamadığı ve fiziksel yetileri elvermediği için bilincinde olup olmadığını ise bilemeyiz. Hayvanların da beynine !? işaretleri yansır. Örneğin bir karga kıramadığı cevizi araçların geçtiği caddeye atıp kırılmasını bekliyor ve sonra da kırılan cevizi afiyetle yiyorsa; o karga !? işaretlerini algılıyordur: http://www.youtube.com/watch?v=vLKWuPdupjI
  11. 1 olarak simgelediklerin hep vardı. İnsanlar oluşturmadı, insanlar yaratmadı. İnsanlık 1'in A kadar kısmını bilimsel olarak açıklayabildi. B kadar kısmı ise henüz açıklanamadı. Ama İnsanların büyük çoğunluğu A kısmının bilimsel açıklamalarına değil, kendi inançları doğrultusundaki açıklamalara inanıyorlar. Dolayısıyla A'nın doğrularının insanların küçük bir bölümü tarafından kabulü pek önem arzetmiyor. Örneğin hayvanlar yağmuru biliyorlar ama nasıl yağdığını bilmiyorlar. İnsanların büyük bir kısmı ise yağmuru Allah'ın yağdırdığı şeklinde yanlış biliyorlar. Bilmemek, yanlış bilmekten iyidir. Ama yanlış inançta olan insanlara doğruları öğretebilme, onları eğitip aydınlatabilme olanağı var. Hayvanlar ise bu olanaktan mahrum. Sonsuza kadar mahrum oldukları iddia edilemez tabi. 1-2 milyon yıl sonra hayvanların önemli bir kısmı da dünyayı, evreni anlayabilecek derecede evrimleşebilir.
  12. Saygıdeğer Evrensel-insan; Benim yazdıklarım bilimin ortaya koyduğu epistemolojik gerçeklerdir. Bu gerçeklerin inanca yol açtığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Tersine bu gerçekler bilinmediği için inançlar doğmuştur. Evrim teorisi mi sebep oldu insanların doğaüstü güçlere inanmasına? Dinlerin oluşmasına? Sense insana yücelik addediyorsun. İşte asıl bu düşünce teolojiye gayet uygun düşer. Buradan "Tanrı Adem'e herşeyi öğretmiştir ve Adem'de bu bildiklerini çocuklarına, torunlarına, kavmine aktarmıştır." inancı hayat bulur. İnsanın kökeni hayvan olarak görülmez, hayvanların hatta herşeyin insanlar için yaratıldığı düşünülür.
  13. Ama bu yazdıkların da insanoğlu açısından böyle Evrensel-insan. Hayvanların hislerini bilemiyoruz. Diğer hayvanlar ve insanlar hakkında ne hissettiklerini, dilleri olsa neler anlatacaklarını algılayamıyoruz. Önceleri insan için "düşünen hayvan" denirdi, "akıllı hayvan" denirdi ya da "konuşan, alet kullanan hayvan". Ama bu nitelikler insanları hayvanlardan ayırdetmek için yeterli değil. Kimi insanlardan daha akıllı hayvanlar var. Kargaların alet kullandıklarını görüyoruz. Öğretildiğinde konuşan ya da emirleri yerine getiren hayvanlar var. İnsanın en önemli farkı en gelişmiş hayvan oluşu ve yüzbinlerce yıldır gelişimde arayı hızla açıyor oluşudur. Ve dünyaya egemen oluşları nedeniyle diğer hayvanların gelişimini de olumlu-olumsuz etkilemekte oldukları kesin. İnsanoğlu bugünkü durumuyla egemen olduğu için belirleyici, yapılandırıcı tek varlığın o olduğunu düşünüyoruz. Ama henüz insanımsıların olduğu dönemde bu niteliğe sahip değildi. "Odak noktası" dediğin doğaydı, evrimdi. Aslında genel tarih olarak değerlendirdiğimizde yine doğadır, evrimdir. Milyonlarca yıllık dönemde insanoğlunu öne çıkartan son 50 bin yıllık dönemdir. Ondan önce de yaşam vardı, ilişkiler vardı. Konuşma yoktu, isimlendirme yoktu ama hisler vardı, etkiler-tepkiler vardı. İnsanlar, doğanın kendilerine sundukları ortam ve şartlara göre biçimlendiler. Çevre şartlarına göre nitelik kazandılar. Mal-mülk edinmeleri, kavgaları-savaşları, cinayetleri, hırsızlıkları-arsızlıkları kendileri yaratmadılar. Hayvani özelliklerini sürdürdüler, geliştirdiler, modernleştirdiler.
  14. Ne başlığın ne anlama geldiğinden birşey anladım, ne de yazılardan. Saygıdeğer Evrensel-insan; Zevk mi alıyorsun okuyanlara işkence çektirmekten? Yahu tek bir cümleni anlayabilmek için 2 dk. sözcükleri tek tek düşünüp uğraşmak gerekiyor. Bize de yazık kardeşim ya! Okumak istiyoruz, tartışmak istiyoruz ama sen kapılarını kapatıyorsun. Lütfen! Bizi anla artık ve bu işkenceye son ver!
  15. Bağımsızlara oy verilmesi tercihine saygı duyarım. Ama bu çağrı yapan 330 aydın(!) sıfatlı kişilere aynı saygıyı duyamıyorum. Bunların çoğu bildiğimiz şu "yetmez ama evet"çiler.. %10 barajı antidemokratik bir uygulama. Büyük oranda iktidar partisine yarıyor. Barajı aşamayan partilere, kazanamayan bağımsızlara verilen oylar AKP hanesine yazılıyor. İlk iktidara geldiklerinde sadece %34 oyla mecliste 2/3 ezici üstünlüğe sahip olabilmişlerdi. Peki ama bu aydın(!)larımız anayasada 26 maddelik değişiklik yapılırken neredeydiler? Neden ısrarlı taleplerle %10 barajının kaldırılması, hiç olmazsa %3 ya da 5'e indirilmesi için ortaya çıkmadılar? Bu aydın(!)ları neden gazeteciler tutuklandığında, akademisyenlerimiz-aydınlarımız düzmece delillerle gözaltına alındığında-tutuklandığında, yazarlarımız 800 gündür hapislerde, 80 gündür zindanlarda çürütüldüğünde, basılmamış kitaba yasak konulduğunda ortalıkta göremiyoruz. %10 barajı için bağımsız aday yöntemi bir çözüm olarak görülmüş, BDP de bu yöntemle en az zararla kurtulabiliyor ve 25-30 milletvekili çıkarabiliyor. Ama yine zayıflar içinde güçlü olan kazanıyor. Diğer küçük partiler, %3-5 civarında olanlar ya da BDP organizasyonunda yer bulamayan bağımsızların yine şansı yok. Örneğin BDP bağımsızlarının YSK tarafından evrak eksiklikleri kriz yarattığında ve şiddetli olaylar çıktığında çözüm için seferber olunuldu. Ama diğer taraftan bazı adaylarının askerlik evrakları eksikliği bahane edilerek ÖDP'nin seçime girmesi engellendi. Ne bu aydınlardan bir tepki ne de medyadan bir ilgi gösterilmedi. Demek ki BDP barajı aşacak güçte olsa, ne BDP ne de bu aydın(!)lar barajı falan hiç umursamayacaklar. Siyasilerin çoğu kirlenmiş ama bu aydın(!)lar da pek temiz sayılmazlar. Dillerinde bir 28 şubat tutturdular, yıllarca ağızlarında sakız ettiler, dincilere destek verdiler. Yahu 28 Şubat'ta tek bir gazeteci dahi hapis yatmadı. Hiçbir yazarın, aydının, akademisyenin evi basılmadı. Hiç kimse 3-4 yıl boyunca zindanlarda çürütülmeye kalkışılmadı. Yaşadıkları dönemi, gözlerinin önünde cereyan eden adaletsizliği konu yapacaklarına, bunlara karşı duyarlı olacaklarına 15 yıl öncesini konuşup durdular. Hala bir kısmı iktidara yalakalık derecesinde çizgi izliyor. Ve eminim ki bir kısmı imza verdiği halde bağımsızlara değil, AKP'ye oy verecektir. Bu seçim, AKP'yi iktidardan indirebilecek bir fırsat değil belki ama AKP'nin meclisteki ezici üstünlüğüne son verebilecek bir seçim. Ülkenin bir dönemeçte olduğunun bilincinde olmalıyız ve seçimden sonra ele alınacak olan yeni anayasanın "AKP Anayasası" olmasını istemiyorsak, Tayyip Erdoğan'ın kafasındaki başkanlık sistemini ve giderek otoriterleşmeyi-despotlaşmayı hatta teokrasiye doğru yol almayı durdurmak istiyorsak oyumuzu doğru kullanmalıyız. Ehvenişer önermiyorum ama ayrıntılara, küçük hesaplara takılmayıp birlik anlayışı içinde hareket edilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu birlik, iktidara karşı saflaşma anlamındadır ve CHP etrafında da olabilir, bölgemizdeki güçlü bağımsız adayı ya da başka bir partiyi destekleyerek de olabilir. Ama kalkıp da geçmişteki gibi "CHP'ye vermektense AKP'yi tercih ederim" ve "AKP ileri demokrasiyi getiriyor" safsatalarıyla AKP'nin "ben yaptım oldu"cu ezici üstünlüğüne hizmet etmeyelim, destek vermeyelim.
  16. Atatürk'ün devrimci, değişimci, yenilikçi olduğu inkar edilmez bir gerçektir ve hemen her kesimce kabul görür. 1930'lu yıllarda tespit edilmiş olan ilkeleri-prensipleri de yerinde çakılı kalmaz ve çağdaş düşünceye uygun olarak yenilik kazanır. Hiç kimse "Atatürk yaşasaydı aynı prensipleri 30'larda olduğu gibi devam ettirirdi" diye düşünmesin, yanılır. 30'lu yıllara en uygun ve Osmanlı'nın küllerinden doğmuş yeni devletin ve oluşturulmaya çalışılan ulus bilincinin gereksinimiydi o ilkeler. Bugüne geldiğimizde o ilkelerden hiçbirinin sökülüp atılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü çağa, şartlara uyum sağlayacak nitelikte ilkelerdir. Sıradan bir özet yapayım. Bu ilkeler bir sistem öngörmez. Ekonomik sistem her ne olursa olsun, ister kapitalist düzende, ister sosyalist düzende, isterse bunlar içindeki karma ekonomi, sosyal demokrasi, sosyal liberalizm vb. ara sistemlerde bu prensiplerin sürdürülmesi esastır. Yani prensipler, farklı bir ideoloji, farklı bir sistem sunmaz. İdeoloji ya da sistem ne olursa olsun bu prensiplerden vazgeçilmemesi, sapılmaması amaçlanır. 1. Cumhuriyetçilik: Totaliter rejimlere yani halkın egemenliğine dayanmayan diktalara yönelmemek, demokrasiden asla vazgeçmemek. 2. Milliyetçilik: Ülkenin bağımsızlığını, halkının özgürlüğünü savunmaya yönelik yurtseverlik anlayışı. "Yurtta barış dünyada barış" ilkesi doğrultusunda çağdaş uygarlık seviyesine erişme düşüncesi. Geri kalmış ülkeyi kalkınmış, müreffeh ülke yapabilme ülküsü. 3. Devletçilik: Halkın sosyalleşmesini sağlamak, bireylerin el uzatmadıkları bölgelerde yatırımlar yaparak ülke genelinde sosyal dengeyi sağlamak, yoksulluğu ve geri kalmışlığı ortadan kaldırmak amacıyla devlet olanaklarından yararlanmak. Ekonomik gücü olanlar karşısında halkı ezdirmemek, adaleti ve fırsat eşitliğini sağlamak. 1930'lu yıllarda hür teşebbüs her alanda yatırım yapabilmekten yoksun olduğu için devlet gerek duyulan ihtiyaçlarda yatırım yapmak zorunda kalmıştı. Şeker-çimento fabrikalarından ayakkabı-kumaş fabrikalarına kadar olmadık üretimler devlet eliyle yapılmak durumundaydı. Artık o aşama tamamlanmış olup devletçiliği, bireylerin sağlayabileceği üretim teşebbüslerine dahil düşünmemek gerekir. Devlet, bireylerle rekabet içinde olamaz. Bireyin olmadığı alanlarda ve gereken hizmetlerde yer alır. Ve zaman içinde bireyleri o alanlarda yer almaya teşvik eder, dönüşüm yapar, el değiştirir. Tabi ayrımcılık yaparak, yandaşlara peşkeş çekerek değil. Sosyalist düzende ise bireylerin yerini kamu alacaktır. Devletleştirilmiş kurumlar, kamusal birliklere, işçi ya da köylü kolektiflerine, kolhozlara ve diğer çeşitli kooperatiflere aktarılacak, devletin kontrol ve denetiminde işletilmeye devam edileceklerdir. 4. Halkçılık: Kayıtsız şartsız halkın egemenliğinden yana olmak. Halk için, halkın huzuru ve mutluluğu için çalışmak. Halkın her bireyini hiçbir ırk, din, dil, kültür ayrımı gözetmeksizin devlet ve ülke olanaklarından yararlandırmak. Hiçbir sınıfın üstünlüğünü kabul etmemek, halkın her kesimini eşit görmek, sınıflar arasındaki farkı kapatarak, adil bir paylaşım sağlamak. Halkçılık ilkesi de devletçilikle birlikte düşünülmelidir. Devlet, halk için var olmalı ve halkın yararları doğrultusunda görev yapmalı, sosyal devlet olmalıdır. Halk içinde ayrımcılık uygulayan, halkın bir kesimini diğer kesim üzerinde üstün tutan ve böylelikle adalet-eşitlik ilkesini çiğneyen bir yönetim halkçı olarak nitelenemez. Cumhuriyet dönemi boyunca halkçılık ilkesinin soyut kaldığı ve doğru uygulanmadığı bir gerçektir. Ama önemli olan asıl amaçtır ve doğru uygulamayı hedef edinmektir. Sosyalizm de birçok ülkede doğru uygulanmamıştır. Ama bu sosyalizmin yanlış olduğu anlamı taşımaz. Halkçılık doğru bir prensiptir ve ekonomik sistem ne olursa olsun bu prensipten vazgeçilmemesi gerekir. Hiçbir sosyalist halkçılık prensibine karşı çıkmaz ve bu prensip, sosyalizmin olmazsa olmazlarındandır. 5. Laiklik: Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak. Devlete, siyasete, kanunlara dini-dinsel öğeleri karıştırmamak, din ve inançlar konusunda tamamen tarafsız olmak. Diyanet işleri laiklik konusunda bir handikap olmuştur. Aynı sanayinin olmamasından dolayı devletçiliğe ağırlık verilmesi zorunluluğu gibi, sünni mezhebin egemenliği, tarikat ve cemaatlerin etkinliği nedeniyle din işleri serbest bırakılamamış, devlet eliyle yönlendirilmek zorunda kalınmıştır. Gerçek anlamda laik olunabilmesi için bu risk ve manilerin ortadan kaldırılmasını takiben Diyanet işlerinin devletten terki gerekmektedir. 6. Devrimcilik: Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda çağın gerektirdiği her türlü değişimi gerçekleştirmek, çağdışı niteliklerden ve geri kalmışlıktan kurtulmak için sürekli ileriye ve yeniliğe atılım yapmak, aklı ve bilimi esas alarak toplumun yararları doğrultusunda sürekli bir gelişime ve değişime açık olmaktır. Çağa, uygarlığa, modern yasalara direnip tutucu-gerici-muhafazakar tutumlar içinde olmamak, popülist politikalar yerine akılcı, bilimsel politikalar uygulamak, bilimin ve teknolojinin getirdiği her türlü olanaktan yararlanmaktır. İlkelere doğru uygulanmıyor diye karşı çıkmak yerine, doğru uygulanabilmesi için mücadele vermek gerekir. Örneğin laiklik ilkesi, doğru uygulanmadığı için karşı çıkılacak bir ilke değildir, diğer ilkeler de öyle. Ama ilkeler içinde diyelim ki "Bireycilik" olsaydı, bu tartışılabilir ve doğru olmadığı ortaya konulabilirdi. Ayrıca illa 6 ilke olacak diye bir şart yok, çoğaltılabilir. Atatürkçü düşünce çerçevesinde barışçılık, bağımsızlıkçılık vs. eklenebilir. Ya da her insan kendine göre, yapısına-dünya görüşüne göre ilkeler oluşturabilir. Örneğin hümanistlik, enternasyonalistlik gibi ilkeleri katabilir. Şimdi bu prensiplerin hangisinin geçersiz olduğu, doğru olmadığı, çağdışı kaldığı ileri sürülebilir? Bu prensiplerin nesi yanlıştır ve hangisinin yerine ne gelmelidir?
  17. Prof. Arnold LUDWIG'e bir yerlerden Kemalistlik bulaşmış olmalı. Ludwig gibileri dünyada çok fazla. İçimizdeki Fransızlar, onlar kadar Atatürk'ü ve yaptıklarını anlayamamış, değerini bilememişler. Fidel Castro gibi, Atatürk'ten daha fazla tanınan bir devrimci kalkmış; "Ben Atatürk'ün yaptığı devrimleri başaramazdım" demiş. Aziz Nesin kalkmış: "Geçmişte Atatürk'ü eleştirdiğimden dolayı utanıyorum artık. Gün geçtikçe gözümde çok daha büyüyor." demiş. Yaşar Kemal kalkmış: "Elimde olsa, gücüm olsa İnce Memed destanını yazdığım gibi, Mustafa Kemal destanını da yazmayı çok isterdim." demiş. Şimdi "bugün olsaydı, o da başarılı olamazdı" diyenleri görünce şaşıyor insan. 80 yıl öncesinde, o günün geri toplumunda, o dönemin şartlarında akılalmaz yenilikleri ve devrimleri başarabilmiş insan için bu söylenebilir mi? Herhalde Özal'la, Demirel'le, RTE ile, Baykal'la yakın özellikte görüyorlar Atatürk'ü? Hiç tanıyamamış, anlayamamış oldukları buradan belli.
  18. Ezanın Arapça okunması bir özgürlük değil, tersine Türk halkına, Türk diline bir zincirdir. Mesele dil devriminin uzantısıydı, anadilde ibadetti. Ama dinciler tarafından halkın önemli bir kesimine Arapça'nın kutsallığı öylesine giydirilmiştir ki söküp atmak olanaksız hale gelmiştir. Halbuki diğer dinlerin hiçbirinde bu denli milliyetçi bir uygulama zorunluluğu yoktur. İslam'da da illa Arapça olacak diye bir kayıt olmamasına rağmen böyle yerleştirilmiştir. Arapça okunmasını isteyenler için bir özgürlükse, Türkçe okunmasını isteyenler için özgürlük kısıtlamasıdır. Bugün bırakın insanların Türkçe okunmasını teklif etmesini, desibelini aşan camilerde sesin kısılmasını bile talep edemez durumdadır. O dönemde hoparlör yoktu, sonradan yaygınlaştı ve İran'da bile cami dışına ezan okunmazken ülkemizde bangır bangır bağırtılıyor. Üstelik de şehirlerde bir evin yakınında 5-10 camiden birden. Bilhassa sabahın sessizliğinde okunan ezan 3-5 ihtiyar camiye gidecek diye bütün insanları rahatsız ediyor. Ama dile getirilemiyor, çünkü kutsal. Asıl bu kutsallar özgürlükleri kısıtlıyor. Ezanın Türkçe okunmasını kısıtlayan kanun yok. Peki Türkçe isteyenlerin çoğunluk olduğu bölgelerde nasıl uygulanacak? Buna imkan sağlayıp mahallelerde oylamaya gidildiğini varsayalım. Örneğin İstanbul'da Beşiktaş, Bakırköy, Kadıköy ilçelerinin bazı mahallelerinde Türkçe istenmiş olsun. O camilere rahat verileceğini sanmak mümkün mü? Aynı şekilde hükümetler hoparlörü oylamaya sunarlar mı hiç? Mümkün değil. Dinci iktidarlar zaten bunlardan prim topluyor. "Ezanı susturmayız, ezanın sesini kıstırmayız" laflarını az duymadık. Bence Ezanın Türkçe okunmasından ziyade, hoparlörsüz okunması çok daha önemli. Zaten namaz Arapça olduktan sonra, ezan Türkçe olsa ne farkeder? Bir de şimdi Kürtçe konusu var ki, hepten probleme dönüşür. Keşke hoparlörle ezan Atatürk zamanında olsaydı da; Yasaklanan hoparlör olsaydı. O yasak bir daha kaldırılamazdı üstelik, çünkü dine aykırılığına dair açıklaması da mümkün.
  19. Siyasal İslamın hedefi İslam düzeni ve İslam birliğidir. Teokrasi İslam düzeninin karşılığı olan yönetim şeklidir. Teokrasiyi "ruhbanların yönetimi" diye tanımlamak eksik ve hatalıdır. Bu durumda "İslamda ruhban sınıfı yoktur" zihniyetiyle "Öyleyse teokrasi de olmaz" sonucuna varılır. Teokrasi dine dayalı yönetim biçimidir. Din adamlarının, dini otoritelerin egemenliğidir. İlla din adamlarının yönetimde olması gerekmez. Nasıl ki burjuva egemenliği denince yönetimde direk patronlar olmuyorsa, proleterya egemenliği denince direk işçiler olmuyorsa, teokraside de direk ruhbanların, din adamlarının olması gerekmez. Çağdaş anlayışların, modern yasaların yerini ilkel anlayışlar ve dine-din kitabına yakın yasalar aldıkça teokrasi yerleşiyor demektir. Örneğin "Ulemaya soralım" gibi tekliflerde bulunan ya da "Statükonun Allah'ı Ankara'da" ifadesini Allah'a hakaret olarak yansıtan politikacıların sadece oy avcılığı yaptığını düşünmek biraz saflık olur. Bu söylemler, teokrasiye geçişin zeminini hazırlar. İnternete sansürde pornonun baş konu olmasında AKP samimidir. Asıl amaç pornodur. Ama elbette porno sansürünün yanında rahatsızlık duydukları dini ve siyasi konulara da el atacakları kesindir. Başlangıçta olmasa bile zaman içinde bunu yapacaklardır. Çünkü İslamcılarda rahatsızlıkların sonu gelmez. Öncelikli konulardan başlayıp sırasıyla diğerlerini ele alırlar. Diğerlerinin başında İslam karşıtı gördükleri yayınlar, AKP ve cemaat karşıtı görülen siteler gelecektir. Siyasal İslam'ın yeşerdiği ilk yıllardan itibaren İslamcıların temel politikalarından biri "Önce Ahlak" olmuştur. Gül, Erdoğan ve Arınç'lar bu politikalarla yoğrularak bugüne gelmişlerdir ve bugün bu yöndeki taleplere duyarsız kalamazlar. Siyasal İslamcılar için ahlakta son hedef haremlik-selamlık ve tam tesettürdür. Bu son hedefe ulaşmada toplumda ahlaksızlık olarak nitelenen, halkın tasvip edebileceği en uç konu olan pornodan başlanır, sokakta-parkta sarmaş dolaş öpüşmekten, tv film ve dizilerindeki açık sahnelerle devam edilir. Bu konularda halktan destek bulur, mutaasıp ve muhafazakar olmayan kesim bile bu uygulamalara tepki vermez. Çünkü ahlak bir tabu gibidir ve gösterilen tepkinin ahlaksızlıktan yana olması olarak görüleceği düşüncesi tepkileri frenler. Bu durum siyasal İslamcıların elini güçlendirir ve giderek müdahale dozlarını arttırırlar. Artık filmlerde masum bir öpüşme sahnesi, sokaklarda elele tutuşmak bile olanaksız olduğunda haremlik-selamlığa ve açıklık yasaklarına dur diyebilecek olan güç yetersiz hale gelmiş olacaktır. Cinsel yaşam doğanın kanunu ve yaşamın bir parçasıdır. Toplumlar huzurları açısından cinsel konuları aile-akraba, komşu çevresi içinde açık-serbest konuşulan konu olmaktan çıkarmış, bu konuları mahrem kabul ederek kamufle etmişlerdir. Açık hale gelen bir cinsel konu ile karşılaşıldığında bu durum sıradan insanlar tarafından gülünç-komik karşılanır ya da ayıplanır. Ama dindarlar tepkiyle karşılarlar ve tahammül etmezler. Diğer yandan bu konulara ihtiyaç duyan ve tercih edenler sex filmlerinin olduğu sinemalara gider, sex kitapları okur, porno sitelere girer, porno filmleri izlerler. Gençler ve eşler aralarında konuşur, fıkralar anlatır, sohbetini yaparlar. Tercih etmeyen gitmez, izlemez, konuşmaz. Önemli olan bunların ortalıkta, herkesin gözü önünde olmamasıdır. Çocukların görebileceği ortam ve saatlerde yer almamasıdır.
  20. panteidar

    Geronimo

    1863 – Kızılderililerin beyaz adamın kafa derisini yüzmeye meraklı oldukları bilinir. Oysa işin aslı şudur: 1863 yılının Temmuz günlerinde Navaholar ile general Carleton arasındaki gerginlik sürmektedir. Soluk benizliler Navaholar’ı yıldırmak için hayvanlarına el koymaya, ekinlerini yakmaya başlar. Ama, bir grup Navaho savaşçısı Canby Kalesi’ni basarak koyunlarını, keçilerini geri alırlar. General Carleton, 18 Ağustos’ta askerlerine, getirdikleri her Kızılderili atı ya da katırına yirmi dolar, her koyuna ise bir dolar ödeneceğini duyurur. Yirmi dolar aylık alan askerler gözü dönmüş bir şekilde köylere saldırırlar. Ve öldürülen Navaholar’ın kırmızı bir iple bağladıkları uzun, siyah saçları askerler tarafından kesilir. Zaman ilerledikçe Kızılderililerin kafa derilerine ödül koyma alışkanlığı yaygınlaşır. Amerika’nın gerçek sahipleri hastalık, açlık, sürgün, tecavüz, işkence dışında beyaz adamdan yeni bir şey öğrenirler: Kafa derisi yüzme. 1864 – Kum Deresi Katliamı. Albay Chivington, Cheyenne Reisi Kara Kazan’ın köyünü basıyor. 28′i erkek 133 Kızılderili öldürülüyor. 1866 – Kızıl Bulut önderliğindeki Siouxlar topraklarından yol geçirip (Bozeman Yolu) kale yapmak isteyen askerlerle çatışıyor. 80 Asker ölüyor. 1867 – ABD 7 milyon dolar karşılığında Alaska’yı satın alıyor. 1868 – Washita Katliamı. Albay Custer komutasındaki Süvari Alayı suçsuz bir Cheyenne köyüne daha saldırıyor. Kara Kazan dahil 11′i savaşçı 103 kişi öldürülüyor. 1869 – Güneyli Cheyenneler, Arapaho ve Comanche ittifakı yenilgiye uğruyor. Savaş reisleri Gaga Burun ve Uzun Boğa öldürülüyor. Teslim olan Comanche reisi Tosawi’ye ” En iyi Kızılderili ölü bir Kızılderilidir!” sözü sarfediliyor. 1871 – Texas’ta yabansığırları alanında başlayan büyük savaş 4 yıl boyunca aralıklı olarak sürüyor. Texas’lılar Kiowa-Comanche ittifakını çökertiyor. Bütün önemli liderler yakalanıyor. 1876 – Custer’in süvari alayı bu kez little Bighorn’da saldırıyor ancak Oturan Boğa ve çılgın At tarafından karşılanıyor ve çarpışmada Amerikan askerlerinin tümü ölüyor. 1878 – Cheyenne sonbaharı. Sürgündeki 300 Cheyenne yurtlarına dönebilmek için son bir mücadeleye girişiyor. Büyük çoğunluğu açlık, soğuk ve kurşunlara yenik düşüyor. 1881 – Oturan Boğa teslim oluyor. 1886 – 15 yıldır savaşan Apache reisi Geronimo teslim oluyor. 1890 – Kızılderililer arasında beyaz adamı topraklarından kovacak bir kurtarıcının geleceği inancı doğar. Bu inancın ortaya çıkardığı Hayalet Dansı gittikçe yaygınlaşır. Amerikan Hükümeti Hayalet dansından korkarak orduyu Kızılderililer’in üstüne salar. Yaralı Diz’de bulunan 350 kadın, erkek ve çocuktan yaklaşık 300 ‘ü öldürülür. Katliamı yaşayan Kara Geyik o gün bir başka şeyin daha öldüğünü söyler: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet bir halkın düşü öldü orada…” 1909 – Geronimo ve büyük reis Kızıl Bulut aynı tarihte hayata veda eder. Yazımızı Kızılderililerin bilge sözleriyle noktalayalım: * Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; “Topraklarınızı alacağız” dediler ve aldılar. * Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenemeyen bir şey olduğunu anlayacak.
  21. panteidar

    Geronimo

    1832 – Kara Şahin Savaşı: Nisan 1832′nin başında, Reis Black Hawk tarafından yönetilen, Soux ve Foux kızılderili kabilelerini, 1804 yılında imzalanan ve pek çok toprağı ellerinden alan anlaşmada kaybettikleri yerler için ayaklandılar. İlk savaşı Kızılderililer kazandılarsa da, daha sonra ABD birliklerinin baskınına uğradılar ve büyük kayıplar verdiler. ABD birlikleri daha sonra kabilelerin yerleşim bölgelerini basarak sivillere saldırdı. 1000’e yakın yerli sistemli şekilde katledildi. 1837 – Seminole Reisi Osceola ve diğer Kızılderili reisleri beyaz bayrakla görüşmeye gidiyor ama tutuklanıyorlar. Hemen ardından Okeechobee Gölü Savaşı’yla Seminole halkı teslim oluyor. 1838 – Tehcir uygulamasında Gözyaşı Yolu olarak adlandırılan sürgün yolunda binlerce Kızılderili yaşamını yitirdi. 17.000 Cherokee’den 8.000’i Gözyaşı Patikasında öldü. Dondurucu yağmur ve soğukta yürümeye zorlanan Kızılderililer bozuk un ve kokmuş etle besleniyorlardı. Bu “ölüm yürüyüşü” sonunda Kızılderili bölgesine vardıklarında ise, çok daha fazlası öldürücü hastalıklara ve açlığa yenik düştüler. Başkanlık emriyle bu ölüm yürüyüşleri diğer yerlerde de sürdürüldü. Chicksawlar, Choktowlar gibi Kızılderili halkları da 1830’larda ata yurtlarından kovuldular. Bu süreçte, Creekler, Seminoleler ve Chorokeelerin ölüm oranları diğerlerine göre daha da yükseldi. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım olarak dağıtılan battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılarak çok sayıda insanın öldürülmesi sağlanmıştı. İlk biyolojik silahın böylelikle Kızılderililer üzerinde uygulandığı öne sürülür. 1845 – John L. O’Sullivan Kader Bildirisini kaleme alıyor. Amerikan topraklarının zenginliklerini değerlendirmek ve yerli halkları uygarlaştırmak beyazların kaderi ilan ediliyor. 1849 – Altın bulunan Kaliforniya’ya büyük bir göç dalgası yaşanıyor. 1850 – Kızılderililerin ellerinde kalan bölgelerden dördü daha alınıp yeni eyaletler oluşturuluyor. 1861 – Kuzeyliler ile Güneyliler arasında Amerikan iç savaşı çıkıyor. Bu korkunç savaşta toplam nüfusu yaklaşık 32 milyon olan ABD’nin ölü sayısı 620.000’e ulaştı. 4 yıl süren savaşın ortasında başkan Abraham Lincoln, tüm ayaklanma bölgelerinde köleliğin kaldırıldığını ilan ederek özgürlük bildirgesini yayınladı. 2 yıl sonra suikaste kurban gitti. 90 yıl sonra suikastin ardında kendi savunma bakanı ve gizli servis olduğu anlaşıldı.
  22. panteidar

    Geronimo

    1803 – Başkan Jefferson 80 milyon frank karşılığında Napolyon’dan Loisiana’yı satın alarak Birleşik Devletler topraklarını iki katına çıkarır. 1807 -Başkan Jefferson Savaş Bakanına bölgelerindeki Amerikan yayılmasına direnen her Kızılderili’nin “balta” ile karşılanması gerektiğinin emrini vermişti. “Ve… Eğer herhangi bir Kızılderili kabilesine karşı baltamızı kaldırmak zorunda kalırsak, o kabilenin kökü kazınıncaya veya Missisipi’nin ötesine atılıncaya dek indirmeyeceğiz. Savaşta bazılarımız ölecek; ancak onların hepsini yok edeceğiz.” diyordu. 1809 – Shawnee Reisi Tecumseh Mississippi’nin batısındaki yerli kabilelerini birleştirerek, beyazları topraklarından atmaya çalışıyor. Sonuç yenilgi ve yıkım… 1812 – Başkan Jefferson, Beyaz Amerikalıların, “geri kalmış Kızılderilileri, orman hayvanlarıyla birlikte Stony Dağlarına sürmek zorunda kaldığını” bildiriyordu. Bir yıl sonra ise, “Amerikan hükümetinin önünde Kızılderilileri yok edene dek peşini bırakmamaktan veya onları gözümüzün göremeyeceği yeni yerleşim yerlerine sürmekten başka bir seçenek olmadığını” belirtiyordu. Gerçekten, Jeffferson’un Kızılderililer hakkındaki düşünceleri; “Yeryüzünden silinmek” veya “Amerikalıların yolundan çekilmek” olmak üzere Yerlilere yalnızca iki seçenek sunulduğunu belirten açık söylemlerle doludur. 1813 – Alabama’da Creeklere karşı çıkan savaş iki taraf içinde kanlı neticelendi. 1817 – Geleceğin Başkanı Andrew Jackson, Florida’daki Seminolelerin çoğunu bölgeden sürüyor ve Keskin Bıçak lakabını alıyor. 1824 – Sequoyah, babası beyaz olan bir melezdi. Kızılderililerin mücadelesine sadık kaldı ve beyaz adamın üstünlüğünün eğitiminde olduğunu gördü ve Kızılderili alfabesi üzerinde çalıştı. Ve sonunda Cherokee alfabesini yarattı. 1830 – Kızılderili tehcir yasası çıkarıldı.Başkan Andrew Jackson’ın ateşli mücadelesi sonucunda Kongre’den geçti. Buna göre Doğu’daki bütün kabileler yurtlarını bırakıp Batı’da onlara ayrılmış olan topraklara yerleşecekti. İlerleyen yıllarda bütün kabileler, topraklarını, bulunduklar eyaletlere bırakan anlaşmalara imza koymak zorun kaldılar ve şu ya da bu şekilde toplama bölgelerine sürüldüler.
  23. panteidar

    Geronimo

    17. ve 18. yüzyıl sömürgecilerin, servet ve macera peşinde koşan Avrupalıların Amerika kıtasına büyük göçünü yaşadı. Kıtanın yerlilerini katlederek topraklarına el koyan bu sömürgecilerin çoğunluğu İspanyol, Portekiz, İngiliz, Fransız ve İtalyan’lardan oluşmaktaydı. Ama asıl hakim güç İngilizlerdi. Sömürgeciler ulaşabildikleri bölgeleri parsel parsel paylaştılar. Ve zaman içinde kendilerine ait koloniler oluşturdular. Günümüzün ABD’sinin temeli bu sömürgeci katliamcılar tarafından atıldı. Yani, bir anlamda ABD daha kurulurken emperyalist zihniyete sahipti. 1750 - Sömürgecilerin koloni sayısı 13’ü bulmuştu. Nüfusları ise 2 milyonu aşmıştı. 1760 – Koloniler kendi devletlerine bağlıydılar. Örneğin İngiliz kolonisi Birleşik Krallık tarafından yönetilmekteydi. Krallığın kanunlarına ve vergilerine tabi idiler. Avrupa’da “Yedi yıl Savaşları” İngiliz ekonomisini zor duruma sokunca vergiler arttırıldı. Koloniler bundan rahatsız oldular ve zaten düşünmekte oldukları bağımsızlık için çalışmaya başladılar. 1776 – Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi okunarak, 4 Temmuz’da ABD’nin kuruluşu için ilk adım atıldı. Koloni güçleri ile İngiltere arasında savaş başladı ve 6 yıl sürdü. Koloni güçlerinin başında George Washington vardı. 1783’de bağımsızlıkları tanındı. 1787’de ise resmi olarak eyaletlerden oluşan ABD kuruldu. 1779 - Amerika’nın kurucu babası George Washington; Tümgeneral John Sullivon’a Iroquoilor’a saldırıp, “Yöredeki bütün yerleşim yerleri tamamen harabeye dönene kadar da barış amaçlı hiçbir görüşme önerisini dinlememe” emri verdi. Sullivan emredildiği gibi yaptı ve ilk raporunda açıklandığı gibi, “ O güzel bölgenin bütünü, bahçe görünümünden sıkıntılı ve iğrenç bir harabeye” çevirerek yerlilerin “geçimlerini sağlayan her şeyi yıkıp, yok ettiğini” bildirdi. Ona göre, Kızılderililer bir “yok etme savaşında vahşi hayvanlar gibi avlanmışlardır.” 1783 - Yapılan vahşet başkan Washington tarafından da onaylanmaktaydı. Çünkü Washington’un 1783’te söylediğine göre; “Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.”
  24. panteidar

    Geronimo

    1630 : Koloniciler insanlara ve vahşi olmayan hayvanlara karşı silah kullanımını yasaklıyor. Kızılderililer vahşi hayvanlar kategorisinde görülüyor ve Kızılderililer, kurt vb. vahşi hayvanlar yasaktan muaf tutuluyor. 1637 : New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri Pequot Kızılderililerinin yok edilmesiydi. Sömürgeci Protestan Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: “Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, şükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.” Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' diye yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Tevrat’tan kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Tevrat’tan aldıkları düşünce ise şudur: “Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmiş halkına ait olan Vaadedilmiş Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek”. Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, Kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Tevrat emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, Kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir başka Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyordu. Katliamı uygulayanlar ise 'Yehova'nın övgüsüne layık' oluyorlardı. 1643 - Güney Manhattan'da Hollandalı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi: "Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı.Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.” 1675 : Kral Philip Savaşı olarak adlandırılan savaşta, Norrogonsettler ve Wonpanoaqlar gibi kabileler acımasız bir biçimde yok edildiler. Tarihçilerin aktardıklarına göre; “Bu, İngiliz askerlerinin kudurmuş gibi çevreye saldırarak yaralı, erkek, kadın ve çocuk ayırt etmeden öldürdükleri, kamplarını ateşe verip, Kızılderilileri yaktıkları bir 17. yüzyıl MyLaisi’ydi.” Papaz Cotton Mather de, bu kıyımı bir “barbekü” olarak adlandırıyordu! Kızılderili avı o dönemde –tehlikenin çok az olması dolayısıyla- New England’da popüler bir spor olmuştu! Douglas Edward Leach’a göre, “Bu öldürme ve kıyımlar kuşkusuz Tanrı’nın iradesiydi.” Bir başka yazar da bu ortak düşünceyi şu sözlerle açıklıyordu: “Efendimiz İsa, onları önünde diz çöktürüp kahretti.”
  25. Bugün devrimci üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin inan'ın İdamlarının yıldönümü... Aşkolsun size çocuklar! En uzun koşunun en güzel 100 metresini siz koştunuz! http://www.youtube.com/watch?v=K3KJmVSnFRE&feature=related%22]http://www.youtube.c...feature=related[/url] ''Delikanlım, iyi bak yıldızlara. Onları belki bir daha göremezsin. Belki bir daha yıldızların ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin Delikanlım, sen ki, ya bir köşe başında Kaşından kan sızarak gebereceksin Ya da bir devrimci gibi darağacında can vereceksin.'' Bugünün ayrı bir anlamı daha var. Üç fidanın avukatlığını yapan Halit Çelenk, tam da onların toprağa verildiği gün toprağa verildi. Son günlerinde yanlarındaydı, haykırışlarında yanlarındaydı, acılı anlarında yanlarındaydı, son nefeslerinde yanlarındaydı. Şimdi aynı günde yanlarına gitti. O daima Denizlerin kavgasının avukatı olarak anılacak.
×
×
  • Create New...