Jump to content

Valery Legasov

Members
  • İçerik sayısı

    73
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    8

Everything posted by Valery Legasov

  1. Hendek Savaşı'nda Müslümanların 3.000, müşriklerin ise 10.000 kişilik bir ordusunun olduğu aktarılmaktadır. Ancak dikkat çekici bir durum vardır: Müslümanlardan sadece 5-6 kişi, müşriklerden ise 3 kişi hayatını kaybetmiştir. Yani 3.000 kişilik bir ordu ile 10.000 kişilik bir ordu arasında gerçekleşen bir çatışmada sadece 8-9 kişinin ölmesi oldukça düşündürücüdür...
  2. İbn Kesir'in "Tefsir" adlı eserinde Ebu Bekir'in bahsi kaybettiği ile ilgili hadis; Ebu îsâ et-Tirmizî der ki: Bize Muhammed İbn İsmail'in... Niyâr İbn Mükram el-Eslemf den rivayetine göre o, şöyle anlatmış: «Elif, Lam, Mîm. Rumlar yenildiler. Yakm bir yerde... Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde.» âyetleri nazil olduğunda İran'lılar Rumlara gâlib idiler. Müslümanlar Rumların onları yenmele­rini arzu ediyorlardı. Çünkü kendileri de onlar da kitâb ehli idi­ler. «O gün mü'minler de sevinecekler. Allah'ın yardımı ile... O, dile­diğine yardım eder ve Azîz'dir, Rahîm'dir.» âyeti bunun hakkındadır. Kureyş ise İran'lıların gâlib gelmesini istiyordu. Çünkü onlar ve İran'­lılar kitâb ehli olmadıkları gibi yeniden diriltilmeye de inanmıyorlardı. Allah Teâlâ bu âyeti indirdiği zaman Ebubekir çıkıp Mekke'nin muh­telif yerlerinde yüksek sesle: «Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde... Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde...» âyetlerini okudu. Kureyş'ten bazı kimseler Ebubekir'e: Bu bizimle senin arandadır. Arkadaşın Rumların birkaç yıl içinde İran'lı­lan yeneceğini sanıyor. Bunun üzerine bahse tutuşmaya var mısın? de­diler. Ebubekir: Evet, tutuşalım, dedi. Bu bahse girmenin haram kılın­masından önceydi. Ebubekir ve müşrikler bahse tutuşup bahse konu şeyleri karşılıklı olarak (bir yed-i emîne) bıraktılar. Ve Ebubekir'e: Bu birkaç yılı kaç sene yapalım; (birkaç yıl ta'bîri bizim aramızda) üç yıl­dan dokuz yıla kadardır. Bizimle aranda orta bir mikdâr söyle de onda karâr kılalım, dediler. Aralarında altı yıllık bir süre tesbît ettiler. Altı yıl geçtiği halde Rumlar gâlib gelemediler. Müşrikler bahsi kazandılar. Yedinci sene girince Rumlar İran'lılara gâlib geldiler. Müslümanlar altı sene süre koymasından dolayı Ebubekir'i ayıpladılar. Ebubekir: (Altı sene koymuştum) Çünkü Allah Teâlâ: «Birkaç yıl içinde...» bu­yurmuştu, dedi. İşte o zaman birçok kişi müslüman oldu. Tirmizî, ha­dîsi bu ifâdelerle zikrettikten sonra şöyle der: Bu hasen, sahîh bir ha­dîstir. Sâdece Abdurrahmân İbn Ebu Zinâd kanalından rivâyetiyle bi­liyoruz. Hadîsin bir benzeri mürsel olarak İkrime, Şa'bî, Mücâhid, Ka-tâde, Süddî, Zührî ve başkaları tarafından rivayet edildiği gibi tabiîn'den bir cemaattan da rivayet edilmiştir. III. (IX.) yüzyılda hasen terimi, özellikle Tirmizi tarafından farklı terimlerle birlikte kullanılmıştır. Ancak bu dönemde, hasen teriminin anlamı hakkında net bir açıklama yapılmadığı için, zamanla farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu terimler arasında hasen-sahih, hasen-ceyyid, hasen-garîb, hasen-sahih-garîb ve sahih-garîb gibi kategoriler bulunmaktadır. Hasen-sahih terimi, dört farklı şekilde kullanılmıştır: 1) Hasen, kelime anlamı olarak iyi ve sahih anlamında kullanılmıştır. 2) Bir hadis iki farklı rivayetle gelmiş ve biri sahih, diğeri hasen olarak kabul edilmiştir. 3) Rivayetçi gruplarından bazıları hasen, bazıları ise sahih olarak kabul edilmiştir. 4) Hadisin hasen veya sahih olup olmadığı konusunda kesin bir görüş birliği sağlanamamıştır. En isabetli kullanım, "Hadis iki tarikten rivayet edilmiştir, birine göre sahih, diğerine göre hasen" ifadesidir. Tirmizi, bir hadisin birden fazla rivayetinin olduğunu ve hasen hadisin sahih seviyesine ulaşmadığını belirtmiştir. Dolayısıyla, "hasen-sahih" denildiğinde, hadisin sahih seviyesine yakın olduğu ve birden fazla tarikinin bulunduğu ifade edilmektedir. Atâ el-Horasânî der ki: Bana Yahya İbn Ya’mûr’un rivayetine göre Kayser Rûm ordusu ile Katame denilen bir adamı, Kisrâ da Şehrîrâz’ı göndermişti. Ezruât ve Busrâ’da karşılaştılar. Orası Şam’ın size en yakın olan yeridir. Rumlarla karşılaştıklarında İranlılar gâlip geldiler. Kureyş kâfirleri buna sevinirken müslümanlar üzüldüler. İkrime der ki: Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.)in ashabı ile karşılaştılar ve: Siz kitap ehlisiniz. Hıristiyanlar da kitap ehlidir. Biz ise ümmîleriz. Bizim İranlı kardeşlerimiz sizin kitap ehli kardeşlerinize üstün geldiler. Şayet siz de bizimle savaşacak olursanız şüphesiz biz size galip geleceğiz, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Elif, Lam, Mîm. Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde… Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde… Eninde sonunda buyruk Allah’ındır. O gün mü’minler de sevinecekler. Allah’ın yardımı ile… O, dilediğine yardım eder ve Azîz’dir, Rahîm’dir» âyetlerini indirdi. Ebubekir es-Sıddîk, kâfirlere karşı çıkıp: Kardeşlerinizin bizim kardeşlerimize galip gelmesine mi sevindiniz? Hiç sevinmeyin. Allah’a yemin ederim ki, şüphesiz Allah, Rumları İranlılara galip getirecektir. Bize bunu peygamberimiz (s.a.) haber verdi, dedi. Übeyy b. Halef, Hz. Ebubekir’in karşısına dikilip: Ey Ebu Fudayl, yalan söyledin, dedi. Ebubekir de ona: Ey Allah’ın düşmanı, sen daha çok yalancısın, dedi. Übeyy b. Halef: Benden on genç deve, senden de on genç deve, haydi bahse girelim. Üç seneye kadar eğer Rumlar İranlıları yenerse ben kaybedeceğim, İranlılar üstün gelirse sen kaybedeceksin, dedi. Sonra Ebubekir Hz. Peygamber (s.a.)e gelip bunu haber verdi. Allah Rasûlü: Bu, senin söylediğin gibi değildir. (Bizim dilimizdeki) birkaç yıl, üç ilâ dokuz sene arasıdır. Bahse konu olan şeyleri artır, süreyi de uzat, buyurdu. Ebubekir çıkıp Übeyy’e rastladı. Übeyy: Herhalde pişman olmuşsundur, dedi. Ebubekir: Hayır dedi, gel bahsi artıralım ve süreyi uzatalım. Dokuz seneye kadar olmak üzere yüz genç deve benden, yüz genç deve senden, bahse girelim, dedi. Übeyy de: Pekiyi kabul, dedi. Bu süreden önce Rumlar İranlıları yendiler ve müslümanlar müşriklere (bahiste) üstün geldiler. Değerli dostlar, ilk paylaştığım hadis Tirmizi'ye aittir. Tirmizi, bu hadiste Ebu Bekir'in iddiayı kaybettiğini ve Müslümanlar tarafından ayıplandığını aktarır. Tirmizi, bu hadis için "hasen-sahih bir hadis" demiştir. Hasen-sahih ifadesi ise, hadisin sahih seviyesine yakın olduğunu, yani güvenilirliğinin yüksek olduğunu ifade eder. İkinci paylaştığım hadis ise Atâ bin Meysere el-Horasânî'ye aittir. Bu hadise görede Ebu Bekir iddiayı kazanmıştır ama bu hadiste şöyle ilginç bir durum vardır; "Kayser, Rûm ordusu ile Katame denilen bir adamı, Kisra da Şehriraz’a göndermişti" ifadesi geçmektedir. Kisra da Şehriraz, Sasani kral isimlerinden Hüsrev’in Süryânîce’deki Kesrô (Kôsrô) şeklinden Arapçalaştırılmış halidir. Bu hadise göre, Rûm orduları ve Kisrâ da Şehrîrâz yani II. Hüsrev (ve onun Pers orduları), Ezruât ve Busra'da karşılaşmışlardır. Bu karşılaşma için ise "Orası Şam’ın size en yakın olan yeridir." ifadesi kullanılmıştır. Sonrasında ise "Rumlarla karşılaştıklarında İranlılar gâlip geldiler." şeklinde bir ifade yer almaktadır. İşte tam olarak bu kısımda, Rum Suresi'ndeki "Rumlar yenildiler. Yakın bir yerde…" ifadesine gönderme yapılmıştır! Peki, Ezruât ve Busra tam olarak nerede? Ezruât'ın nerede olduğuna dair net bir bilgi yok. Bazı kaynaklar, sadece Suriye'nin güneyi ve Şam'a yakın bir konumda olduğunu belirtmiştir. Busra ise, Suriye'nin güneydoğusunda, Dera ili sınırlarında yer alan tarihi bir şehir olup, günümüzde Busra ash-Sham ismiyle anılmaktadır. Bizans-Sasani Savaşlarını incelediğimizde, ne Şam'da ne de Busra'da Bizans ile Sasani İmparatorlukları arasında bir savaşın gerçekleştiğine dair herhangi bir kanıt yoktur! Hadi bunu geçtim. Mekke'de yaşayan bir topluluk için neden "Orası Şam’ın size en yakın olan yeridir." ifadesi kullanılır? Busra ash-Sham ile Mekke arası neredeyse 1300 kilometre! Değerli dostlar! Rum Mucizesi(!) denilen olaya ayet ekseninde, hadis ekseninde ve tarihsel bakış açısıyla da baksak, bu sözde mucize her seferinde elimizde kalıyor! Tirmizi ve Atâ el-Horasânî'nin Rum Suresi ile ilgili olan hadislerine dair kaynaklar: https://www.islamiokul.com/kutuphane/kuran/tefsirler/ibnikesir/030.htm https://www.kuranincelemeleri.com/?pnum=367&pt=84Rum+Suresi+1-7
  3. Rum Suresi'ndeki sözde mucize ile ilgili olarak öncelikle ayetin tefsirlerini ve Bizans-Sasani Savaşları'nı incelememiz lazım. 1) Elif, Lâm, Mîm. 2) Rum (orduları) yenilgiye uğradı. 3) Yakın bir bölgede. Ancak onlar, yenilgilerinin ardından zafer kazanacaklardır. 4) Birkaç yıl içinde. Bundan önce de, sonra da iş (emir) Allah’ındır. O gün müminler sevineceklerdir. Rum Suresi'ndeki sözde mucize olarak belirtilen ayetlerde Sasanilerin ismi geçmez. Ayrıca, ayetlerde Rumların (Bizans'ın) hangi tarihte ve hangi savaşta yenildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Rumların Sasanilere karşı yenildiği bilgisi ise yalnızca ayetin tefsirlerinden çıkarılabilir. Sorularla İslamiyet sitesinde Rum Suresi özet olarak şöyle anlatılır; Muhammed, peygamber olarak görevlendirildiğinde, Doğu Roma İmparatorluğu ve İran, dünyanın en büyük iki devleti olarak hüküm sürüyordu. 613 yılında, bu iki devlet arasında büyük bir savaş başladı. İran tahtında Hüsrev II, Rum İmparatorluğu'nda ise Herakliüs bulunuyordu. İran orduları, Rum kuvvetlerini Suriye'ye kadar kovalamış ve 614 yılında Filistin ile Kudüs'ü fethetmişti. Bu istilâ sırasında, tüm kiliseler ve dini yapılar tahrip edilmiş, binlerce Hıristiyan ve Yahudi öldürülmüştü. İran Kisra'sının sarayı, 30.000 kafatasıyla süslenmişti. Bu istilâ tufanı burada da durmamıştı. Mısır'ı da basmış, Mîladın 616 senesinde İranlılar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu istilâ ederek İstanbul'un Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler. Doğu Roma İmparatorluğunun başşehri olan Kostantiniye (İstanbul) şehri karşısında görünmüşlerdi. Böylece Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'yu saltanatları altına almışlardı. Bu tarihlere dikkat edelim. Bizans-Sasani Savaşları incelendiğinde, 613 yılında Antakya Savaşı'nın yaşandığını ve bu savaşta Bizans'ın (Rumların) yenildiğini görürüz. Ardından, 614 yılında Bizans ile Sasani İmparatorluğu arasında Kudüs Kuşatması gerçekleşmiş ve Sasaniler Kudüs'ü ele geçirmiştir. Romalıların mağlubiyet haberi Mekke'ye ulaşınca, müşrikler sevindiler ve şımardılar. Müslümanlar ise üzüldü. Müşrikler, bu durumu fırsat bilerek Müslümanları rahatsız etmeye başladılar. Onlar, "Siz ve Hristiyanlar Ehl-i Kitap’sınız. Biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlılar, sizin Rum kardeşlerinize galip geldiler. Biz de sizinle savaşa girersek, sizi mağlup ederiz." şeklinde şamataya başladılar. Bu olay üzerine, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in bir mucizesi olarak, Cenâb-ı Hak, Rum Sûresi'ni indirerek müminlerin üzüntüsünü giderdi. Bu âyetlerde, "Rumlar size yakın bir mevkide mağlup oldular, ancak birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. O gün müminler, Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir." (Rum, 30/1-6) buyruluyordu. O dönemde Rum İmparatorluğu oldukça perişandı. İç isyanlar, dağılmış ordu ve boşalmış hazine ile imparator Herakliüs, Kartaca'ya kaçmayı bile düşünmüştü. İranlı komutanlar ise zafer sarhoşluğu içinde, Herakliüs’ten her türlü ağır şartı kabul etmeyi teklif etmişlerdi. Bu şartlar arasında, altın, gümüş, ipek ve diğer değerli eşyalara ek olarak bin kadın da teslim edilmesi istenmişti. Rum İmparatorluğu bu şartları kabul ederek anlaşmayı imzaladı ve murahhaslarını gönderdi. Ancak, İran Kisrası Hüsrev, bununla yetinmeyip, "İmparator Herakliüs, zincirler içinde gelip, ilâhına bedel, ateş ve güneşe tapmalıdır." diyerek hakaretlerde bulunmuştu. Böyle bir hezimetten sonra, Romalıların birkaç yıl içinde tekrar galip gelmesi ihtimali dahi akıllara gelmezken, Cenâb-ı Hak, yukarıdaki âyetlerle Resûl-ü Kibriyâ'ya Rumların kısa bir süre içinde galip geleceğini mucizevi bir şekilde bildirdi. Hz. Ebû Bekir, bu âyetleri Resûl-i Kibriya’dan (a.s.m.) işitir işitmez, Mekke'de yüksek sesle okudu ve sevinen müşriklere, "Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara galip gelecekler." dedi. Müşrikler şaşkınlıkla, büyük bir hezimete uğramış bir imparatorluğun nasıl yeniden galip geleceğini anlamadılar. İçlerinden Übey bin Halef, "Yalan söylüyorsun, haydi bahse girelim." dedi. Hz. Ebû Bekir kabul etti ve üç yıl süreyle 10 deve üzerinden bahis yaptılar. Ancak Hz. Ebû Bekir, durumu Peygamber Efendimiz’e bildirdi. Resûl-i Kibriyâ, "Âyetteki 'birkaç yıl' ifadesi, üçten dokuza kadar olan yılları kapsar. Develerin sayısını arttırın ve müddeti uzatın." buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, Übey'e tekrar rastladı ve "Hayır, pişman olmadım. Gel, bahsi arttıralım ve müddeti de uzatalım." dedi. Übey, "Haydi yapalım." diyerek kabul etti ve bahsi 9 yıl süresince 100 deveye çıkardılar. Kaynak: https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/hz-ebu-bekirin-ubey-bin-halef-ile-bahse-girmesi Ebu Bekir, Rumların 3 yıl içerisinde tekrar galip geleceği konusunda Übey bin Halef ile 10 deve üzerinden bir iddiaya girer, yani kumar oynar. Ardından Ebu Bekir, Muhammed'in yanına gider ve durum anlatır. Muhammed'de Rum Suresi'nin 4. ayetinde geçen "birkaç yıl" ifadesinin 3 ila 9 yıl arasındaki bir süreyi kapsadığını açıklar ve Hz. Ebu Bekir'e, “Git, bahsi artır ve süreyi uzat” der. Hz. Ebu Bekir, Übey bin Halef’in yanına giderek, “Gel, bahsi artırıp süreyi uzatalım. Haydi, dokuz seneye kadar yüz deve yapalım” der. Böylece bahsi artırır ve süreyi uzatır. Eğer bahis 613 yılında, yani Bizans'ın Antakya'da Sasaniler tarafından bozguna uğratıldığı tarihte yapıldıysa, 613+9, yani 622'ye kadar Rumların, Sasanileri ağır bir yenilgiye uğratması, yani tarumar etmesi gerekiyor. Rum Suresi'ne tekrar dönecek olursak, 3. ayette Rumların yakın bir bölgede yenildikleri söyleniyor. Bu ayette geçen "yakın" ifadesi, Arapçada "أَدْنَى" (ednâ) kelimesiyle kullanılmıştır. Bu kelimeyi Türkçeye çevirdiğimiz zaman ise "en aşağı, en düşük" yani "yeryüzüne en yakın yer" anlamı çıkıyor. Peki, neresi bu "en aşağı, en düşük" yani "yeryüzüne en yakın yer" anlamına gelen yer? Arap Yarımadası'nda bu tanıma uyan tek yer Ölü Deniz yani Lut Gölü'dür. Ancak burada ana problem, Bizans ile Sasaniler arasında Ölü Deniz yakınlarında, yani Ürdün Rift Vadisi'nde herhangi bir savaşın olmamış olmasıdır! 614 yılında Sasanilerin kuşatarak ele geçirdikleri Kudüs ise, deniz seviyesinin oldukça üzerinde bir yerdir! Şimdi, bazı Müslüman arkadaşlar diyebilir ki: "Hayır, o ayetteki 'yakınlık' ifadesi 'derinlik' anlamına değil, bir noktanın başka bir noktaya olan uzaklığı anlamında kullanılmıştır." Hadi diyelim öyle olsun... Rum Suresi, Mekke'de inmiştir. Eğer Ebu Bekir ile Übey bin Halef, 613 yılında bahse girdiyse, bu durum 613'teki Antakya Savaşına işaret etmektedir. Peki, Mekke ile Antakya arasındaki mesafe nedir? Yaklaşık 1600 kilometre! Peki, siz 1600 kilometre uzaklıkta olmuş bir savaş için "Rumlar, yakın bir yerde yenildi" der misiniz? 1600 kilometre, yakın bir mesafe midir? Eğer Ebu Bekir ile Übey bin Halef, 614 yılında bahse girdiyse, bu durumda 614'teki Kudüs kuşatmasına işaret ediyor. Kudüs ile Mekke arasındaki mesafe ise yaklaşık olarak 1200 kilometredir! Yani, Rum Suresi 3. ayetteki "yakın" ifadesine ister derinlik olarak, isterse bir yere olan mesafe olarak bakalım, her iki durumda da bir sonuca varamıyoruz! Bizans-Sasani Savaşlarına tekrar dönecek olursak, 626 yılına kadar Bizans tarafının anlamlı bir zaferi yoktur! 613-614 yıllarında Bizans'ın, Sasaniler karşısında büyük bir yenilgiye uğramasıyla başlayan süreç, 626 yılına kadar devam etmiştir. Bizans'ın başkenti Constantinople, doğudan Sasaniler yani Persler, batıdan ise Avarlar tarafından kuşatma altına alınmıştır. Bakın dostlar, yıl oldu 626, ama ortada Bizans'ın anlamlı bir zaferi yok! Aşağıdaki haritada, 626 yılında Bizans ile Sasaniler arasındaki durum gözükmektedir. Bizans, Anadolu'yu Sasanilere kaybetmiş, Constantinople ise Sasaniler ve Avarlar tarafından kuşatma altına alınmıştır! 626 yılında, Bizans’ın Avarlar ile iş birliği yaparak, Sasanilere karşı başarılı bir savunma yapması sonucunda, Sasanilerin kuşatma girişimleri başarısız olmuştur. Bu kuşatma için çok fazla kaynak ve asker harcayan Sasaniler, ciddi şekilde zayıflamışlardır. Bu durumu fırsat bilen Bizans İmparatoru Herakleios, Sasanilere karşı büyük bir karşı saldırı başlatmış ve 627 yılında Ninova'ya kadar ilerleyerek burada büyük bir zafer elde etmiştir. Bu zafer, Bizans’a kaybettiği bütün toprakları geri kazandırmış ve Sasani İmparatorluğu’nu büyük bir darbe ile karşı karşıya bırakmıştır. Sasanilerin yenilmesinin ardından, Pers ordularında büyük bir isyan patlak vermiş ve 628 yılında II. Hüsrev öldürülmüştür. Bu olay, Sasani İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırmış ve imparatorluğun sonunu getiren önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bakın dostlar, yıl 627 oldu ve Bizans, Sasanileri ancak o yenebildi! Ebu Bekir iddiaya girmişti değil mi? 613 ya da 614 yılında, hadi diyelim ki 614. O zaman 614 + 9 ne yaptı? 623 yaptı, değil mi? Peki, Bizans Sasanileri ne zaman yendi? 627'de, Ninova'da değil mi? 627 nere, 623 nere? İşte alın size Rum Mucizesi!
  4. @kavak Benim tek sinirlendiğim nokta, 19'cuların ayetleri kendi keyiflerine göre eğip bükmesidir. 😊 Bir yandan Kuran’ın Allah tarafından korunduğunu söylerler, diğer yandan Kuran’da sıkıntılı olduklarını düşündükleri ve bilimle çelişen ayetleri saptırmaya çalışırlar. Bu durum sadece 19'cularla sınırlı değil; aslında Müslümanların büyük bir kısmı da böyle yapıyor. 🙂 Mesela, Âdiyat Suresi'nin 4. ayetinde "tozu dumana katanlara and olsun" deniyor. Şimdi, Kuran’ın Allah’ı bu ayetle insanlığa ne mesaj vermek istiyor? Bu tozu dumana katanlar kim? Bu tür ayetleri görünce bazen gülmekten kendimi alamıyorum. Buharî (6/251) ve Müslim (2/318) hadislerinde, "Eşekler şeytanı görürse, anırmaya başlar" deniliyor. Bakara 73'te, "İneği öldürüp ondan bir parça kesip, onu ölüye vurun" dedik. İşte böylece Allah ölüleri diriltir" deniyor. Daha bunun gibi bir sürü saçmalık var, güler misin, ağlar mısın…
  5. Firavun olayı baştan sona uydurmadır. Musa'nın Allah'ı tarafından Mısır medeniyeti üzerine çeşitli felaketler gönderiliyor. Nehirler kan oluyor, salgın hastalıklar baş gösteriyor ve daha pek çok felaket meydana geliyor. Tüm bu olayların sonunda ise Firavun ölüyor, ancak Mısır tarihinde buna dair en ufak bir bilgi bulunmuyor! Nil Nehri'nin dönem dönem ne kadar yükseldiği bile titizlikle kaydedilen Mısır medeniyetinde, nasıl oluyorsa böyle büyük bir felaketle ilgili hiçbir iz, en ufak bir bilgiye rastlanmıyor! Diğer bir sıkıntılı durum ise, Kuran ayetlerinde sürekli bir Firavun'dan bahsedilmesine rağmen, bu Firavun'un kim olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmaz. Örnek vermek gerekirse, Dede Korkut hikayelerinde "Dede Korkut, padişahın karşısına çıktı" denir. Dede Korkut'un kim olduğunu biliriz, ancak padişahın kim olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmez. Benzer şekilde, "Nasrettin Hoca, bir kasabada yeni atanmış genç bir vali ile karşılaşır" denir, ancak bu vali hakkında en ufak bir bilgi bulunmaz. "Andolsun ki; Biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik. Sor, İsrailoğullarına, hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: 'Ey Musa, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum.'" (İsra, 17:103) Bu ayette Musa'nın kimliği net bir şekilde belirtilmişken, Firavun'un kim olduğuna dair herhangi bir bilgi verilmemektedir. Tıpkı yukarıda anlattığım diğer hikayelerde olduğu gibi, Firavun olayı da sadece bir hikayeden ibarettir.
  6. Şimdi Müslüman arkadaşlar gelir de "Diyanet Vakfı yalan söylüyor" derler diye, Batn-ı Nahle olayını Taberi'den de buldum. Biliyorsunuz, İbn Cerir et-Taberi, İslam dünyası tarafından güvenilir bir tarihçi ve tefsir alimi olarak kabul edilir. Nakhlah Seferi Abu Ja'far (el-Taberi)'ye göre, Allah'ın Elçisi, Jumada el-Ahir'de (Aralık 623) Kurz b. Jabir el-Fihri'yi takip ettikten sonra Medine'ye döndüğünde, Rajab ayında (29 Aralık 623'te başlayan) hiçbir Ansar olmadan sekiz Muhacirden oluşan bir grup ile 'Abd Allah b. Jahsh'ı gönderdi. Bu bilgi, İbn Humayd, Selame, Muhammed b. İshak, el-Zuhri ve Yazid b. Ruman ile 'Urve b. el-Zübeyr tarafından bana aktarıldı. El-Vakıdi ise Allah'ın Elçisi'nin on iki Muhacirden oluşan bir birliğin başında 'Abd Allah b. Jahsh'ı gönderdiğini iddia ediyor. İbn İshak, el-Zuhri ve Yazid b. Ruman-'Urve'ye göre, Allah'ın Elçisi, 'Abd Allah b. Jahsh'a bir mektup yazmış ve iki gün seyahat etmeden mektubu açmamasını söylemiş. Mektubu açtığında, talimatları yerine getirmesini amaçlamış fakat arkadaşlarından hiçbirine zorla bir şey yaptırmamasını belirtmiş. İki gün seyahat ettikten sonra 'Abd Allah mektubu açmış ve şu talimatları bulmuş: "Mektubuma baktığında, Mekke ile et-Taif arasındaki Nakhlah'a kadar ilerle. Orada Kureyş'i gözlemle ve ne yaptıklarını öğren." Mektubu okuduktan sonra 'Abd Allah b. Jahsh, "İşittim ve itaat ettim." demiş. Ardından arkadaşlarına, "Allah'ın Elçisi bana Nakhlah'a gidip Kureyş'i gözlemem ve onlar hakkında haber getirmem için emir verdi. Hiçbirinizi zorla bir şey yapmaya mecbur etmemem gerektiğini söyledi, bu yüzden şehit olmak isteyenler benimle gelebilir, istemeyenler geri dönebilir. Ben Allah'ın Elçisi'nin emrini yerine getireceğim." demiş. Ve arkadaşlarının hepsi onunla gelmeyi tercih etmiş. Onlar Hicaz'dan geçerken, al-Fur' yakınlarında, Buhran adlı bir madenin yakınında, Sa'd b. Ebi Vakkas ve 'Utbe b. Gazzan'ın dönüşümlü olarak bindiği bir deve kaybolmuş. İkisi geride kalarak deveyi aramış, 'Abd Allah b. Jahsh ve geri kalan arkadaşları yollarına devam etmişler. Nakhlah'a ulaştıklarında, Kureyş'e ait bir kervanla karşılaşmışlar. Kervan, üzüm, deri ve Kureyş tarafından sıkça ticareti yapılan başka mallar taşıyormuş. Kervandakiler arasında 'Amr b. el-Hadrami, 'Utman b. 'Abdullah b. el-Mugire ve kardeşi Nevfel b. 'Abdullah b. el-Mugire (her ikisi de Makhzum kabilesinden) ve Hisham b. el-Mugire'nin mawlası el-Hakam b. Keysan varmış. Müslümanları gördüklerinde ilk başta korkmuşlar çünkü Müslümanlar onlara çok yaklaşmış. Ancak 'Ukkasha b. Mihsan'ın tıraşlı kafasını görünce Kureyş rahatlamış ve "Bunlar umre için yola çıkmışlar, onlardan korkulacak bir şey yok." demişler. Müslümanlar aralarında konuşmuşlar, çünkü o gün Rajab'ın son günüymüş ve harekete geçip geçmemeyi tartışmışlar. "Allah'a yemin ederiz ki, bu insanları bugün bırakırsanız, Haram'a (Mekke'nin kutsal alanına) girerler ve onlara ulaşamazsınız. Eğer bugün onları öldürürseniz, bu kutsal ayda olur." diyerek tereddüt ettikten ve korktuktan sonra cesaretlerini toplamışlar ve saldırmaya karar vermişler, mümkün olduğunca çok sayıda kervan üyesini öldürüp mallarını ele geçirmeye çalışmışlar. Vagid b. 'Abdullah et-Tamimi, 'Amr b. el-Hadrami'yi bir okla öldürmüş. 'Utman b. 'Abdullah ve el-Hakam b. Keysan teslim olmuş, fakat Nevfel b. 'Abdullah kaçmayı başarmış ve onu yakalayamamışlar. Sonrasında, 'Abd Allah b. Jahsh ve arkadaşları kervanı ve iki esiri Medine'de Allah'ın Elçisi'ne geri götürmüşler. Kaynak: Al-Tabari Tarihi Cilt 7: Topluluğun Kuruluşu, Hadis No: 1274, 1275 https://www.kalamullah.com/Books/The History Of Tabari/Tabari_Volume_07.pdf Sayfa 59, Expedition of Nakhlah başlığı altında bizzat Taberi tarafından Batn-ı Nahle Baskını anlatılmaktadır.
  7. Değerli dostlar, hepimiz biliyoruz ki, Muhammed ve onun takipçileri, Mekke'de Kureyşliler tarafından kabul edilmedikleri için 622 yılında Medine'ye kaçmak zorunda kalmışlardır. Medine'ye hicret ettikten bir süre sonra, Muhammed burada İlk İslam Devleti'ni, diğer adıyla Medine Devleti'ni kurmuştur. Biliyorsunuz, devletleri ayakta tutmak için para, yani ganimet, özellikle Orta Çağ'da önemli bir kaynak olmuştur. Muhammed, Medine'de kurmuş olduğu bu yeni devlet için para, yani ganimetlere ihtiyaç duymaktaydı. Hac Suresi 39 ile birlikte, Allah tarafından Muhammed'e cihada çıkma izni verilmiştir. Allah'dan onay gelince, Muhammed ve takipçileri, hem Kureyşlilere karşı güçlerini göstermek hem de Kureyşlilerin kervanlarına ve değerli eşyalarına el koymak, ganimet elde etmek amacıyla bir dizi sefer, baskın ve pusu düzenlemişlerdir. Bu baskınlardan en önemlisi ise Batn-ı Nahle Baskını'dır. Çünkü bu baskın, Müslümanların "Kur'an'da saldırı savaşı yoktur, yalnızca savunma savaşı vardır" iddialarını tam anlamıyla çürütmektedir. Bu konuda anlatacaklarım, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi'nde yer alan "Batn-ı Nahle Seri̇yyesi̇" sayfasında mevcuttur. Kaynak arayan Müslümanlar, bu sayfayı inceleyebilirler. Medine’ye hicretten sonra yeni bir devletin kurulması ve Kur’an-ı Kerim’de İslam düşmanlarıyla savaşa izin verilmesi (bk. el-Hac 22/39) üzerine Hz. Peygamber, mücadele ettiği Kureyşli müşriklere karşı kesin bir tavır sergiledi. Kureyş kervanlarının Medine çevresinden geçişini engellemeyi, baskınlar düzenleyerek onlara ekonomik baskı yapmayı ve can ve mallarına zarar vererek karşılık vermeyi kararlaştırdı. Bu amaçla, hicretten yedi ay sonra Suriye’den gelen Kureyş ticaret kervanlarına karşı çeşitli gazve ve seriyyeler düzenledi. Ancak Kureyşliler, kendi istihbaratları ve Medine’deki bazı münafıklarla Yahudilerden aldıkları haberler sayesinde bu baskınlardan kurtulmayı başardılar. Hicretten sonraki 7-16. aylarda, Hz. Peygamber’in hazırladığı dört gazve ve üç seriyyede ticaret kervanlarına baskın yapılamadığı gibi herhangi bir çatışma da yaşanmadı. Muhammed, Medine'de İslam Devleti'ni kurduktan sonra Allah'tan cihada çıkılması için izin alır. Muhammed ve takipçileri, Kureyşlilere ekonomik baskı uygulamak ve canlarına ile mallarına zarar vermek amacıyla Medine çevresinden geçen Kureyş kervanlarına karşı çeşitli pusu ve baskınlar düzenlemeye başlarlar. Ancak Kureyşliler, kendi istihbaratları ve Medine’deki bazı münafıklar ile Yahudilerden aldıkları haberler sayesinde bu baskınlardan kurtulmayı başarırlar. Ey Müslümanlar! Allah tarafından âlemlere rahmet olarak gönderildiği söylenen Muhammed, Kureyşlilerin kervanlarına pusu kuruyor, baskınlar düzenliyor ve onların mallarına ile canlarına zarar veriyor. Peygamber olarak kabul ettiğiniz Muhammed, kervan soygunculuğu yapıyor! Hz. Peygamber, hicretten on yedi ay sonra (Receb 2 / Ocak 624), Batn-ı Nahle Seriyyesi veya Abdullah b. Cahş Seriyyesi olarak da bilinen seriyyeyi düzenledi. Bu seriyyenin nereye ve hangi amaçla gönderileceği, çok gizli tutulmaya karar verildi ve bu sebeple bazı önlemler alındı. Halası Ümeyme'nin oğlu ve aynı zamanda süt kardeşi olan Abdullah b. Cahş el-Esedî'ye, bir akşam sabah namazına silahlarıyla birlikte gelmesini söyledi. Sabah namazının ardından, muhacirlerden yedi veya sekiz kişiyle bir araya geldiler. Hz. Peygamber, kâtibi Übey b. Kâ‘b’a bir mektup yazdırarak Abdullah’a verdi ve kendisini seriyye kumandanı olarak tayin ettiğini bildirdi. Abdullah’a, Medine'nin doğusundaki Necid yolunu takip ederek iki gece yol aldıktan sonra mektubu açmasını ve içindeki emri yerine getirmesini söyledi. Abdullah, iki gece sonra Batn-ı Melel’deki İbn Dümeyra kuyusuna varınca mektubu açtı ve arkadaşlarına okudu. Hz. Peygamber, mektubunda, Tâif ile Mekke arasında bulunan Batn-ı Nahle’ye kadar ilerlemelerini ve orada güneyden gelecek Kureyş kervanını gözetlemelerini emretmişti. Abdullah, Hz. Peygamber’in emrine uyarak, arkadaşlarını kendisiyle birlikte gelme konusunda serbest bıraktı. Seriyyede bulunanlar onunla birlikte gelmek istediklerini söylediler. Hepsi de muhacirlerden olan seriyye mensupları şunlardı: Ebû Huzeyfe b. Utbe, Âmir b. Rebîa, Vâkıd b. Abdullah, Ukkâşe b. Mihsan, Hâlid b. Bükeyr, Sa‘d b. Ebû Vakkās ve Utbe b. Gazvân. İbn Hişâm ile Taberî, sekizinci olarak Süheyl b. Beyzâ'nın adını zikrederler. Seriyye mensuplarının on iki veya on üç kişi olduğuna dair rivayetler de vardır. Kur'an'da "haram aylar" (el-Bakara 2/217, et-Tevbe 9/5) olarak adlandırılan dört ay bulunmaktadır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep. Bu aylar, Arapların pagan inancından gelen bir uygulamadır. Araplar bu aylarda savaşmaktan kaçınır, barış ve huzur içinde olmayı tercih ederlerdi ve bu aylara kutsallık atfederlerdi. Muhammed, takipçilerini toplar ve Receb ayında, yani haram ayların olduğu dönemde, adamlarını kervanlara baskın düzenleyip ganimet toplamak amacıyla Batn-ı Nahle'ye gönderir! Bu kısım oldukça önemlidir değerli dostlar! Tekrar vurgulamak gerekirse, haram ayların olduğu, kimsenin kimseye saldırmaması gereken bir zamanda Muhammed, adamlarını kervanlara baskın yapıp ganimet toplasın diye Batn-ı Nahle'ye gönderiyor! Ey Müslümanlar! Hani haram aylarda kimse kimseye saldırmazdı? Abdullah aldığı emir gereğince yolunu değiştirerek Mekke’nin güneyine Batn-ı Nahle’ye doğru ilerlemeye başladı. Burası Yemen-Tâif istikametinden gelenlerin Mekke’ye giderken uğradıkları son menzildi. Seriyyede iki kişiye bir deve düşüyordu. Sa‘d b. Ebû Vakkās ile Utbe b. Gazvân’ın nöbetleşe bindikleri deve kayboldu. Onlar iki gün boyunca deveyi ararken arkadaşlarından uzaklaştılar, bir daha da buluşamadılar. Batn-ı Nahle’ye varan Abdullah ve arkadaşları orada beklemeye başladılar. Receb ayının son günü İbnü’l-Hadramî’nin başkanlığında Tâif’ten dönmekte olan bir Kureyş kervanını farkettiler. Savaşın yasaklandığı haram ayların son gününde bulunmaları sebebiyle kervana hücum edip etmemekte tereddüt gösterdiler. Bir gün sonra ise kervanın Mekke haremine gireceğini ve yeni bir yasağın başlayacağını, dolayısıyla kervanın kurtulacağını düşündüler. Sonunda dört kişinin bulunduğu kervana saldırmaya karar verdiler. Kervanın yöneticisi Amr b. Hadramî’yi öldürüp Osman b. Abdullah b. Mugīre ile Hakem b. Keysân’ı esir aldılar ve kervana el koydular. Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Abdullah b. Cahş ele geçirilen ganimeti beşe bölerek beşte birini Hz. Peygamber için ayırdı; geri kalanı kendi aralarında bölüştüler. Ganimetlerin taksimini bildiren âyetin (el-Enfâl 8/41) henüz nâzil olmamasına rağmen Abdullah’ın bu taksimi ilâhî emre uygun düştü. Muhammed'in adamları Batn-ı Nahle'ye vardıktan sonra Receb ayının son gününde bir Kureyş kervanını gözlerine kestirirler. Ancak savaşın yasaklandığı harram ayların son gününde bulunmaları sebebiyle "acaba bir gün bekleyip bu kervana öyle mi saldırsak" diye kendi aralarında tereddüt ederler. Bir gün sonra kervanın Mekke sınırlarına gireceği ve başka bir yasak başlayacağı içinde kervanın kurtulucağını düşünürler. Sonunda harram aylar içerisinde bulunmalarına rağmen kervana saldırmaya karar verirler. Kervanın yöneticisi Amr b. Hadramî öldürülüp, Osman b. Abdullah b. Mugīre ve Hakem b. Keysân esir alındı ve kervana el konuldu. Nevfel b. Abdullah ise kaçıp kurtuldu. Abdullah b. Cahş, ele geçirilen ganimeti beşe bölerek beşte birini Hz. Peygamber için ayırdı; geri kalanını ise kendi aralarında paylaştılar. Değerli dostlar! Haram aylar içinde kervanlara baskınlar düzenleniyor! Kervan sahipleri öldürülüyor, insanlar esir alınıyor! Kervanın taşıdığı mallara ise "ganimet" adı altında el konuluyor ve Muhammed efendiye de pay ayrılıyor! Mücahidler Medine’ye geldiklerinde Hz. Peygamber iki esiri hapsetmekle beraber kendisine ayrılan ganimet hissesinden bir şey almadı ve haram ayda savaştıkları için onları azarladı. Seriyye mensupları Hz. Peygamber’in ve müslümanların kendilerini kınamalarına çok üzüldüler. Ancak bir süre sonra durumu aydınlatan âyetler nâzil oldu: Allah Teâlâ haram aylarda savaşmanın büyük günah olduğunu, fakat Allah’ı inkâr etmenin, insanları Mescid-i Harâm’ı ziyaretten alıkoymanın ve halkını oradan çıkarmanın daha büyük günah olduğunu, fitne çıkarmanın ise adam öldürmekten de beter olduğunu (el-Bakara 2/217) beyan etti. Böylece seriyye mensuplarının haklılığı ve Allah tarafından bağışlandığı (el-Bakara 2/218) kesinlik kazanınca Hz. Peygamber kendisine ayrılan ganimeti aldı. Muhammed, ilk başta baskından dönen adamlarını haram aylarda niye insanları öldürdükleri için azarlamaya başlar. Ancak kısa bir süre sonra Allah, Bakara 217'yi göndererek "Ey Muhammed, haram aylarda savaşmak elbette büyük bir günahtır, ancak bu günahtan daha büyük günahlar da vardır" der. Ardından Bakara 218 ayeti gelir ve Allah, Muhammed'in baskından dönen adamlarını bağışlar. Ortada bir sıkıntı kalmayınca Muhammed efendi de kendisine ayrılan ganimetleri alır. Evet değerli dostlar, ilginç bir durum var: Muhammed’in takipçileri, haram aylar içerisinde insan öldürmüş olmalarına rağmen, Allah’tan gelen bir ayetle durumları farklı bir şekilde ele alınıyor. Bakara 217 ayetinde, "Haram aylarda savaşmak büyük bir günahtır, fakat bu günahtan daha büyük günahlar da vardır" deniyor. Sonrasında Muhammed ganimetlere gönül rahatlığıyla çökebilsin diye Bakara 218 ayetiyle, Muhammed’in adamları bağışlanıyor. Muhammed efendinin keyfine göre Allah ayet gönderiyor! Kureyşliler’in iki esiri kurtarmak için gönderdikleri fidyeyi Hz. Peygamber, develerini aramakta olan Sa‘d ile Utbe’nin Medine’ye dönüşüne kadar kabul etmedi. Daha sonra her esir için 1600 dirhem fidye aldı. Esirlerden Hakem b. Keysân İslâmiyet’i kabul ederek Medine’de kaldı. Batn-ı Nahle Seriyyesi, müslümanların ilk defa bir düşmanı öldürdüğü, onlardan esir alıp ganimet ele geçirdiği bir seriyyedir. Bu seriyye ile Hz. Peygamber, Mekke’nin güneyinden böyle bir saldırı beklemeyen Kureyşli müşriklere gözdağı verdi. Asırlardan beri kullandıkları ticaret yollarını kesebileceğini, hatta isterse Mekke’ye kadar yaklaşabileceğini onlara gösterdiği gibi Medine İslâm devletini ciddiye almak mecburiyetinde olduklarını da hissettirdi. Bu sefer aynı zamanda iki taraf arasındaki savaş ateşini tutuşturan bir kıvılcım vazifesi gördü. Nitekim iki ay sonra büyük Bedir Gazvesi meydana geldi ve onu diğerleri takip etti. Kaynak; https://islamansiklopedisi.org.tr/batn-i-nahle-seriyyesi Batn-ı Nahle Baskınını değerlendirdiğimizde, Kur'an'da "sadece savunma savaşı vardır" şeklindeki görüşün geçerli olmadığını görmekteyiz. Haram aylarda dahi, savunmasız kervanlara Muhammed ve sahabeleri tarafından baskın yapılmıştır, kervan sahipleri öldürülmüştür.
  8. @alpinçayırı Allah, Araf 179'da mürted ve kafir olanlar için şöyle söyler: "Onların kalpleri vardır; ama düşünmezler." Allah, Hud Suresi 5. ayette ise şöyle der: "O, kalplerde olan her şeyi de bilmektedir." Kur'an, kalbi düşünce ve tefekkürün merkezi olarak tanımlar. Bu, "kardiyoentrizm" olarak bilinen eski bir kavramdır ve modern bilimsel anlayışın, düşünce, hafıza ve duyguların diğer fiziksel süreçlerle birlikte beynimiz tarafından kontrol edildiği görüşüne karşıt bir yaklaşımdır. Kalbin, akıl, ruhsal tefekkür ve kalp/zihin/ruh gözü olarak kabul edilmesi, İslam'dan önceki yüzyıllarda Doğu Süryani Hristiyanlığında yaygın bir anlayıştı. Örneğin, Pseudo-Makarius, Ninevehli İshak ve Efrem'in yazılarında bu görüşe rastlanabilir. Bu anlayış, aklı beyinle (ensefalosantrizm) ilişkilendiren Yunan felsefesinden daha yakından etkilenen bazı alimlerle zıtlık oluşturur.
  9. Hadi diyelim ki biz Kuran'ı yanlış anlıyoruz. O kadar Arapça bilen mealci var: Elmalılı Hamdi Yazır, Diyanet'in hocaları, Süleyman Ateş, Ahmet Varol... Bütün bunlar Kuran ayetlerini yanlış çevirmiş. Hadi bunları geçtim, yukarıda Suudi Arabistan doğumlu, anadili Arapça olan ulema, "Kim Dünya'nın yuvarlak olduğunu söylerse küfür ve delalete düşmüş olur" demiş. Bu da mı Kuran'ı yanlış anlamış? Dünya üzerindeki bütün insanlar bu Kuran'ı yanlış anlıyor. Sadece 19'cular ve Modernistler doğruyu biliyor! Daha henüz, "Ben ehli sünnetim" diyen ve Kuran'ı da Hadisleri de olduğu gibi kabul eden bir tane dürüst Müslüman ile karşılaşmadım. Hani deseler ki, "Kardeşim, Allah bu ayeti böyle indirmiş, bize sorgulamak düşmez, biz sadece iman ederiz" deseler, inan daha dürüst olurlar ama hepsi ayetlere takla attırmaya çalışıyor.
  10. Fil olayı, baştan sona bir hikayeden ibarettir; tıpkı Binbir Gece Masalları'nda anlatılan öyküler gibi. Bu olay da muhtemelen Arap şairleri ve hikayecileri tarafından uydurulmuştur, ancak Müslümanlar bunu gerçekmiş gibi anlatmaktadırlar. Bir önceki mesajımda bahsettiğim sebeplerden dolayı, bir veya birden fazla filin, Güney ve Orta Arabistan’ın sıcak çöl ortamında hayatta kalması mümkün değildir. Bir filin ne yediği ve ne içtiği bellidir. Fil suresinin tefsirlerinde ise on binlerle ifade edilen bir ordudan söz edilmektedir. Bazı tefsirlerde, 60 bin kişilik bir ordunun Yemen'den kalkıp Mekke'ye kadar yürüdüğü anlatılmaktadır, fakat kimse sormuyor: Bu 60 bin kişilik ordu çölleri nasıl geçti? Ne yediler, ne içtiler? Bu filleri nasıl doyurdular? Bu filler çölleri aşarken nasıl telef olmadılar? Bu soruların cevaplarını bulamıyoruz.
  11. @Emre_1974tr Benim söylediklerim eğer uydurma ise, o zaman Kur'an'daki Fil Suresi'nde hangi olaydan bahsediliyor? Fil Suresini de mi ben uydurdum? İslam öncesi Kabe dediğimiz yapı puthane olarak kullanılmıyor muydu? Eğer kullanılmıyordu diyorsanız, o zaman Muhammed hangi putları kırıyordu? Hadi diyelim ki benim söylediklerim yalan, Ebrehe de yalan, o dönemde Kabe'ye saldıranların Hristiyan olduğu da yalan olsun. Allah, Fil Suresi'nde ne diyor? "Rabbin, Fil sahiplerinin üzerine kuşlar gönderdi ve taşlarla onları delip geçti." Bak, her şeyi bir kenara bırak, Güney ve Orta Arabistan’ın sıcak çöl ortamında bir ya da birden fazla fil nasıl hayatta kalacak, hiç düşündün mü? Fil dediğimiz hayvanın günlük olarak 149-169 kg arasında besin tüketmesi gerekir. Ayrıca, bir filin günde 68,4 ile 98,8 litre arasında su içmesi gerekir. Filler, çöl arazisine uygun olmayan oldukça zayıf ayaklara sahiptir. Ayrıca, çoğu kılsız memeliye kıyasla güneşe karşı doğal bir korumaları olmadığı için, güneş yanığından korunabilmek amacıyla düzenli olarak çamur içinde banyo yapmaları gerekir. Şimdi söyle bakalım Müslüman. Bu Fil Ordusu, o çölleri nasıl geçip Mekke'ye ulaştı? O çölleri aşarken bu filler ne yedi, ne içti, hiç düşünmedin mi? Bu filler, çöl sıcağında nasıl telef olmadı, hiç aklına gelmedi mi? Bir fil, günlük 160 kg besin tüketiyor. 10 fil varsa, bu 1600 kg besin eder. Bir fil, günde 80 litre su içiyor. 10 fil olduğunda, bu 800 litre su yapar günlük. Şimdi, bu fil ordusunun Yemen'den kalkıp Mekke'ye kadar yürüdüğünü düşünürsek, toplamda 1200 kilometre yol yürümeleri gerekiyor. Daha bu fillerin çamur banyolarından ya da Fil Suresi'nin bazı tefsirlerinde 10 bin kişilik bir ordudan bahsedildiğine göre, bu fil ordusuyla birlikte hareket eden askerlerin yediğinden, içtiğinden hiç bahsetmiyorum bile! Düşünsene, öyle bir ordu ki, hem filleri doyuruyor hem de sayıları 10 binlerle ifade edilen askerlerini! Bütün bunları nasıl açıklayacaksın? Bu saçmalıkları senin aklın alıyor mu?
  12. @Saturn Bunu bulduğunuz çok iyi olmuş. Kur'an'a göre, Dünya aynı bir tabak gibi düz ve sabittir, evrenin merkezinde yer alır ve Güneş dahil olmak üzere diğer bütün gezegenler, Dünya'nın etrafında hareket eder. Bu gerçeği inkar eden bir Müslüman, Kur'an ile çelişeceği için mürted sayılır. Eğer tövbe edip İslam'a geri dönmezse, İslam hukukuna göre ölüm cezasına çarptırılır...
  13. @Emre_1974tr Fil Olayı sırasında, Kabe ve çevresinde çok sayıda put bulunuyordu; yani Kabe, o dönemde bir puthane olarak kullanılıyordu. Ebrehe'nin Kabe'yi yıkması, bölgede hâkim olan putperest inancına ciddi ve geri dönüşü olmayan zararlar verirdi. Bu durumda, Allah'ın kitabı kabul eden Hristiyan inancı bölgede daha hızlı bir şekilde kabul görürdü. Ancak Kuran'daki Allah ne yapıyor? Kitap ehlinden kabul edilen Hristiyanların yanında durmak yerine, puthane olarak kullanılan Kabe'yi koruyor.
  14. @Emre_1974tr Senin 19'cu fikirlerin İslam dünyasının umranda değil. İslam Dünyasının %1'ini bile temsil etmiyorsunuz. Şems Suresi'nin 1. ve 2. ayetleri şu şekildedir: 1. Ayet: وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا "Ve güneşe ve onun aydınlığına yemin ederim." 2. Ayet: وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا "Ve aya, onu takip ettiği zaman..." Kuran'ın Allah'ına göre Güneş ve Ay aynı yörünge üzerinde hareket ediyor. Yasin 40'ta ise, 'Güneşin ayı geçmesi, geceyi de gündüzün geçmesi mümkün değildir' deniyor. Kuran'ın Allah’ına göre Güneş ve Ay aynı yörüngede hareket ediyor ve birbirlerini geçmeleri mümkün değil. Google'a girip 'Güneş Sistemi' diye arama yaparsan Güneş ve Ay'ın farklı yörüngeler üzerinde hareket ettiğini görürsün. Kıyamet Suresi 75. Ayetler 8 ve 9 şu şekildedir: 8. Ayet: وَخَسَفَ القَمَرُ "Ve Ay karardığı zaman..." 9. Ayet: وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالقَمَرُ "Ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman..." Kıyamet Suresi'nin 9. ayeti, kıyamet günü güneş ve ayın birleştirileceğini ifade eder. Bu durumda, Allah'a göre güneş ve ay benzer veya aynı boyutlardadır! Yedinci yüzyıl Arabistanı'nda, güneşi ve ayı çıplak gözle gören bir çöl bedevisinin tutulmaları gözlemleyerek böyle bir bakış açısına sahip olması anlaşılabilirken, modern bilim güneşe 64,3 milyon ayın sığabileceğini ortaya koymuştur. Yani, Güneş ile Ay bir araya geldiğinde Ay'ın ne kadar küçük kalacağını bir düşün… Kıyamet Suresi 9. ayetinde geçen ve Arapçadaki "birleştirilecektir" olarak çevrilen kelime, jumi'a fiilidir. Bu kelime, bir araya getirmek, toplamak veya birleştirmek anlamına gelir. Yani senin inandığın Allah, Ay'ın 150 milyon kilometre uzaklıkta, Dünya'yı çevreleyen bir yörüngede dönerken, Güneş'le, yani 400 kat daha büyük olan yerel yıldızımızla birleştirileceğini söylüyor! Bu tür bir durum ancak eski evren anlayışına uygun düşer; çünkü o dönemde yaşayan bir çöl bedevisi gökyüzüne baktığında, Güneş ve Ay'ı birbirine yakın, benzer büyüklükteki göksel cisimler olarak görüyordu. Tıpkı geceleyin gökyüzüne baktığında, tüm yıldızların aynı boyutta gibi görünmesi, ancak aslında her birinin farklı boyutlara sahip olması gibi. 1400 yıl önce anlatılan hikayeler, günümüz gerçekleri karşısın yok olup gitmektedir!
  15. @Emre_1974tr Hiç öyle cımbızlayıp, 'Surelere bütünlük içinde bakmamız lazım' diyerek kıvırmaya çalışma. Bak, yukarıda Müslim'den verdiğim hadisi görmüyor musun? Hem de hadis numarasına kadar yazıyor, üstelik sahih bir hadis. Eğer "Ben hadislere inanmam, 19'cuyum, Modernistim" diyorsan, yine yukarıda Muhammed 35 ve Enfal 39 ayetlerini de verdim. Enfal 39'da "Dünya üzerinde İslam dışında herhangi bir inanç veya sistem kalmayıncaya kadar, diğer inananlarla ve inanmayanlarla savaşın" diyor. Muhammed 35'te de "Düşman karşısında üstün durumda olsanız bile savaşmaya devam edin" deniyor.
  16. @Emre_1974tr Eğer hadislere inanmıyorsan, namazını neye göre kılıyorsun? Kuran'da namazın nasıl kılınacağı açıkça belirtilmiyor, sadece "doğru bir şekilde namazınızı kılın" deniyor. Hadislere karşı çıkamadığınız için onlara yalan diyorsunuz. Bak yukarıda Yasin Suresi'nden bir ayette paylaştım. Ayette "ve güneş bir dinlenme noktasına doğru akar" deniyor. Yani, Kuran'a göre Dünya sabit ve diğer tüm gezegenler Dünya etrafında hareket ediyor. Ayete takla attırmayın diye Arapçasını bile yazdım oraya. Bu görüş, Geosantrizm (Yermerkezlilik) ya da Yermerkezli Evren Modeli olarak bilinir ve 17. yüzyıla kadar Dünya'da bu görüş hakim oluyordu. 16.yüzyılda Kopernik, evrenin merkezinin Güneş olduğunu ve gezegenlerin, Dünya dahil, Güneş etrafında döndüğünü ileri sürdü. Bu görüş, sonrasında Kepler ve Galileo tarafından da desteklendi. Yani, senin Kuran'ına göre Dünya evrenin merkezinde olup sabit bir şekilde durmaktadır. Güneş, Ay ve diğer gezegenler ise Dünya'nın etrafında dönmektedir. Bunları ben demiyorum. Senin Allah'ın böyle demiş. Google'a girip 'Güneş Sistemi' diye bir arama yap bakalım. Bizim içinde bulunduğumuz sistemin merkezinde Güneş mi var, yoksa Dünya mı? Senin Kuran'ın merkezde Dünya var diyor.
  17. Sadece Bakara 193 değil, diğer birçok ayet ve hadis incelendiği zaman İslam dininin cihat yani savaş dini olduğu görülmektedir. Enfal 39: Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz Allah yaptıklarını görmektedir. Kuran'ın Allah'i diyor ki; Dünya üzerinde İslam dışında herhangi bir inanç veya sistem kalmayıncaya kadar, diğer inananlarla ve inanmayanlarla savaşın. Şimdi Müslümanlar çıkar "Burada aslında o kastedilmiyor, bir önceki ayete veya bir sonraki ayete bakmak lazım" şeklinde saçmalamaya başlarlar. Bu yüzden bu ayetleri hadislerle de desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Abu Hüreyre'nin rivayetine göre, Allah'ın Elçisi şöyle buyurmuştur: "Ben, insanlar 'Allah'tan başka ilah yoktur' demedikçe onlarla savaşmam emredildi. Kim bu sözü söylerse, onun malı ve canı, benim adıma korunmuş olur, ancak diğer haklar yalnızca Allah'a aittir." (Sahih Müslim 1:30) İslam dünyasında en güvenilir hadis koleksiyonlarından biri olarak kabul edilen Sahih Müslim'de geçen bu hadise göre, Allah tarafından Muhammed'e "Dünya üzerindeki bütün insanlar, Allah'tan başka ilah olmadığına inanıp söyleyene kadar" onlarla savaşması emredilmiştir. Bu ayetleri ve hadisleri Müslümanların önüne koyduğumuzda, "İslam dininde saldırı savaşı yoktur, sadece savunma savaşı vardır" şeklinde bir cevap veriyorlar; ancak Muhammed Suresi 35. ayet bunun tam tersini ifade etmektedir. Muhammed 35: "Sakın gevşemeyin ve üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir ve O, amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Ayetin de belirttiği gibi, düşman karşısında sakın gevşemeyin, üstün olduğunuz hâlde barışa yanaşmayın; yani savaş sırasında üstün durumda olsanız bile savaşmaya devam edin diyor.
  18. İslam, zaten doğası gereği siyasi bir ideolojidir. Bu yüzden "siyasal" olarak ayırmanın çok anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ancak, İslam gibi bir ideoloji, siyasi alanda güçlü bir yer edindikten sonra, bu ideolojiyi siyasi zeminden uzaklaştırmak oldukça zor ve zahmetlidir. Bugün bile bunun örneklerini görüyoruz. "Onların Dolar'ı varsa bizim Allah'ımız var" veya "Biz gidersek Gazze düşer" gibi oldukça basit söylemler ile insanlardan oy toplayabiliyorlar. Avrupa'da yaşanan Reform gibi olayların ardından, Hristiyanlık hem kendisini modernize etti hem de siyasi alandan geri çekildi. Benzer şekilde, İslam'ın da "siyasal" alandan çekilmesi için benzer bir reform hareketine ihtiyaç duyulmaktadır. İslam'ı modernize etmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü o kadar çok İslam profesörü ve ulema sınıfından din alimleri var, ama hiçbirisi çıkıp da, "Biz bu dini günümüz dünyasına, insan haklarına uygun şekilde modernize edelim" demiyor. Bunu söyledikleri an, kafir ilan edileceklerini ve belki de hayatlarının tehlikeye gireceğini çok iyi biliyorlar. Bu yüzden, köhneleşmiş olan bu dini yaşatmaya devam ediyorlar. Aslında İslam dediğimiz şey, büyük ölçüde Arapların örf, gelenek ve adetleridir. Arap kültürü, zamanla "İslam" adıyla anılmaya başlamıştır. Gel gelelim İslam dinini modernize etmek mümkün olmadığı için ilerleyen yıllarda insanların artık bu İslam dinini toplu şekilde terk edeceklerini düşünüyorum. Örnek vermek gerekirse, İran gibi devletlerde Molla rejiminden kurtulma durumu gerçekleşirse, İran toplumunun en az %50'sinin ateist veya deist olacağına inanıyorum. Hristiyanlık, bir dönem oldukça güçlüydü. Hristiyanlık adı altında seferler düzenleniyor, Papa'ya neredeyse Allah gibi muamele ediliyordu. Papa'nın tek sözüyle, o dönemdeki devletlerin yöneticileri bile değiştirilebiliyordu. Ancak şimdi Avrupa'ya baktığınızda, insanların çoğunun ya ateist olduğu ya da din kavramını hayatlarından tamamen çıkardığı görülüyor. Hristiyanlık, günümüzde büyük ölçüde kiliselere hapsolmuş durumda. Zaten Avrupa'da kiliselere giden pek kimse de kalmadı. İslam'da öyle veya böyle benzer duruma düşecektir.
  19. Aşağıdaki hadis, Dar-us-Salam (Hafiz Zubair 'Ali Za’i) tarafından sahih (doğru) olarak değerlendirilmiş ve al-Albani tarafından da sahih olarak derecelendirilmiştir. Bu hadis, Sunan Abu Dawud'un 25. Kitabı olan Kitab al-Ahruf wa al-Qira'at (Kur’an’ın Ahrufları ve Kıraatları Kitabı) bölümündendir: Abu Dharr dedi ki: Güneşin batmakta olduğu bir sırada, Allah’ın Elçisi’nin (ﷺ) arkasında, bir eşeğe binmiş olarak oturuyordum. O bana sordu: "Biliyor musun, güneş nerede batıyor?" Ben de cevap verdim: "Allah ve O’nun Elçisi en iyisini bilir." Bunun üzerine şöyle dedi: "O, sıcak su kaynağında batar." Sunan Abu Dawud 3991 Ayrıca, güneşin şeytanın boynuzları arasında doğup battığını belirten birçok sahih hadis bulunmaktadır. Örneğin: İbn 'Umar, Allah’ın Elçisi’nin (selam ona olsun) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Güneş doğarken ve batarken namaz kılmayı niyet etmeyin, çünkü güneş şeytanın boynuzları arasında doğar." Sahih Muslim 4:1807 "... sonra güneş batana kadar namazı bırakın, çünkü güneş şeytanın boynuzları arasında batar ve o zamanda kâfirler ona secde ederler." Sahih Muslim 4:1812 Bunlar, güneşin batıp doğduğu belirli yerlerin olduğuna dair bir inancı ima eder. Aşağıda, sınırlı ve düz bir dünya inancını ima eden hadis versiyonu bulunmaktadır: Thauban, Allah’ın Elçisi’nin (selam ona olsun) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, dünyanın uçlarını benim için birbirine yaklaştırdı. Ve ben, onun doğu ve batı uçlarını gördüm..." Sahih Muslim 41:6904 Aşağıdaki hadis (aynı zamanda Sahih Muslim 19:4327'de de bulunmaktadır), güneşin her gün gökyüzünde hareket ettiği inancını gösterir: Peygamber, seferi gerçekleştirdi ve o kasabaya ulaştığında, neredeyse Asr namazı vaktiydi. Güneşe şöyle dedi: "Ey güneş! Sen Allah’ın emri altındasın, ben de Allah’ın emri altındayım. Ey Allah’ım! Onu (yani güneşi) batmaktan alıkoy." Güneş, Allah ona zafer nasip edene kadar batmamıştı. Sahih Bukhari 4:53:353 Kur'an, birkaç yerde ve farklı bağlamlarda, gök cisimlerinin betimlemeleriyle, açıkça veya dolaylı olarak jeosantrik (Dünya merkezli) bir evren modelini ima eder: "Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsınız ki, karanlık içinde kalmışlardır. Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah'ın takdiri (düzenlemesi)dir. Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir." (Yasin, 36:37-40) Kelime Kelime Çevirisi: وَالشَّمْسُ (Wa al-shamsu): "Ve güneş" وَ (Wa): "Ve" الشَّمْسُ (al-shamsu): "Güneş" تَجْرِي (tajri): "Koşar, akar, gider" Fiil: "tajri" kökünden, "yürümek" veya "hareket etmek" anlamında kullanılır. لِمُسْتَقَرٍ (limustaqarrin): "Bir dinlenme yerine, bir yerleşim noktasına" لِ (li): "için" مُسْتَقَرٍ (mustaqarrin): "Dinlenme yeri", "istasyon", "gidiş noktası" anlamına gelir. Burada "güneşin varacağı nokta" anlamında kullanılır. لَها (laha): "Ona, ona ait" لَ (la): "Ona" هَا (ha): "Onun" (dişi zamiri, burada "güneş" dişi bir isim olduğu için kullanılmıştır.) Bu kelimeler birlikte şu şekilde tercüme edilebilir: Ve güneş bir dinlenme noktasına doğru akar. Sonuç: Kur'an ayetleri ve sahih hadisler incelendiğinde, Dünya'nın düz olduğu sonucuna varılmaktadır. Güneş'in doğduğu ve battığı belirli yerler vardır. Kur'an'a göre, Güneş hareket eder ve bir "dinlenme noktasına" doğru akar. Dünya evrenin merkezinde olup sabittir. Güneş, Ay ve diğer gezegenler Dünya'nın etrafında döner. Bu görüş Geosantrizm (Yermerkezlilik) veya Yermerkezli Evren Modeli olarak bilinir ve 17. yüzyıla kadar geniş kabul görmüştür. Buna karşın, Heliosentrizm (Güneşmerkezlilik) modeli, evrenin merkezinin Güneş olduğu ve gezegenlerin, Dünya dahil, Güneş etrafında döndüğü anlayışına dayanır. 16. yüzyılda Kopernik tarafından geliştirilen bu teori, Kepler ve Galileo tarafından da desteklenmiştir. Heliosentrizm, Dünya'nın evrenin merkezi değil, Güneş'in etrafında dönen bir gezegen olduğunu savunur. Bizim "Cuma Müslümanları" ise sürekli olarak Kur'an ayetlerini çarpıtarak anlam çıkarmaya çalışır; "Orada bunu demek istemiyor, şunu demek istiyor," derler. "Şu kelimenin 84. anlamına bakmak lazım," derler. "Bunlar müteşabih ayetlerdir, orada mecaz vardır," derler. Ancak gerçek şudur ki, 1400 yıl önce söylenenler, günümüz gerçekleri karşısında erimektedir!
  20. Fil Olayı ne zaman gerçekleşiyor? Fil Olayı, Muhammed doğmadan önce, yani İslam dini henüz ortada yokken gerçekleşiyor. Fil Olayı sırasında Mekke’de kimler yaşıyor ve Kabe hangi amaçla kullanılıyor? Mekke’de putperest inancına sahip insanlar yaşamaktadır. Kabe ise, Hubal, Lat, Menat ve Uzza gibi putların barındığı bir tapınak olarak kullanılmaktadır. Bu putlar, daha sonra Muhammed'in Mekke’yi fethettikten sonra kırdığı putlardır. Ebrehe'nin inancı nedir? Ebrehe, Hristiyan bir liderdir, yani Allah’ın Kitap Ehli olarak tanımladığı bir inanç sistemine sahiptir. Ebrehe, ordusuyla birlikte Kabe’yi ve içindeki putları yıkmak için harekete geçer. Ancak Allah, Hristiyan olan ve Kitap Ehli olarak gördüğü Ebrehe’ye ve ordusuna yardım etmek yerine, Kabe’deki putları korumayı tercih eder. Kabe'de, Hubal, Lat, Menat ve Uzza gibi putlar bulunurken, Allah, bu putların barındığı Kabe’yi korur. Sonunda, Allah, Ebrehe ve ordusuna karşı, ağzında taş taşıyan Ebabil kuşlarını gönderir ve onları yenilgiye uğratır. Ey Müslümanlar! O zamanlar ne Muhammed vardı ne de İslam diye bir din. Peki, Allah neden Hristiyan olan Ebrehe ve ordusunun yanında durmak yerine, Kabe’deki putları korumayı tercih etti? Allah'ınız ilerleyen yıllarda haram kılacağı putların olduğu bir tapınağı neden korumuştur?
  21. 36:36 Toprağın verdiği her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında (henüz) bilgi sahibi olmadıkları şeyleri çift çift yaratan Allah ne yücedir! 51: 49 Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık. 92:3 Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun. 75:39 Ve ondan erkek ve dişi olmak üzere iki çift yarattı. Ey Müslümanlar! Allah'ınız diyor ki ben her şeyi çift çift, erkekli dişili yarattım! Kuzey Amerika'da yaşayan Kamçı Kuyruklu Kertenkele (Aspidoscelis uniparens) tamamen dişilerden oluşur, yani erkek bireyleri yoktur! Bu türe ait dişi kertenkeleler, partenogenezi adı verilen bir üreme şekliyle çoğalır. Bu, dişi bireylerin genetik materyalini kendi başlarına kopyalayarak yeni bireyler üretmeleri anlamına gelir. Yani, üremek için bir erkek kertenkeleye gerek yoktur! Her şeyi çift çift, erkekli dişili yaratan Allah, neden bu kertenkele türünün erkeğini yaratmamış? Allah'ınız ya yalan söylüyor ya da bu kertenkele türünün erkeğini yaratmayı unutmuş! Ya da bundan 1400 yıl önce yaşamış Araplar, eşeysiz üremenin ne olduğunu bilmedikleri için Kuran'da bununla alakalı bir bilgi yok!
×
×
  • Create New...