Jump to content

Kahin

Üyeliği silinmiş kullanıcı
  • İçerik sayısı

    304
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    5

Everything posted by Kahin

  1. @Mogolhan Çünkü, görelilik teorisindeki iddiaların çoğunu deneysel olarak kanıt etmek zordur... Gerçeklikle sınırlı bir bağlantın var!
  2. @Mogolhan Burada mantık kurallarını sürekli ihlal ediyorsun!
  3. @Mogolhan Dört boyutlu uzay kavramı icat edileli yüz elli yıl oldu. Görelilik teorisi yüz yılı aşkın bir süredir fizik tarihinin çöplüğüne atılmıştır! Hala farkına varamadın mı?
  4. @Mogolhan Var olmayan bir şeyin nasıl bir adı olabilir ve dahası, onun hakkında nasıl matematiksel hesaplamalar yapabilirsin?
  5. @Mogolhan Burada yazdığın saçmalıkların farkında mısın? Sana göstereyim: Gravitonların varlığı henüz kanıt edilemedi. Deneysel yöntem var olmaya devam edecek. Çünkü teoriler deneysel sonuçlara dayanır ...
  6. Doğada yalnızca üç uzamsal boyut vardır: ön ve arka, üst ve alt, sol ve sağ. Nokta! Bunun aksini iddia edenlerin fizik (= doğa) hakkında gerçek bir fikri yoktur!
  7. @Mogolhan Eğer durum böyleyse, bunun bilimle hiçbir ilgisi yoktur, çünkü nesnesi olmayan bir düşünce modeli inancın ötesine geçemez, yani Graviton = Allah!
  8. @Mantılı Kozmosun benim uzmanlık alanımla ne ilgisi var? Ama hakkımda (Predictor/Kahin) daha fazla bilgi edinmek istersen, aşağıdaki konuları okumanı tavsiye ederim: Akıl ve Mantık Proton ve Elektron
  9. @Mantılı Bunlar için doğrudan denebilecek deneysel bir delil olmasa da oluşturulan modellerde matematiksel tutarlılık sağladıklarını biliyorum. İşte düşünce hatan da tam olarak burada yatıyor: "matematiksel" Matematik sadece bir dildir, saymakla ilgilidir ve saymak bir insan faaliyetidir. Matematik keşfedilmemiş, tanımlar ve semboller aracılığıyla kişiler arası olarak geliştirilmiştir, yani matematik doğal bir olgu değildir. Matematik doğayı tanımlamak için kullanılır, ancak bu tanım doğanın değil, dilin bir parçasıdır ve bu nedenle matematik zihinsel bir üründür! Kuantum alan teorisi ve sicim (string) teorisi gibi saçmalıklara girmeyeceğim, bunlar da sadece matematiksel zırvalardır. Öte yandan kara deliklerin varlığı dolaylı olarak ispat edilmiş diyebiliriz. Bilim somut gerçeklerle ilgilidir, bu yüzden lütfen bana dolaylı kanıtın nasıl işlediğini tek tek adımlarla açıkla! Var olup olmadığını bilmeniz mümkün değil ama sizin var olmadığı yönünde sabit bir inancınız var gibi görünüyor. Bunlar Allah'a (zihinsel bir ürüne!) inanan insanların argümanları. Onlara Allah'larının sadece manevi bir ürün olduğunu söylediğimde, tam olarak bu argümanları duyuyorum! Bilimde, bir şeyi iddia eden kişi onu kanıtlamak zorundadır. Ve benim için kanıtın yokluğu, var olmadığının kanıtıdır! Bilim bilinmeyen karşısındaki açıklama gayretidir. Ancak bilimde, yalnızca doğada var olan nesneleri açıklayabilirsin, değil mi? Zihinsel ürünleri açıklamanın bilimle kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur, bu dindir, yani inançtır! Higgs bozonlarının var olmadığını ya da higgs bozonlarının sadece zihinsel ürünler olduğunu bilirsem (= kanıtın yokluğu!), higgs bozonları hakkında nasıl bilim yapabilirim?
  10. @Mogolhan Parçacık fiziğine göre, elektronlar fotonlara dönüşebilirler ve nötronlar gravitonlara dönüşebilirler. Graviton nedir? Gravitonu kim, nerede, ne zaman ve nasıl keşfetti? Var olmayan bir şey nasıl keşfedilir? Karadelikler ise sadece nötronlardan oluşurlar. Bir kara deliği kim, ne zaman, nerede ve nasıl keşfetti? Aynısı burada da geçerli: Var olmayan bir şey nasıl keşfedilir?
  11. ABD'nin Louisiana eyaletindeki yasa DSÖ, BM ve DEF'i yasaklıyor 27/03/2024, JON FLEETWOOD "Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Birleşmiş Milletler (UN) ve Dünya Ekonomik Forumu'nun (WEF) Louisiana eyaletinde hiçbir hukuksal alanı veya otoritesi yoktur." Louisiana Senatosu, eyalet egemenliği ve yerel yönetişim açısından bir dönüm noktası niteliğinde olan ve bazı uluslararası kuruluşların eyalet içindeki etki ve yetki alanlarını önemli ölçüde sınırlandırmayı amaçlayan 133 sayılı Senato Yasa Tasarısını Salı günü kabul etti. Tasarı 37 lehte oyla oybirliğiyle kabul edildi. Cumhuriyetçi Senatörler Pressly ve Valarie Hodges ile Temsilci Edmonston tarafından desteklenen tasarı, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Birleşmiş Milletler (UN) ve Dünya Ekonomik Forumu'nu (WEF) açıkça hedef almakta ve bu kuruluşların Louisiana'daki güçlerini ve politikalarının uygulanmasını sınırlandırmaktadır. Yürürlüğe 1 Ağustos 2024 tarihinde girecek olan yasa, "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler ve Dünya Ekonomik Forumu'nun Louisiana eyaletinde hiçbir yargı yetkisi veya otoritesi olmayacağını" öngörmektedir. Yasa, bu uluslararası kuruluşların aşırı etkisine karşı kararlı bir adımdır. Tasarı kapsamı da belirlemektedir: "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler ve Dünya Ekonomik Forumu'nun hiçbir kuralı, yönetmeliği, ücreti, vergisi, politikası veya emri Louisiana eyaleti veya herhangi bir ajans, ofis, kurul, komisyon, siyasi alt bölüm, eyaletin hükümet birimi, bölge, şehir veya diğer siyasi kuruluş tarafından uygulanmayacak veya uygulatmayacaktır." Teklif, eyalet egemenliği ve uluslararası kuruluşların yerel yönetimlerdeki rolü ile ilgilidir. Teklifi savunanlar, bu tasarının Louisiana'nın özerkliğini korumak ve eyaletin çıkarları veya değerleriyle uyuşmayabilecek dış politikaların dayatılmasını önlemek için gerekli bir adım olduğunu savunuyor. Yasanın kabulü, küresel kurumlara yönelik genel şüphecilik eğilimini ve kamu işleri üzerinde yerel kontrol tercihini yansıtmaktadır. Tasarı, Louisiana'nın seçilmiş uluslararası kuruluşların etkisinden bağımsız olarak kendi rotasını çizme niyetinin açık bir beyanıdır. Eyalet yasama organı, bu kanunun yürürlüğe girmesiyle, devlet haklarını ve yönetimini, yersiz dış müdahaleler olarak gördüğü şeylerden uzak tutma kararlılığının altını çizmektedir. Kaynak: bill blocking who un and wef
  12. İnternette gezinirken, bir bağlantı beni burada tercüme ettiğim bilgilendirici bir makaleye yönlendirdi: Toksikoloji Virolojiye Karşı: Rockefeller Enstitüsü ve Çocuk Felci Dolandırıcılığı F. William Engdahl tarafından 12 Temmuz 2022 2019'da kamuoyuna yansıyan yeni SARS Covid virüsü iddiasının sonuçlarından biri de virolojinin tıbbi uzmanlık alanının medyada neredeyse tanrısal bir konuma yükseltilmiş olmasıdır. Virolojinin kökenlerini ve günümüz tıp pratiğinde öncü bir role yükselişini anlayan çok az kişi var. Bunun için Amerika'nın ilk tıbbi araştırma enstitüsü olan Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü'nün (bugün Rockefeller Üniversitesi) kökenlerine ve politikalarına ve çocuk felci virüsü olduğunu iddia ettikleri şey üzerinde yaptıkları çalışmalara bakmamız gerekiyor. 1907 yılında New York'ta ortaya çıkan bir hastalık salgını, Rockefeller Enstitüsü'nün müdürü Simon Flexner'e, keyfi olarak çocuk felci olarak adlandırılan hastalığa neden olan görünmez bir "virüs" keşfettiğini iddia etmek için altın bir fırsat verdi. Poliomyelit kelimesi basitçe omurilikteki gri maddenin iltihaplanması anlamına gelmektedir. O yıl çoğu çocuk olmak üzere yaklaşık 2.500 New Yorklu, felç ve hatta ölüm de dahil olmak üzere bir çeşit çocuk felci hastalığına yakalanmıştı. Flexner'ın Dolandırıcılığı ABD'de 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan tüm çocuk felci destanının en çarpıcı yönü, işin her kilit aşamasının Rockefeller tıp kabalına bağlı kişiler tarafından kontrol edilmesiydi. Bu sahtekarlık, Rockefeller Enstitüsü Direktörü Simon Flexner'in, kendisinin ve meslektaşı Paul A. Lewis'in, ABD'deki bir dizi salgında felç edici hastalığa neden olduğunu iddia ettikleri, gözle görülemeyen, bakterilerden bile daha küçük bir patojeni "izole ettiklerini" iddia etmesiyle başladı. Bu fikre nasıl ulaştılar? 1909'da Journal of the American Medical Association'da yayınlanan bir makalede Flexner, Lewis ile birlikte çocuk felci virüsünü izole ettiklerini iddia etti. Poliomyeliti birkaç maymundan maymuna başarılı bir şekilde "pasajladıklarını" bildirdi. İşe, muhtemelen virüsten ölen genç bir çocuğun hastalıklı insan omurilik dokusunu maymunların beyinlerine enjekte ederek başladılar. Bir maymun hastalandıktan sonra, hastalıklı omurilik dokusunun bir süspansiyonu, yine hastalanan diğer maymunların beyinlerine enjekte edildi. Rockefeller Enstitüsü doktorlarının böylece gizemli hastalığın çocuk felci virüsünden kaynaklandığını kanıtladıklarını ilan ettiler. Oysa böyle bir şey yapmamışlardı. Flexner ve Lewis bunu itiraf bile ettiler: "Film preparatlarında ya da kültürlerde hastalığı açıklayabilecek bakteriler bulmakta tamamen başarısız olduk; ve virüsün maymunlarda uzun süreli yayılımları arasında hiçbir hayvanın lezyonlarında daha önceki bazı araştırmacılar tarafından tanımlanan koklara rastlanmadığından ve bizim tarafımızdan incelenen insan materyalinden de bu tür bakteriler elde edemediğimizden, bunların göz ardı edilebileceğini düşündük." Daha sonra yaptıkları şey, bilimsel bir iddia değil, tuhaf bir varsayım, bir inanç sıçraması yapmaktı. Viral dış etken hipotezlerini hiçbir kanıta dayanmadan gerçekmiş gibi gösterdiler. Şöyle iddia ettiler: "Bu nedenle, ...salgın çocuk felcinin enfekte edici ajanı, şimdiye kadar mikroskop altında kesin olarak gösterilememiş olan küçük ve filtrelenebilir virüsler sınıfına aittir." Bu nedenle mi? Simon Flexner, başka bir açıklama bulamadıkları için maymunları öldürenin bir çocuk felci virüsü "olması gerektiğini" iddia etti. Aslında hastalıkların başka bir kaynağını aramamıştı. Bu bilimsel bir izolasyon değildi. Vahşi bir spekülasyondu: "...şimdiye kadar mikroskop altında kesin olarak kanıtlanmamıştır." Bunu 18 Aralık 1909'da JAMA'da yayınlanan "EPİDEMİK POLİOMİYELİT VİRÜSÜNÜN DOĞASI" başlıklı makalede itiraf ettiler. Maymunlara enjekte ettikleri sözde "virüs" pek de saf değildi. Ayrıca belirsiz miktarda kirletici madde içeriyordu. "Püre haline getirilmiş omurilik, beyin, dışkı, hatta felç yaratmak için öğütülmüş ve maymunlara enjekte edilmiş sinekler" içeriyordu. Jonas Salk Nisan 1955'te ABD Hükümeti'nden çocuk felci aşısı için onay alana kadar, çocuk felcine ya da yaygın olarak bilinen adıyla infantil paraliziye neden olan bir virüsün varlığı bilimsel olarak kanıtlanamamıştı. Bu durum bugün de devam etmektedir. Tüm tıp dünyası Flexner'in bir virüs olması gerektiği yönündeki sözlerine inandı. Rockefeller Enstitüsü, Flexner ve Amerikan Tabipler Birliği Rockefeller Enstitüsü, 1901 yılında John D. Rockefeller'ın Standard Oil servetiyle Amerika'nın ilk biyomedikal enstitüsü olarak kurulmuştur. Fransa'daki Pasteur Enstitüsü (1888) ve Almanya'daki Robert Koch Enstitüsü (1891) örnek alınarak kurulmuştur. Enstitünün ilk müdürü Simon Flexner, onaylanmış Amerikan tıp uygulamalarının gelişiminde çok önemli ve suçlu bir rol oynadı. Rockefeller'ın amacı Amerikan tıp uygulamalarını tamamen kontrol etmek ve en azından başlangıçta Rockefeller çıkarları tarafından onaylanan tıbbi ilaçların tanıtımı için bir araca dönüştürmekti. O zamana kadar petrolde yaptıkları gibi, petrol rafinasyonundan üretilen tıbbi ilaçları da tekellerine almak istiyorlardı. Rockefeller Enstitüsü başkanı Simon Flexner, çocuk felciyle ilgili sonuçsuz ama çok beğenilen çalışmalarını yayınlarken, tıp geçmişi olmayan bir öğretmen olan kardeşi Abraham Flexner'in Amerikan Tıp Derneği (AMA), Rockefeller Genel Eğitim Kurulu ve Rockefeller'ın yakın arkadaşı Andrew Carnegie tarafından kurulan Carnegie Vakfı'nın ortak çalışmasına başkanlık etmesini ayarladı. 1910 tarihli çalışmanın adı Flexner Raporu'ydu ve görünürdeki amacı ABD'deki tüm tıp fakültelerinin kalitesini araştırmaktı. Ancak raporun sonucu önceden belirlenmişti. Varlıklı Rockefeller Enstitüsü ile AMA arasındaki bağlar, yolsuzluğa bulaşmış AMA başkanı George H. Simmons'tan geçiyordu. Simmons aynı zamanda Amerika'daki yaklaşık 80.000 doktora ulaştırılan etkili Journal of the American Medical Association dergisinin de editörüydü. Söylendiğine göre doktorlar birliği üzerinde mutlak bir güce sahipti. İlaç şirketlerinin ilaçlarını AMA doktorlarına dergisinde tanıtmaları için artan reklam gelirlerini kontrol ediyordu ki bu oldukça kazançlı bir işti. Rockefeller'in tıbbi darbesinin önemli bir parçasıydı ve kabul edilebilir tıbbi uygulamaları iyileştirici ya da önleyici tedaviden uzaklaştırarak, genellikle ölümcül ilaçların ve pahalı ameliyatların kullanımına doğru tamamen yeniden tanımlayacaktı. AMA'nın başkanı olarak Simmons, 1880'de 90 civarında olan tıp fakültesi sayısının 1903'te 150'nin üzerine çıkması nedeniyle, o dönemde tanınan kayropraktik, osteopati, homeopati ve doğal tıp da dahil olmak üzere tıp fakültelerinin çoğalmasından kaynaklanan rekabetin AMA doktorlarının gelirlerini azalttığını fark etti. Özel bir okulun eski müdürü olan Abraham Flexner, 1909 yılında ABD'deki çeşitli tıp okullarını gezmiş ve "standart altı" olarak tanımladığı 165 tıp okulunun yarısının kapatılmasını önermiştir. Bu, hastalıkların iyileştirilmesine yönelik diğer yaklaşımların rekabetini azaltmıştır. O zamanlar yaygın olan naturopatik tıp okullarını, kayropraktik okullarını, osteopatları ve AMA rejimine katılmak istemeyen bağımsız allopatik okulları acımasızca hedef aldılar. Daha sonra Rockefeller parası, profesörlerin Rockefeller Enstitüsü tarafından incelenmesi ve müfredatın olası nedenler ve çözümler olarak önleme, beslenme veya toksikolojiye değil, tedavi olarak ilaçlara ve cerrahiye odaklanması şartıyla seçilmiş okullara gitti. Pasteur'ün bir mikroptan bir hastalığa indirgemeciliği savunan mikrop teorisini kabul etmek zorundaydılar. Rockefeller kontrolündeki medya, alternatif tıbbın her türüne, bitkisel ilaçlara, doğal vitaminlere ve kayropraktiğe -Rockefeller patentli ilaçlar tarafından kontrol edilmeyen her şeye- karşı koordineli bir cadı avı başlattı. Rockefeller Genel Eğitim Kurulu ve Rockefeller Vakfı 1919 yılına kadar Johns Hopkins, Yale ve Washington Üniversitesi St. Louis tıp fakültelerine 5.000.000 dolardan fazla ödeme yapmıştır. John D. Rockefeller 1919 yılında "Amerika Birleşik Devletleri'nde tıp eğitiminin ilerlemesi için" 20.000.000 dolarlık bir menkul kıymet daha bağışladı. Bu miktar bugün yaklaşık 340 milyon dolarla karşılaştırılabilir, yani çok büyük bir meblağ. Kısacası Rockefeller'ın para çıkarları 1920'lerde Amerikan tıp eğitimini ve tıbbi araştırmalarını ele geçirmişti. Viroloji Oluşturmak En etkili doktor örgütü AMA ve onun yozlaşmış başkanı Simmons tarafından desteklenen bu tıbbi devralma, Simon Flexner'in Rockefeller kuralları altında tam anlamıyla modern virolojiyi yaratmasına izin verdi. Son derece tartışmalı Thomas Milton Rivers, Rockefeller Enstitüsü'nün viroloji laboratuvarının yöneticisi olarak, 1920'lerde virolojiyi bakteriyolojiden ayrı, bağımsız bir alan olarak kurdu. Görünmez mikroplar veya "virüsler" olan ölümcül patojenleri iddia edebildiklerinde çok daha kolay manipüle edebileceklerini fark ettiler. İronik bir şekilde virüs Latince zehir anlamına gelmektedir. İndirgemeci bir tıbbi sahtekarlık olan viroloji, Rockefeller tıp kabalının bir eseriydi. Bu son derece önemli gerçek bugün tıbbın yıllıklarında gömülüdür. Çiçek, kızamık ya da çocuk felci gibi hastalıklara, spesifik virüsler olarak adlandırılan görünmez patojenlerin neden olduğu ilan edildi. Eğer bilim insanları görünmez virüsü "izole" edebilirlerse, teorik olarak insanları zarardan koruyacak aşılar bulabilirlerdi. Teorileri böyle devam etti. Bu, Rockefeller ilaç şirketleri karteli için büyük bir nimetti; bu şirketler arasında o dönemde Hemoroid için Preparation H ya da ağrı kesici Advil gibi etkisi kanıtlanmamış ilaçları sahte bir şekilde tanıtan American Home Products; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman Bayer AG'nin Aspirin dahil ABD varlıklarını devralan Sterling Drug; Winthrop Chemical; American Cyanamid ve yan kuruluşu Lederle Laboratories; Squibb ve Monsanto yer alıyordu. Kısa süre sonra Rockefeller Enstitüsü'ndeki virüs araştırmacıları, çocuk felci virüsünü keşfettiklerini iddia etmenin yanı sıra çiçek, kabakulak, kızamık ve sarı hummaya neden olan virüsleri de keşfettiklerini iddia ettiler. Ardından zatürre ve sarı humma için önleyici aşıların "keşfedildiğini" duyurdular. Enstitü tarafından duyurulan tüm bu "keşiflerin" yanlış olduğu kanıtlandı. Yeni viroloji alanındaki araştırmaların kontrolünü ele geçiren Rockefeller Enstitüsü, AMA'daki Simmons ve onun aynı derecede yozlaşmış halefi Morris Fishbein ile işbirliği yaparak, Amerika'daki her üye doktora giden etkili AMA dergisinde yeni patentli aşıları veya ilaç "çarelerini" tanıtabilirdi. AMA dergisindeki reklamlar için ödeme yapmayı reddeden ilaç şirketleri AMA tarafından kara listeye alınıyordu. Çocuk Felci Araştırmalarının Kontrolü Simon Flexner ve son derece etkili Rockefeller Enstitüsü, 1911 yılında çocuk felci olarak adlandırılan semptomların ABD Halk Sağlığı Yasası'na "hava yoluyla bulaşan bir virüsün neden olduğu bulaşıcı, enfeksiyöz bir hastalık" olarak girmesini sağlamayı başardı. Ancak onlar bile hastalığın insan vücuduna nasıl girdiğini kanıtlayamadıklarını itiraf etmişlerdir. Deneyimli bir doktorun 1911 yılında bir tıp dergisinde belirttiği gibi, "Bulaşmanın olası yöntemleri hakkındaki mevcut bilgilerimiz neredeyse tamamen bu şehirde Rockefeller Enstitüsü'nde yapılan çalışmalara dayanmaktadır." 1951 yılında Rockefeller'ın çocuk felci bulaşması konusunda acele karar vermesini eleştiren Dr. Ralph Scobey, "Bu elbette klinik araştırmalardan ziyade hayvan deneylerine dayanıyordu..." diye belirtmiştir. Scobey ayrıca çocuk felcinin bulaşıcı olduğuna dair kanıt bulunmadığına da dikkat çekmiştir: "...hastalığa yakalanan çocuklar genel hastane koğuşlarında tutulmuş ve hastanenin diğer koğuşlarında kalanlardan tek bir kişi bile hastalığa yakalanmamıştır." O dönemdeki genel tutum 1911 yılında özetlenmiştir: "Bize öyle geliyor ki, kesin bir kanıt olmamasına rağmen, hastalığı bulaşıcı bir bakış açısıyla değerlendirmemiz toplumun çıkarlarını en iyi şekilde koruyacaktır." (sic). Rockefeller Enstitüsü ve AMA, çocuk felci semptomlarını görünmez, sözde dışsal veya harici bir virüsün neden olduğu son derece bulaşıcı bir hastalık olarak sınıflandırarak, çoğunlukla çok küçük çocuklarda görülen mevsimsel hastalık ve felç, hatta ölüm salgınlarını açıklamak için kimyasal böcek ilaçlarına veya diğer toksinlere maruz kalma gibi alternatif açıklamalara yönelik ciddi araştırmaların önünü kesebildi. Bunun günümüze kadar uzanan ölümcül sonuçları olacaktı. Enter DDT (Diklorodifeniltrikloroetan, renksiz, tatsız ve neredeyse kokusuz bir kristal kimyasal bileşik, bir organoklorürdür) Ralph R. Scobey, M.D., 1952 yılında ABD Temsilciler Meclisi'nde gıda ürünlerindeki kimyasalların olası tehlikelerini araştırırken yaptığı açıklamada şunları kaydetmiştir: "Neredeyse yarım yüzyıldır çocuk felci araştırmaları, insan vücuduna girerek hastalığa neden olduğu varsayılan dış kaynaklı bir virüse yöneliktir. Halk Sağlığı Yasası'nın şu anda ifade ediliş şekli, sadece bu tür bir araştırmayı dayatmaktadır. Öte yandan, sözde çocuk felci virüsünün insan vücuduna hiç girmeyen otokton bir kimyasal madde olup olmadığını, ancak örneğin bir gıda zehiri gibi dışsal bir faktör veya faktörlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını belirlemek için yoğun çalışmalar yapılmamıştır." Büyük kanıtlara rağmen toksinler neden olarak araştırılmamıştır. Ekonomik buhranın ve ardından savaşın yaşandığı 1930'lu yıllar boyunca çok az sayıda yeni büyük çocuk felci salgını görülmüştür. Ancak, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden hemen sonra, çocuk felci dramı boyut değiştirdi. 1945'ten itibaren her yaz Amerika'da giderek daha fazla çocuğa çocuk felci teşhisi kondu ve hastaneye yatırıldı. Vakaların %1'inden daha azı kan veya idrar testleri ile gerçekten test edildi. Vakaların %99'u sadece ekstremitelerde akut ağrı, ateş, mide rahatsızlığı, ishal gibi semptomların varlığıyla teşhis edildi. 1938 yılında, çocuk felci kurbanı olduğu varsayılan Franklin D. Roosevelt'in desteğiyle, çocuk felci araştırmalarını finanse etmek üzere vergiden muaf bağışlar toplamak amacıyla Ulusal Çocuk Felci Vakfı (March of Dimes) kurulmuştur. Alman bir doktor ve araştırmacı olan Dr. Henry Kumm, ABD'ye gelerek 1928 yılında Rockefeller Enstitüsü'ne katıldı ve 1951 yılında Ulusal Vakfa Çocuk Felci Araştırmaları Direktörü olarak katılana kadar burada kaldı. Kumm'a Ulusal Vakıf'ta bir başka önemli Rockefeller Enstitüsü çalışanı, "virolojinin babası" olarak adlandırılan ve Jonas Salk'ın araştırmalarını denetleyen vakfın aşı araştırma danışma komitesine başkanlık eden Thomas M. Rivers katıldı. Rockefeller Enstitüsü'nün bu iki kilit ismi böylece aşı geliştirmek de dahil olmak üzere çocuk felci araştırmaları için fonları kontrol ediyordu. Henry Kumm, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rockefeller Enstitüsü'nde görevliyken ABD Ordusu'na danışmanlık yapmış ve İtalya'daki saha çalışmalarını yönetmiştir. Kumm burada Roma ve Napoli yakınlarındaki bataklıklarda tifüs ve sıtma sivrisineklerine karşı DDT kullanımına yönelik saha çalışmalarını yönetti. DDT, İsviçreli ilaç firması Geigy ve ABD şubesi tarafından 1940 yılında bir böcek ilacı olarak patentlenmiş ve ilk kez 1943 yılında ABD Ordusu askerleri üzerinde baş biti, sivrisinek ve diğer birçok böceğe karşı genel bir dezenfektan olarak kullanılmasına izin verilmişti. Savaşın sonuna kadar ABD'deki DDT üretiminin neredeyse tamamı orduya gitti. 1945 yılında kimya şirketleri hevesle yeni pazarlar aramaya başladı. Buldular da. 1944 yılının başlarında ABD gazeteleri, "tarihteki her büyük savaşın ardından gelen korkunç veba" tifüsün, ordunun yeni "bit öldürücü" tozu DDT sayesinde artık Amerikan birlikleri ve müttefikleri için bir tehdit olmaktan çıktığını zaferle bildiriyordu. Napoli'de yapılan bir deneyde, Amerikan askerleri bir milyondan fazla İtalyan'a gazyağı (!) ile eritilmiş DDT tozu vererek tifüsü yayan vücut bitlerini öldürdü. Rockefeller Enstitüsü'nden Henry Kumm ve ABD Ordusu, bir araştırmacının ifadesiyle, "DDT'nin bir zehir olduğunu, ancak savaş için yeterince güvenli olduğunu biliyordu. DDT'den zarar gören herhangi bir kişi savaşın kabul edilmiş bir zayiatı olacaktı." ABD Hükümeti, 1944 yılında Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Ofisi tarafından yayınlanan ve DDT'nin insanlarda ve hayvanlarda kümülatif toksik etkilerine karşı uyarıda bulunan böcek ilaçları hakkındaki bir raporu "kısıtladı". Dr. Morris Biskind 1949 tarihli bir makalesinde şunları kaydetmiştir: "DDT kümülatif bir zehir olduğundan, Amerikan nüfusunun büyük ölçekli zehirlenmesinin meydana gelmesi kaçınılmazdır. 1944 yılında, Ulusal Sağlık Enstitüleri'nden Smith ve Stohlman, DDT'nin kümülatif toksisitesine ilişkin kapsamlı bir çalışmanın ardından, "DDT'nin toksisitesi, kümülatif etkisi ve ciltten emilebilirliği ile birleştiğinde, kullanımı konusunda kesin bir sağlık tehlikesi oluşturmaktadır" dedi. Bu uyarılar üst düzey yetkililer tarafından dikkate alınmadı. Bunun yerine, 1945'ten sonra tüm Amerika'da DDT, tıpkı otuz yıl sonra Monsanto'nun glifosatlı Roundup'ı gibi mucize yeni, "güvenli" pestisit olarak tanıtıldı. DDT'nin insanlar için zararsız olduğu söyleniyordu. Ancak hükümetten hiç kimse bu iddiayı ciddi bir şekilde bilimsel olarak test etmiyordu. Bir yıl sonra, 1945'te savaş sona erdiğinde, ABD gazeteleri yeni DDT'yi "sihirli" bir madde, bir "mucize" olarak övdü. Time, DDT'yi "İkinci Dünya Savaşı'nın en büyük bilimsel keşiflerinden biri" olarak nitelendirdi. Gıda zincirinde kolayca biriken, kalıcı ve zehirli bir kimyasal olduğuna dair test edilmemiş yan etkilere ilişkin münferit uyarılara rağmen, ABD Hükümeti 1945 yılında DDT'nin genel kullanımını onayladı. Rockefeller-AMA-ilaç çıkarları tarafından kontrol edilen Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), hiç kimse bunu kanıtlamamış olmasına rağmen, gıdalarda milyonda 7 parçaya kadar DDT içeriğini "güvenli" olarak belirledi. DDT kimyasal şirketleri basını fotoğraflar ve anekdotlarla besledi. Gazeteler, yeni mucize kimyasal DDT'nin ABD'de Güney'de sıtma taşıdığına inanılan sivrisineklere karşı nasıl test edildiğini ve "Arizona üzüm bağlarını, Batı Virginia meyve bahçelerini, Oregon patates tarlalarını, Illinois mısır tarlalarını ve Iowa mandıralarını koruduğunu" coşkuyla haber yaptı. DDT 1940'ların sonunda ABD'de her yerdeydi. ABD Hükümeti, savaştan önce kullanılan arsenik ve diğer böcek ilaçlarının aksine DDT'nin insanlar, hatta bebekler için zararsız olduğunu ve serbestçe kullanılabileceğini iddia etti. 1945'ten itibaren Chicago gibi şehirler halka açık plajları, parkları, yüzme havuzlarını ilaçladı. Ev kadınları mutfaklarını ve özellikle çocuklarının odalarını, hatta yataklarını ilaçlamak için evlerine aerosol sprey DDT dispenserleri aldılar. Çiftçilere ürünlerini ve hayvanlarını, özellikle de süt ineklerini DDT ile ilaçlamaları söylendi. Savaş sonrası Amerika'da DDT, özellikle de Black Flag aerosol DDT spreyi ile American Home Products ve Monsanto gibi Rockefeller ilaç şirketleri tarafından teşvik ediliyordu. 1945'ten 1952'ye kadar ABD'de DDT üretimi on kat arttı. 1945'ten sonra ABD'de çocuk felci vakaları tam anlamıyla patlarken, sakat bırakan çocuk felci hastalığının DDT gibi zehirli pestisit kimyasallarıyla değil, sivrisinekler veya sinekler tarafından insanlara, özellikle de küçük çocuklara veya bebeklere bulaştığı teorisi, hiçbir kanıt olmaksızın ortaya atıldı. Mesaj şuydu: DDT, ailenizi sakat bırakan çocuk felcinden güvenle koruyabilir. Resmi olarak listelenen çocuk felci vakaları, ABD'de DDT'nin sivil kullanımından önce 1943'te 25.000 civarındayken, 1952'de en yüksek seviyede 280.000'in üzerine çıkarak on kattan fazla bir artış gösterdi. Ekim 1945'te, Rockefeller Enstitüsü'nden Henry Kumm'un gözetiminde ABD Ordusu tarafından kullanılan DDT'ye, ABD Hükümeti tarafından sivrisinek ve sineklere karşı böcek ilacı olarak genel kullanım izni verildi. DDT'nin insanlar ve hayvanlar üzerindeki toksik etkileri konusunda uyarıda bulunan muhalif bilim insanları susturuldu. Ailelere DDT'nin korkulan böcekleri öldürerek çocuklarını korkunç çocuk felcinden kurtarabileceği söylendi. ABD Tarım Bakanlığı, çiftçilere sivrisinek ve sineklerle mücadele etmek için süt ineklerini DDT solüsyonuyla yıkamalarını tavsiye etti. Meyve bahçelerinin yanı sıra mısır tarlalarına da havadan DDT püskürtüldü. Ancak DDT inanılmaz derecede kalıcıydı ve bitki ve sebzeler üzerindeki toksik etkisi yıkanarak temizlenemeyecek kadar fazlaydı. 1945'ten 1952'ye kadar her yıl ABD genelinde püskürtülen DDT miktarı arttı. Özellikle de insanlarda görülen çocuk felci vakalarının sayısı da artmıştır. En Kötü Çocuk Felci (Polio) Salgını 1950'lerin başında ABD Kongresi'nde ve çiftçiler arasında bu tür ağır pestisit kullanımının olası tehlikelerine - sadece DDT değil, aynı zamanda daha da toksik olan BHC (benzen hekzaklorür) - artan bir ilgi gösterilmeye başlandı. 1951 yılında, DDT zehirlenmesi geçiren yüzlerce hastayı başarıyla tedavi etmiş bir doktor olan Morton Biskind, felçli çocuk felcinin toksinlerle, özellikle de DDT ve BHC ile olası bağlantısı konusunda ABD Temsilciler Meclisi'ne ifade verdi. Şunları belirtmiştir: "Böcek ilacı "DDT" (klorofenotan) ve onu takip eden daha da ölümcül maddeler serisinin halk tarafından kontrolsüz bir şekilde genel kullanıma sunulmasının tarihte daha önce bir benzeri yoktur. Kuşkusuz, insanoğlunun bildiği başka hiçbir madde daha önce bu kadar hızlı bir şekilde geliştirilmemiş ve bu kadar kısa bir süre içinde yeryüzünün bu kadar büyük bir bölümüne ayrım gözetmeksizin yayılmamıştır. Bu daha da şaşırtıcıdır, çünkü DDT'nin halkın kullanımına sunulduğu sırada, tıp literatüründe bu maddenin birçok farklı hayvan türü için son derece zehirli olduğunu, birikimli olarak vücut yağında depolandığını ve sütte ortaya çıktığını gösteren büyük miktarda veri zaten mevcuttu. O dönemde insanlarda da birkaç DDT zehirlenmesi vakası rapor edilmişti. Bu gözlemler neredeyse tamamen göz ardı edildi ya da yanlış yorumlandı." Biskind ayrıca 1950 yılının sonlarında Kongre'ye şu ifadeyi vermiştir: "Geçen yılın başlarında insanlarda DDT zehirlenmesine ilişkin bir dizi gözlem yayınladım. Son savaştan kısa bir süre sonra ülkenin dört bir yanındaki hekimler tarafından, en belirgin özelliği gastroenterit, sürekli tekrarlayan sinirsel semptomlar ve aşırı kas güçsüzlüğü olan bir grup semptomun ortaya çıktığı çok sayıda vaka gözlemlenmişti..." DDT ve ilgili toksinlere maruziyet ortadan kaldırıldığında felç de dahil olmak üzere ciddi semptomları ortadan kalkan hastaların birkaç vaka örneğini anlattı: "Geçen yılın başlarında rapor ettiğim 200'den fazla vaka üzerindeki ilk deneyimim o zamandan beri önemli ölçüde genişletildi. Daha sonraki gözlemlerim, DDT'nin başka türlü açıklanamayan insan sakatlıklarının büyük bir kısmından sorumlu olduğu görüşünü doğrulamakla kalmadı..." Ayrıca, çocuk felci vakalarının, böceklere karşı DDT ilaçlamasının en fazla olduğu yaz aylarında görüldüğü de belirtilmiştir. Rockefeller Enstitüsü çalışanları ve AMA, ABD Hükümetindeki ajanları aracılığıyla, 1946-1952 yılları arasında ABD'de çocuk felci adı verilen sağlık acil durumunu yarattılar. Bunu da son derece zehirli olan DDT'yi, korkulan hastalığı yayan efsanevi böcekleri kontrol etmenin güvenli bir yolu olarak bilerek teşvik ederek yaptılar. Propaganda kampanyaları Amerikan halkını DDT'nin çocuk felcinin yayılmasını durduracak anahtar olduğuna ikna etti. Çocuk Felci Aniden Düşüşe Geçti İki Rockefeller Enstitüsü doktoru Henry Kumm ve Thomas Rivers'ın liderliğindeki Ulusal İnfantil Felç Vakfı (NFIP), Biskind ve Scobey gibi eleştirmenleri reddetti. İnfantil felç için damardan C Vitamini kullanımı gibi doğal iyileştirici tedaviler "şarlatanlık" olarak reddedildi. Nisan 1953'te Rockefeller Enstitüsü'nün önde gelen DDT danışmanı Dr. Henry Kumm, NFIP için Çocuk Felci Araştırmaları Direktörü oldu. Jonas Salk'ın çocuk felci aşısı araştırmasını finanse etti. Kuzey Carolina'da kimya ve fizyoloji eğitimi de almış olan cesur bir doktor, Dr. Fred R. Klenner, hastalarının toksin zehirlenmesi kurbanları olduğu ve C Vitamininin güçlü bir detoks olduğu hipoteziyle yüksek dozlarda intravenöz askorbik asit -C Vitamini- kullanma fikrine sahipti. Bu, Dr. Linus Pauling'in C Vitamini üzerine Nobel Ödüllü araştırmasından çok önceydi. Klenner, 1949-1951 yaz salgınlarında 200'den fazla hastada günler içinde kayda değer bir başarı elde etti. Rockefeller Enstitüsü ve AMA'nın tedavi olanaklarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Onlar ve Rockefeller kontrolündeki Ulusal Çocuk Felci Vakfı, Flexner'in çocuk felcinin çevresel zehirden değil bulaşıcı bir virüsten kaynaklandığı yönündeki kanıtlanmamış iddiasına dayanarak çocuk felci aşısı geliştirilmesini finanse ediyordu. Daha sonra 1951-1952 yıllarında, çocuk felci vakaları tüm zamanların en yüksek seviyesindeyken, beklenmedik bir şey ortaya çıkmaya başladı. ABD'de çocuk felci olarak teşhis edilen vakaların sayısı azalmaya başladı. Çocuk felci kurbanlarındaki düşüş, Ulusal Vakıf ve Jonas Salk'ın çocuk felci aşısının kamu kullanımı için onaylanmasından ve yaygınlaşmasından çok önce, 1955 yılına kadar yıldan yıla dramatik bir şekilde gerçekleşti. Çocuk felci vakalarındaki ani düşüşten yaklaşık bir yıl önce, süt inekleri DDT'nin ciddi etkilerinden muzdarip olan çiftçilere ABD Tarım Bakanlığı tarafından DDT kullanımını azaltmaları tavsiye edildi. DDT'nin insanlar için ne kadar güvenli olduğu konusunda kamuoyunda artan endişeler ve 1951 yılında ABD Senatosu'nda DDT ve Çocuk Felci üzerine yapılan oturumlar da DDT'nin 1972 yılına kadar ABD'de resmi olarak yasaklanmamasına rağmen 1955 yılına kadar DDT'ye maruz kalmada önemli bir düşüşe yol açmıştır. "Çocuk felci" olarak adlandırılan vakalar, DDT kullanımındaki düşüşe paralel olarak 1952-1956 yılları arasında yaklaşık üçte iki oranında azaldı. Bu düşüşten çok sonra, 1955 ve 1956'nın sonlarında, Rockefeller tarafından geliştirilen Salk çocuk felci aşısı ilk kez geniş kitlelere uygulandı. Salk ve AMA tüm övgüyü aşıya verdi. Salk aşısından kaynaklanan ölümler ve felçler örtbas edildi. Hükümet, resmi vakaları daha da azaltmak için çocuk felci tanımını değiştirdi. Eş zamanlı olarak, çocuk felci benzeri omurilik sinir hastalıkları - akut flask paralizi, kronik yorgunluk sendromu, ensefalit, menenjit, Guillain-Barré sendromu, kas sklerozu - vakaları belirgin bir şekilde arttı. Neden Önemli? Yüzyılı aşkın bir süre önce dünyanın en zengin adamı, petrol baronu John D. Rockefeller ve danışman çevresi, ABD'de ve dünyanın geri kalanında tıbbın uygulanma biçimini tamamen yeniden düzenlemeye koyuldu. Rockefeller Enstitüsü'nün ve Simon Flexner gibi figürlerin rolü, görünmez bulaşıcı bir yabancı mikrop olan çocuk felci virüsünün gençlerde akut felce ve hatta ölüme neden olduğu iddiaları etrafında devasa bir tıbbi sahtekarlığın icat edilmesini tam anlamıyla denetledi. Hastalığı DDT ya da arsenikli böcek ilaçları ve hatta kontamine aşı zehirlenmesi gibi toksin zehirlenmeleriyle ilişkilendirme çabalarını siyasi olarak yasakladılar. Onların suç projesi, AMA liderliği ile yakın işbirliğini ve gelişmekte olan ilaç endüstrisinin yanı sıra tıp eğitiminin kontrolünü de içeriyordu. Aynı Rockefeller grubu 1930'larda Almanya'daki Kaiser Wilhelm Enstitüleri'nde Nazi öjenisini ve Amerikan Öjenik Derneği'ni finanse etmiştir. 1970'lerde, hepsi Rockefeller kimyasal tarım ilacı şirketleri grubu - Monsanto, DuPont, Dow - tarafından geliştirilen patentli GDO tohumlarının yaratılmasını finanse ettiler. Bugün halk sağlığı ve tıbbi endüstriyel kompleks üzerindeki bu kontrol, David Rockefeller'ın himayesindeki ve öjenik savunucusu Bill Gates tarafından, WHO ve dünya aşıları üzerinde kendi kendine atanan çar tarafından uygulanmaktadır. NIAID başkanı Dr. Tony Fauci, kanıt olmaksızın aşı zorunluluklarını dikte etmektedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çocuk felci virüsü skandalının arkasındaki sahtekarlık, bugün Covid19'dan Maymun Çiçeği'ne ve HIV'e kadar birbiri ardına ölümcül olduğu iddia edilen virüsleri ilerletmek için bilgisayar modelleri ve diğer hileler kullanılarak rafine edilmiştir. Çocuk felcinde olduğu gibi, bunların hiçbiri bilimsel olarak izole edilmemiş ve iddia edilen hastalıklara neden olduğu kanıtlanmamıştır. Hiçbiri. Bugün aynı vergiden muaf Rockefeller Vakfı, hayırsever bir hayır kurumu gibi görünerek, covid19'un arkasındaki küresel tıbbi zorbalığın ve Dünya Ekonomik Forumu Büyük Sıfırlama'nın öjenik gündeminin kalbinde yer almaktadır. Poliomyelit virüsü modeli, bu distopik tıbbi tiranlığı yaratmalarına yardımcı oldu. Bize "bilime güvenin" deniyor. - Çevirinin sonu - F. William Engdahl stratejik risk danışmanı ve öğretim görevlisidir, Princeton Üniversitesi'nden siyaset diplomasına sahiptir ve "New Eastern Outlook" adlı online dergi için petrol ve jeopolitik konularında çok satan bir yazardır. Kaynak: Toksikoloji ve Viroloji Not: Her zaman aklımızda tutmamız gereken şey Rockefeller, Rothschild vb. gibi güclü ailelerin sadece Hem nejer tepinin sağ kolları olduğudur! Yani, onlar sadece Hem nejer tepinin ("kirli") işlerini yaparlar.
  13. İzole vitaminlerin etkinliğini kanıtlayan randomize (rastgele seçme) kontrollü çalışmalar bulunmamaktadır Bu, "Next Level "ın gıda takviyesi sektörünün öncülerinden Biogena'ya yaptığı başvuruya aldığı en önemli yanıtlardan biri. Bilim platformuna göre, vitamin hapları yalnızca yeşil sağlık yanılsaması satıyor. Bilim platformu Next Level kısa bir süre önce besin takviyesi olarak vitaminler konusuna eleştirel bir bakış attı. Platform, "kimya devlerinin piyasayı manipüle ettiği ve yeşil sağlık illüzyonu sattığı" gibi sarsıcı bir sonuca vardı. Bu bağlamda, gıda takviyesi sektöründe öncü bir kuruluş olan Biogena'ya bir soru yöneltilmiştir. Bu, aşağıdaki dört sorudan oluşuyordu: 1. Vitaminlerin ürünlerde yer alması nasıl sağlanıyor? Örneğin kuşburnunun bol miktarda vitamin içerdiği söyleniyor. Örneğin D, B12 ve C vitamini için üretim süreçleri tam olarak nedir? Burada potansiyel olarak toksik kimyasallar kullanılıyor mu? Örneğin C vitamini izole mi ediliyor veya ekstrakte mi ediliyor? Eğer öyleyse, ekstraksiyon sırasında hangi işlem adımları gerçekleştiriliyor? 2. Vitaminlerin insan vücudundaki varlığına ve etkisine dair net bilimsel kanıtlar sunan ve randomize, kontrollü çift kör çalışmalarda (RCT'ler) net bir pozitif etki gösteren herhangi bir çalışma biliyor musunuz? 3. Vitamin eksikliğinin vücut üzerinde olumsuz etkileri olduğunu bilimsel olarak açıkça kanıtlayan herhangi bir RCT çalışması biliyor musunuz? 4. Vitamin almanın olumsuz bir etkisini gösteren herhangi bir RCT çalışması biliyor musunuz? Gerçekten, Avusturyalı şirket yanıt verdi. Next Level'a göre, "Biogena'nın sorularımıza verdiği yanıtlar açıklayıcı ve 'vitaminler' konusuna yeni bir ışık tutuyor". Next Level cevapları şu şekilde özetliyor: Sorduğumuz soruya cevaben Biogena, izole vitaminlerin vücuttaki etkinliğini kanıtlayan hiçbir randomize kontrollü çalışma (RTC'ler) olmadığını doğruladı. Biogena kelimenin tam anlamıyla şöyle yazıyor: "Vitaminlerin insan vücudundaki rolüne ilişkin hiçbir RTC bulunmamaktadır." Sorulduğunda, Biogena "vitaminlerinin" sentetik olarak üretildiğini açıklıyor - bu nedenle takviyelerden elde edilen vitaminlerin doğal olduğuna dair yaygın bir yanlış kanı var. Biogena kelimenin tam anlamıyla şöyle yazıyor: "Vitaminlerin çoğu sentetik/kimyasal olarak üretilir. Bunun nedeni, bitkilerde bu maddelerin saflaştırmayı haklı çıkaramayacak kadar az bulunmasıdır. Sadece bir madde üretmek için çok büyük miktarda bitki materyali gerekir ki bu da muazzam bir israf olur." Next Level, Biogena'nın "bitkilerden ekstraksiyon işleminin sadece küçük miktarlarda 'vitamin' sağladığını, tonlarca vitamine ihtiyaç duyulacağını - ki bu da bitkilerin neden bir kaynak olarak bu kadar vurgulandığı sorusunu gündeme getirdiğini" itiraf ettiğini yazıyor. Biogena, "D3 vitamini" ya da teknik jargonda kolekalsiferolün, küçük dozların zararsız olduğu varsayımıyla bazı bağlamlarda fare zehiri olarak kullanıldığını kabul etmektedir. Biogena şöyle yazıyor: "Fare zehirinde kolekalsiferol miligram miktarlarda kullanılırken, biz mikrogram miktarlar kullanıyoruz - yani bunun binde biri." Biogena, diyet takviyelerinin yan etkilere neden olabileceğini doğrulamaktadır. Bu genellikle hafife alınan bir gerçektir. Biogena şöyle yazıyor: "Tabii ki takviye almanın olumsuz etkileri de var ... Ancak bu neredeyse her zaman aşırı dozdan kaynaklanmaktadır." Biogena ayrıca "vitaminlerin" önemine ilişkin yaygın varsayımın, sağlam bilimsel kanıtlara değil, öncelikle iskorbüt hastalığı gibi tarihi olaylara dayandığını doğrulamaktadır. Ancak Next Level, örneğin iskorbüt hastalığına ilişkin bilimsel literatürü detaylı bir şekilde analiz etmiş ve "'vitaminlerin' rolüne ilişkin tarihsel varsayımların bilimsel olarak savunulamaz olduğunu" gösterebilmiştir. Sağlık veren vitaminler fikri, bilim adamlarının iskorbüt veya pellagra gibi bazı hastalıkların "dengesiz" beslenen veya bazı gıdaların tüketilmediği toplumlarda ortaya çıktığını gözlemlemeleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Next Level, "Bu hastalıklar diyetin değiştirilmesiyle tedavi edilebilirdi, bu da diyetteki bazı maddelerin bu hastalıkların önlenmesi ve tedavisi için gerekli olduğu varsayımına yol açtı" diyor. Ve daha fazlası: "Örneğin çiğ balık, lahana turşusu veya turunçgillerle yapılan iyileştirilmiş diyetin 'iskorbüt' belirtilerinin artık görülmemesini sağladığı varsayıldı. Bu gözleme dayanarak, yanlış bir şekilde, varsayılan C vitamini molekülünün eksikliğinden kaynaklandığı sonucuna varıldı." "Bununla birlikte, denizcilerde ortaya çıkan ve iskorbüt olarak bilinen semptomların asıl nedeni yalnızca sözde bir vitamin eksikliğine değil, daha ziyade mevcut gıdaların yetersiz kalitesine bağlanabilir. Uzun deniz yolculuklarında beslenme genellikle aşırı tuzlu, bozulmuş et, acı su, fareler tarafından bile reddedilen gemi bisküvileri, schnapps, bira ve şaraptan oluşuyordu - doğal olana yakın dengeli bir beslenmeden çok uzak bir kombinasyon. Bu koşullar altında sağlığı korumanın pek mümkün olmadığı açıktır." İskorbüt hastalığına ilişkin orijinal yayınlar dikkatle okunduğunda, önemli metodolojik kusurlar da ortaya çıkmaktadır. Örneğin, araştırma çalışmasının geçerliliğini zayıflatan hiçbir kontrol grubu yoktu - ve deneklere yetersiz beslenmelerinin ardından tamamen farklı bir diyet sunulması gerçeği de tek başına C vitamini alımının iskorbüt hastalığına son verdiği iddiasının sağlamlığını zayıflatıyor. Next Level, tek başına bir vitaminin büyük kurtarıcı olduğu tezinin büyük ölçüde modası geçmiş anekdotlara dayandığını söylüyor. Next Level aşağıdaki sonucu çıkarmaktadır: "Heilnatura ve Tentorium gibi birçok marka sorulara yanıt vermez ya da şeffaflık sunmazken, Biogena sorularımıza bazen dürüstçe yanıt verdi ve bu maddelerin sözde etkilerinin daha çok asılsız bir inanca dayandığını ve sağlam çalışmalarla desteklenmediğini doğruladı. Bu maddelerin bilimine, çıkarılma süreçlerine ve üretimlerine yakından bakan herkes, bunların toksik kimyasallardan oluşan bir kokteyl olduğunu ve tek başına 'vitamin' olarak varlığının tartışmalı bir kavram olduğunu hemen fark eder." Kaynak: İzole vitaminlerin etkinliğini kanıtlayan randomize kontrollü çalışmalar bulunmamaktadır
  14. Climate The Film - Iklim Filmi (Belgesel) 24/03/2024 Dr. Peter F. Mayer Bu film, iklim alarmcılığının bilimsel temelden yoksun, uydurma bir korkutma taktiği olduğunu ortaya koyuyor. Ana akım çalışmaların ve resmi verilerin, kasırgalar, kuraklıklar, sıcak hava dalgaları, orman yangınları ve diğer tüm aşırı hava olaylarında artış yaşadığımız iddiasını desteklemediğini gösteriyor. Vimeo bu videoyu silen ilk video platformudur. Filmde sunulan içerik de iklim alarmcıları ve onların "insan kaynaklı küresel ısınma" iddiaları için pek iç açıcı değil. Film, atmosferdeki mevcut sıcaklıkların ve CO2 seviyelerinin olağandışı ve endişe verici derecede yüksek olduğu iddiasını kesin bir dille çürütüyor. Aksine, tüm ana akım çalışmaların gösterdiği gibi, hem mevcut sıcaklıkların hem de CO2 seviyelerinin Dünya tarihinin son yarım milyar yılına kıyasla son derece ve alışılmadık derecede düşük olduğu oldukça açık bir durumdur. Şu anda bir buzul çağındayız. Ayrıca, iklim değişikliğine neden olan CO2 seviyelerinin geçmişte değiştiğine (birçok kez değişmiştir) dair hiçbir kanıt olmadığını göstermektedir. Film, iklim değişikliğinin ardındaki uzlaşmanın doğasını araştırıyor. İklim finansmanının kökenlerini ve trilyon dolarlık iklim endüstrisinin yükselişini anlatıyor. İklim krizine bağlı olan yüz binlerce işi tanımlıyor. Bilim insanlarına ve diğerlerine iklim alarmını sorgulamamaları için uygulanan muazzam baskıyı açıklıyor: Fonların geri çekilmesi, bilimsel dergiler tarafından reddedilme, sosyal dışlanma. Ancak İklim Alarmı bir finansman ve istihdam kampanyasından çok daha fazlası. Film iklim siyasetini araştırıyor. İklim alarmı başından beri politiktir. Suçlu serbest piyasa endüstriyel kapitalizmiydi. Çözüm ise daha yüksek vergiler ve daha fazla düzenlemeydi. Başından beri iklim alarmı, daha büyük bir devletten yana olan gruplara hitap etti ve bu gruplar tarafından benimsendi ve desteklendi. Bu, iklim alarmının ardındaki dile getirilmeyen siyasi bölünmedir. İklim alarmcılığı her şeyden önce, geniş çapta kamu tarafından finanse edilen müesses nizama mensup olanlara hitap etmektedir. Buna, iklimin kendileri için ahlaki bir mesele haline geldiği, büyük ölçüde kamu tarafından finanse edilen Batılı entelijansiya da dahildir. Bu çevrelerde iklim alarmcılığını eleştirmek ya da sorgulamak sosyal görgü kurallarının ihlalidir. Filmde Profesör Steven Koonin ("Unsettled" kitabının yazarı, Caltech eski Rektörü ve Başkan Yardımcısı), Profesör Dick Lindzen (Harvard ve MIT'de Meteoroloji eski Profesörü), Profesör Will Happer (Princeton Fizik Profesörü), Dr John Clauser (2022 Nobel Fizik Ödülü sahibi), Profesör Nir Shaviv (Racah Fizik Enstitüsü) ve diğerleri dahil olmak üzere çok sayıda önde gelen bilim insanıyla yapılan röportajlar yer alıyor. MARTIN DURKIN Martin Durkin, Discovery, National Geographic ve diğerleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki yayıncılar için yüzlerce saatlik belgesel ve televizyon programının yapımcılığını, yönetmenliğini ve yürütücü yapımcılığını üstlenmiştir. Kurduğu ve yönettiği şirket bir süre Science Channel ve Discovery Networks International için en büyük tek program yapımcısı olmuştur. Çeşitli belgeselleri çok sayıda ödül kazanmış ve Dünya Bilim Yapımcıları Kongresi, Edinburgh Televizyon Festivali Yürütme Komitesi üyesi ve Bafta ve Kraliyet Televizyon Topluluğu Ödülleri'nde jüri üyesi olmuştur. Film İngilizce'dir. Ancak Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Hollandaca, Macarca ve Lehçe altyazılar mevcuttur. Türkçe ne yazık ki dahil değildir! Film: Climate The Movie (The Cold Truth) Kaynak: climate the film
  15. @Maddeci Makalenin kalanı komplo teorisi gibi. Dünyayı yöneten bir elit kesim filan yok bence. Dünyayı yöneten elitler ancak kurtlar vadisi dizisinde filan olur. Her şeyden önce, bilgi teoriyle karıştırılmamalıdır, çünkü gerçeklik doğası gereği teorilerden etkilenemez. Ve ayrıca, teoriler komplo kuramaz! Normlara uymayan bir şey söylendiğinde, her zaman şu terimleri duyuyorum: "Komplo teorisi?" "İftira?", "Ne tür yalanlar?", "Böyle bir şey yok, olamaz!" vb. Yukarıdaki yazılar "sıra dışı" kişilere yöneliktir, yani herkesin veya her kesimin ilgisini çekecek bilgiler değildir. Tüm yazılanları anlamak için temel bilgi gereklidir. Ve temel bilgi edinmek için ekonomi, finans, hukuk, küresel siyaset, sosyal konular, manipülasyon teknikleri ve çok daha fazlası hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bu temel bilgiden sonra, okuyucunun ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu öğrenmek için bu konularda ciddi bir araştırma yapması gerektiğini düşünüyorum.
  16. Dünya Ekonomik Forumu ve dünyanın "elitleri" 17/01/2024 Wolfgang Bittner WEF gerçekten de kapitalist bir danışmanlık şirketi ile devasa bir lobinin birleşimi mi? 15-19 Ocak tarihleri arasında Davos bir kez daha, aralarında 60'tan fazla devlet ve hükümet başkanının da bulunduğu 2,800'den fazla katılımcının iştirak edeceği, son derece etkili Dünya Ekonomik Forumu (WEF) toplantısına ev sahipliği yapacak. Bu kez slogan: Güveni Yeniden İnşa Etmek. Yazar Wolfgang Bittner bu yapıyı ve küreselleşmiş, özel hukuka dayalı, demokratik olmayan bir dünya düzeni yaratma çabalarını mercek altına alıyor. Bu forumun toplumun köklü bir şekilde yeniden düzenlenmesine yönelik rahatsız edici planları halk tarafından çok az biliniyor. Kafa karıştırıcı bir bilgi kaosu, iklim paniği ve Ukrayna ile Orta Doğu'daki savaşların gölgesinde kalıyorlar. Bir vakıf ve küresel bir lobi kuruluşu olan WEF'in merkezi İsviçre'de Cenevre yakınlarındadır ve çoğunlukla Davos'ta dünyanın "seçkinlerinin" katıldığı yıllık toplantılar düzenlemektedir. New York, Tokyo ve Pekin'de ofisleri bulunmaktadır. Bu örgütün gücü - Bilderberg Grubununki gibi - genellikle hafife alınmaktadır. Bunun nedeni, İsviçre dağlarında hoş bir sohbet için bir araya gelen zararsız bir ileri gelenler topluluğu olmamasıdır. Yıllık toplantıya paralel olarak gerçekleştirilen Açık Forum'un amacı, kuruluşa göre, "siyaset, iş dünyası, bilim ve sivil toplumdan karar vericiler arasındaki tartışmalara halkın katılmasını sağlamak". Açıklamada şöyle devam ediliyor: "Panelistlerimiz arasında düzenli olarak üst düzey hükümet temsilcileri, iş dünyası liderleri, bilim insanları, sanatçılar ve aktivistler yer almakta ve kendi hikayelerini ve bakış açılarını izleyicilerle paylaşmaktadır. Davos'un ruhuna uygun olarak Açık Forum, günümüzün en acil küresel sorunlarına çözüm aramak üzere farklı sektörlerden ve kesimlerden karar alıcılar arasında diyaloğu teşvik etmeyi amaçlamaktadır." Bu kulağa hiç de komplo gibi gelmiyor. Ancak WEF 2010 tarihli "Küresel Yeniden Tasarım" raporunda "küreselleşmiş bir dünyanın en iyi şekilde çok uluslu şirketler, hükümetler (Birleşmiş Milletler (BM) sistemi dahil) ve seçilmiş sivil toplum kuruluşlarından (STK'lar) oluşan bir koalisyon tarafından yönetilmesi" çağrısında bulunduğunda amaç biraz daha net ve dolayısıyla sorunlu hale geliyor. Hükümetler artık "dünya sahnesinde ezici bir çoğunlukla baskın aktörler" değildir, bu nedenle "yeni bir paydaş uluslararası yönetişim paradigmasının zamanı gelmiştir". Başka bir deyişle, WEF, devletteki gücün seçilmiş temsilciler aracılığıyla halktan kaynaklandığı varsayılan demokratik örgütlenme biçimlerinin yerine, bir grup "paydaşın", yani "önde gelen şahsiyetlerin" küresel bir karar alma organı oluşturduğu bir yönetim sistemi getirmeyi planlamaktadır. Olumlu açıdan bakıldığında bu, her kim olursa olsun, bilgenin yönetimi olacaktır. Eleştirel olarak bakıldığında ise sınırsız, uluslarüstü bir dünyada plütokratik bir diktatörlük anlamına gelecektir. Kendi kendini atayan bir "elit" iktidarı ele geçirecek ve bir tür dünya hükümeti oluşturacaktır. Bu açıdan WEF kendisini, küresel ölçekte demokratik olarak meşrulaştırılmamış "liderler" tarafından iktidarın ele geçirilmesini hazırlayan olağanüstü etkili bir yarı-Mafya örgütü olarak sunmaktadır. Koronavirüs salgını, kıtlıklar ya da Ukrayna'daki savaşın etkileri gibi küresel istikrarsızlık aşamaları daha sonra programı uygulamak için kullanılabilir. WEF'in niyetlerini ayrıntılı olarak inceleyen iletişim araştırmacısı ve yazar Nick Buxton, "Davos gibi toplantıların gülünç milyarder oyun alanları değil, küresel yönetişimin geleceği olduğu bir dünyaya giderek daha fazla giriyoruz" sonucuna varıyor. Bu "sessiz bir hükümet darbesinden başka bir şey değildir". WEF'in hedefleri ve gücü, WEF'e kimlerin ve nasıl katıldığına baktığınızda özellikle netleşiyor. Her biri beş milyar ABD dolarının üzerinde ciroya sahip, sektörlerindeki en önemli şirketler de dahil olmak üzere, siyasi bir rol de oynayan yaklaşık 1.000 üye şirket bulunmaktadır. Temel üyelik ücreti 42.000 İsviçre Frangı artı ilgili başkanın yıllık toplantıya katılımı için 18.000 İsviçre Frangı. Endüstri üyeleri ve stratejik ortaklar Forum'un girişimlerinde önemli bir rol oynamak için sırasıyla 250.000 İsviçre Frangı ve 500.000 İsviçre Frangı ödemektedir. Stratejik ortaklar arasında BlackRock, Gates Vakfı, Goldman Sachs, Google, The Coca Cola Company, Allianz, Bank of America, BP Amoco, Credit Suisse, Deutsche Bank, Deutsche Post DHL, Facebook, ilaç grubu Johnson & Johnson, Mastercard, Mitsubishi Corporation, Paypal, SAP, Saudi Aramco, Siemens ve medya grubu Thomson Reuters bulunmaktadır. 1992 yılında WEF, geleceğin uygun liderlerini teşvik etmek amacıyla 2004 yılından bu yana Young Global Leaders" ("Genç Küresel Liderler") olarak adlandırılan "Yarının Küresel Liderleri" için bir program başlattı. Böylece siyaset, iş dünyası, medya, sanat ve kültür, aristokrasi ve benzeri alanlardan gelen ve WEF'in planlarına bağlı olan önemli liderlerden oluşan küresel bir ağ oluşturulmuştur. Kurucusu Klaus Schwab bir röportajında şöyle demiştir: "Gurur duyduğumuz şey... Genç Küresel Liderlerimizle kabinelere nüfuz ediyor olmamızdır." Bu şekilde WEF dünya çapında kamusal yaşamı etkilemektedir. 1992'deki ilk programa Angela Merkel, Tony Blair, Nicolas Sarkozy, Manuel Barroso ve Bill Gates gibi tanınmış şahsiyetler katılmıştır. Takip eden yıllarda yüzlerce kişi programa katıldı ve giderek önemli pozisyonlar üstlendi: Emmanuel Macron, David Cameron, Sebastian Kurz, Annalena Baerbock, Mark Zuckerberg (Facebook'un kurucusu), Jacinda Ardern (Yeni Zelanda Başbakanı), Sanna Marin (Finlandiya Başbakanı), Ida Auken (Danimarka eski Çevre Bakanı), Norveç Veliaht Prensi Haakon, Larry Page (Google'ın kurucu ortağı), Leonardo DiCaprio (aktör), Niklas Zennström (Skype'ın ortak geliştiricisi) ve Jimmy Wales (Wikipedia'nın kurucu ortağı). 2019 yılında 400'den fazla sivil toplum kuruluşu ve 40 uluslararası ağ, WEF ile Birleşmiş Milletler arasındaki ortaklık anlaşmasına karşı çıktı. BM Genel Sekreteri'ne, "dünyayı tehlikeli bir şekilde özelleştirilmiş ve demokratik olmayan küresel yönetişime doğru götüren" BM'nin "rahatsız edici bir şirket ele geçirmesi" olduğu gerekçesiyle anlaşmayı sona erdirmesi çağrısında bulunuldu. ABD'li gazeteci Diana Johnstone, WEF'i "dijital inovasyon, 'yapay zeka' yoluyla kitlesel otomasyon ve nihayetinde insanların yapay olarak robotların bazı özellikleriyle donatılması yoluyla 'iyileştirilmesi': örneğin etik dikkat dağıtıcı unsurlar olmaksızın sorun çözme" üzerine odaklanan "kapitalist danışmanlık firması ve devasa lobinin bir kombinasyonu" olarak değerlendiriyor. "Sözde küresel yönetişimin sesi "ne karşı uyarıda bulunuyor ve şöyle yazıyor: "En tepeden, uzmanlar kitlelerin ne istemesi gerektiğine karar veriyor ve insanların sözde isteklerini, pazarladıkları kâr planlarına uyacak şekilde çarpıtıyorlar." 2021 yılında, İnanç Doktrini Cemaati eski Başkanı Kardinal Gerhard Ludwig Müller, Klaus Schwab gibi insanların "servetlerinin tahtında" oturmalarını ve koronavirüs pandemisinin neden olduğu insanların günlük zorluklarından ve acılarından etkilenmemelerini eleştirdi. Bunun yerine, bu tür krizleri, toplum üzerinde artan kontrol ile meritokratik bir küresel "Great Reset“ (" Büyük Sıfırlama") programını uygulamak için bir fırsat olarak görüyorlar. Müller transhümanizm gibi alanlardan gelen desteği eleştirdi. Antisemitizmle suçlanmıştır. Klaus Schwab ve Fransız ekonomist ve "küresel stratejist" Thierry Malleret, 2020'de birlikte yayınladıkları çok satan kitapları "The Great Reset "te WEF'in niyetleri hakkında şunları yazdı: "Bu, dünyayı pandemi öncesi dönemde bıraktığımızdan daha az bölünmüş, daha az kirletici, daha az yıkıcı, daha kapsayıcı, daha adil ve daha adil hale getirmekle ilgilidir." "Pandeminin patlak vermesinden önce hayal bile edilemeyecek" değişiklikler olabilir, "yeni bir normallik" olacaktır. Schwab, 19 Kasım 2020'de verdiği bir mülakatta, amaçlanan "küresel sıfırlama" için fikirleri sorulduğunda şu yanıtı verdi: "'Sıfırlama' kelimesinin uygun olduğunu düşünüyorum ... Çünkü bir şey açık: eski normale geri dönemeyiz." Koronavirüs pandemisiyle mücadeleye ilişkin olarak ise şu görüşü dile getirdi: "Dolayısıyla dünyamızda ihtiyacımız olan şey daha sistemik bir yaklaşım... uluslararası sistemde bir reform." Bu nedenle koronavirüs pandemisi aşaması, WEF'in gündemi doğrultusunda dünyanın koşullarını temelden değiştirecek çığır açıcı bir değişim olarak görülüyor. Ukrayna'daki savaş sona erdiğinde bunun nasıl gerçekleşeceğini göreceğiz. Bu arada, ülkeler tamamen borç batağında, ekonomiler ve mali durum paramparça ve birçok insan ne yapacağını bilmiyor, bu nedenle Dünya Ekonomik Forumu'nun mütevelli heyetinin fikirleri, "büyük bir savaş" olup olmayacağından bağımsız olarak önem kazanıyor. Optimal ağa sahip WEF, demokratik olarak kontrol edilmeyen, küreselleşmiş, özel hukuka dayalı bir dünya düzenini hedeflemektedir. Bilgi sahibi çevrelere göre, fikirler kapsamlı dijitalleşme, merkezileşme ve gözetim yönünde ilerliyor. Kaynak: Dünya Ekonomik Forumu ve dünyanın "elitleri" /////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////// Wall Street'in Wolff'u Spesiyal: Parasal Faşizm 21/03/2024 Ernst Wolff Mart 2024'ün 2. yarısına geldik ve dünya yaklaşık 4 yıldır olağanüstü hal içinde. Özgürlüğümüz ve haklarımız sağlık adına daha önce görülmemiş bir şekilde kısıtlandı. İklim adına bize sürekli yeni önlemler dayatılıyor, özellikle orta sınıf yok ediliyor. Alım gücümüz enflasyonla erozyona uğruyor ve yapay "zeka" alanındaki gelişmeler birçoğumuzu işimiz için endişelendiriyor. Aynı zamanda, bu eğilimlere karşı çıkmayan, aksine bunları isteyerek destekleyen, yaşam standartlarımızı kasten düşüren, demokrasinin son kalıntılarını da ortadan kaldıran ve dahası, bizi çoktan geride kaldığını düşündüğümüz bir silahlı çatışma çağına tamamen vicdansızca sürükleyen politikacılarla karşı karşıyayız. Bunun arkasında kim var? Nasıl oluyor da, beceriksiz beceriksizlerin on yıllar boyunca yaratılan refahı yok etmelerini ve geçmişte halk tarafından uğruna mücadele edilen pek çok kazanımı kasıtlı olarak yok etmelerini izlemek zorunda kalıyoruz? Bu çılgınlığı açıklamak mümkün mü? Açıklanabilir. İki açıdan tarihi bir geçiş aşamasındayız: bir yandan Dördüncü Sanayi Devrimi'nin bir parçası olarak her şeyi değiştirecek olan yapay zekanın patlayıcı gelişimini yaşıyoruz, diğer yandan da arka planda yeni bir sistem hazırlanırken mevcut küresel para sisteminin yağmalanmasını ve yok edilmesini. Ve bu ikisi birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Yapay zeka alanındaki olağanüstü atılımlar, küresel işgücü piyasasının bugüne kadar gördüğü en büyük çalkantılara yol açacak. Yapay zekanın bir sonucu olarak önümüzdeki yıllarda yüz milyonlarca iş, yerlerine yenileri gelmeden ortadan kalkacak. Dünyanın daha önce hiç görmediği türden bir işsizlik çığıyla karşı karşıyayız. Sonuç olarak, büyük toplumsal ayaklanmalar göreceğiz. İktidardakiler bunları kontrol altına almak için, tamamen kendilerini koruma içgüdüsüyle hak ve özgürlüklerimizi eskisinden çok daha sert bir şekilde kısıtlamak zorunda kalacaklar. İşte yeni para da burada devreye giriyor. Şu anda 130 merkez bankası tarafından tüm hızıyla geliştirilmekte olan Merkez Bankası Dijital Para Birimi (CBDC), kargaşadan SONRA hepimizi uyumlu hale getirmek ve tarafımızdan herhangi bir direnci tomurcukta durdurmak için kullanılacaktır. Yeni para, paranın daha önce hiç sahip olmadığı özelliklere sahip olacak. Programlanabilir olacak, belirli bir amaç ya da yer için çıkarılacak ve bir son kullanma tarihine ya da -Çin'de olduğu gibi- bir sosyal kredi sistemine bağlanabilecek. Merkez bankasının bize bireysel faiz ve vergi oranları atamasına ya da aşırı durumlarda bizi tüm finansal akışlardan tamamen koparmasına izin verecek. Ayrıca, finans tarihindeki ilk iki kademeli para sistemi olacak. Sadece merkez bankası ve büyük finans kuruluşları arasında işlem görecek toptan bir CBDC ve küçük ve orta ölçekli işletmeler de dahil olmak üzere biz sıradan vatandaşlar için perakende bir CBDC olacak. Yeni para, mali özgürlüğümüze ve demokratik haklarımıza, dolayısıyla da en büyük varlığımız olan kendi kaderimizi tayin etme hakkımıza yapılmış en büyük saldırıdan başka bir şey olmayacaktır. Bununla birlikte, bizi yalnızca merkez bankaları biçimindeki devlete değil, aynı zamanda özel bir şirkete, yani dünyanın gördüğü en büyük varlık yöneticisi ve en güçlü finans devi olan BlackRock'a da tabi kılacaktır. BlackRock, ALADDIN finansal veri analiz sistemiyle, küresel finansal krizden bu yana merkez bankaları da dahil olmak üzere neredeyse tüm finans dünyasının üzerinde asılı kaldığı yapay zekaya sahiptir. Başka bir deyişle, CBDC'ler devlet ve büyük bir özel şirketin ortak yaşamı ile para alanında otoriter korporatizmi gerçekleştirecek ve hepimizi bir zamanlar Benito Mussolini'nin arzuladığı ve o zamandan beri "faşizm" olarak bilinen bir dünyaya götürecektir. Ancak henüz tam olarak o noktada değiliz. Hazırlıklar devam ediyor ve yeni para halihazırda çok sayıda uluslararası teste tabi tutuluyor olsa da, çok sayıda teknolojik meselenin yanı sıra sorumlular tarafından çözülmesi gereken iki büyük sorun var. İlk olarak, tüm bankacılık sisteminin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Yeni sistem sadece merkez bankaları tarafından kontrol edileceğinden, ticari bankalar kredi verme hakkından mahrum bırakılmalıdır. Bu, esas olarak kredi vererek geçinen küçük ve orta ölçekli bankaların ortadan kaldırılması gerektiğinden başka bir anlama gelmemektedir. Bize enflasyonla mücadele olarak sunulan ve sonuçlarını özellikle ABD'de gözlemleyebildiğimiz, küçük ve orta ölçekli bankaların iflas dalgasının eli kulağında olduğu faiz artışlarının amacı da tam olarak budur. Ancak ikinci sorun daha da büyük, yani yeni paranın halk tarafından kabul edilmesi. Bunu test etmek için, Ekim 2021'de Afrika'nın en büyük sanayileşmiş ülkesi Nijerya'da büyük ölçekli bir deneme başlatıldı - ve bu büyük bir başarısızlık oldu. Hükümet tarafından alınan sert önlemlere rağmen, nüfusun yalnızca çok küçük bir yüzdesinin cep telefonlarına ilgili Wallet (dijital cüzdan) yüklenmişti; Nijeryalıların büyük çoğunluğu bugün hala yeni parayı reddediyor. Hem finans sektöründe hem de ekonomi ve siyasette mevcut küresel durumu açıklayan da tam olarak bu sorundur. Şu anda, dünya çapında krizler şiddetlenirken, eski sistemin mevcut tüm araçlarla canlı tutulduğu bir durumla karşı karşıyayız. Amaç açıkça gündeme karşı direnci kırmak ve hepimizi o kadar baskı altına almaktır ki yeni paranın getirilmesine karşı koyamayalım ya da en nihayetinde - içinde bulunduğumuz durum karşısında çaresizlikten - bunu gönüllü olarak kabul edelim. Bunu fark etmeyen, krizlerin ve felaketlerin mevcut yoğunluğunun bir tesadüf olduğuna ciddi olarak inanan herkes, bu gelişmeye çaresizce maruz kalacaktır. Bununla birlikte, bağlantıların farkına varan herkes, önümüzdeki aşamayı kesinlikle başkalarını bilgilendirmek için kullanmalı ve küçük, güç takıntılı bir elitin finansal egemenliğine direnmek için ellerinden gelen her şeyi yapmalıdır. Programlanabilir para aracılığıyla insanlığın planlı köleleştirilmesinden kaçmak için zaman daralıyor. Kaynak: the wolff of wall street spesiyal /////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////// Dünya Ekonomik Forumu - von der Leyen ve Milei yol gösteriyor 29/01/2024 Ernst Wolff Günümüzde dünya, tüm insanlık tarihinin en güçlü karteli tarafından yönetilmektedir. Bu kartel Wall Street'teki en büyük varlık yöneticilerinden ve Silikon Vadisi'nin bilişim devlerinden oluşmaktadır. Son üç buçuk yılda, özellikle de "sağlık krizi" bağlamında öğrendiğimiz üzere, bu dijital-finansal kompleks artık dünyadaki neredeyse tüm hükümetlere boyun eğdirmiş durumda. Bu konuda kendisine Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Ekonomik Forumu gibi çok sayıda güçlü uluslararası kuruluş yardımcı olmuş ve bunların hepsini kendi gündeminin araçları haline getirmiştir. Ancak bir süredir hem dijital-finansal kompleks hem de kontrol ettiği kuruluşlar iki büyük sorunla mücadele ediyor: Bir yandan, birkaç yüz yıldır altında yaşadığımız para sistemi, onlarca yıllık manipülasyon nedeniyle geri dönülmez bir şekilde bozuldu ve yenisiyle değiştirilmesi gerekiyor. İkinci olarak, küresel işgücü piyasası, yapay zekanın hızlı ilerleyişi nedeniyle tarihinin en büyük çöküşüyle karşı karşıya. Her iki sorun da küresel sosyal yapıları tehlikeye atmakta ve dolayısıyla mevcut güç ilişkilerini temelden sorgulamaktadır. İktidardaki kartel bu duruma nasıl tepki veriyor? Oldukça basit: tüm seviyelerde hızı büyük ölçüde sıkılaştırarak. Mart 2020'den bu yana, küçük bir azınlığın haklarımızı eşi benzeri görülmemiş bir şekilde elimizden aldığını, yaşam standardımızı düşürdüğünü ve son aşamasına giren parasal sistemi acımasızca yağmaladığını gördük. Sorumlular bu yoğunlaşma için önce bir hastalığı, ardından da iklim değişikliğini bahane olarak kullandılar. Ancak her iki söylem de artık nüfusun geniş kesimleri üzerinde istenen etkiyi yaratmakta giderek daha başarısız oluyor. Bu durum doğal olarak seçkinler için büyük bir tehdit oluşturmaktadır, zira sadece güvenilirlik kaybı değil, her şeyden önce kontrol kaybı anlamına gelmektedir. Bu kontrol kaybını önlemek ve iktidarda kalmak için, mevcut durumda yönetici elit için tek bir yol vardır: dizginleri daha da sıkmalı, önlemlerine karşı her türlü direnci ortadan kaldırmalı ve bu amaçla mevcut tüm ekonomik, politik ve medya araçlarını kullanmalıdırlar. WEF'in bu yıl Davos'ta düzenlenen yıllık toplantısında yapılan iki konuşma, izlenen yolun somut olarak neye benzediğini gösteriyor. Bunlardan biri Ursula von der Leyen'e aitti. Uzun süredir WEF Yönetim Kurulu üyesi olan AB Komisyonu Başkanı konuşmasında şunları söyledi "Küresel iş dünyası için önümüzdeki iki yılın en büyük endişesi çatışma ya da iklim değil, yanlış bilgilendirme ve dezenformasyondur." Başka bir deyişle, temel amaç, planlanan tedbirlere yönelik her türlü eleştiriyi ortadan kaldırmak için ana akımdan sapan görüşleri sansürlemek olacaktır. AB bunun için yasal zemini zaten oluşturmuş durumda. Tüketicileri çevrimiçi ortamda dezenformasyon ve nefret söyleminden daha iyi korumayı amaçlayan Dijital Hizmetler Yasası Ekim 2022'de yürürlüğe girmiştir. Dünyanın yakın gelecekte neler bekleyebileceğine dair bir başka gösterge de yeni seçilen Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei'nin ortaya çıkışıyla sağlandı. Konuşmasını doğru kategorize edebilmek için aşağıdakileri bilmeniz gerekir: Arjantin 2018 yılında IMF'den bugüne kadar alınan en büyük krediyi aldı. 57 milyar ABD doları tutarındaki bu kredinin 44 milyar ABD dolarının geri ödenmesi gerekiyor. Böyle bir borcun doğal olarak sonuçları vardır, çünkü IMF sadece borçlarına faiz uygulamakla kalmaz, aynı zamanda bu kredileri katı koşullara bağlar. Alıcı ülkelere tam olarak nerede tasarruf yapmaları ya da fiyatları yükseltmeleri gerektiğini, nerede vergi ve harçları arttırmaları gerektiğini ve hangi ek koşulları yerine getirmeleri gerektiğini söyler. Başka bir deyişle IMF, kredi alan ülkelerin mali egemenliğini ellerinden almaktadır. Arjantin için bu, son yıllarda Arjantin'in para politikasının Buenos Aires'te değil, Washington'da IMF'nin yönetim katında belirlendiği anlamına geliyordu. Ve alınan tüm önlemler Arjantin halkına değil, yalnızca ABD kontrolündeki IMF'ye ve onun desteklediği güçlere fayda sağladı. Peki Javier Milei Davos'a katılmadan tam 8 gün önce, 10 Ocak'ta ne yaptı? Kendini anarko-kapitalist ilan eden testereli adam IMF'nin emirlerine karşı geldi mi? Kesinlikle hayır. Tam tersine, tıpkı en sert ifadelerle eleştirdiği selefleri gibi, efendisinin önünde diz çöken bir köpek gibi IMF'ye tamamen ve kayıtsız şartsız teslim oldu. Milei, atadığı Ekonomi Bakanı ve -aslında havaya uçurmak istediği- Merkez Bankası başkanının desteğiyle, mevcut kredinin 4.7 milyar ABD doları tutarındaki bir dilimini daha serbest bırakmayı kabul etti ve böylece kendi görev süresi boyunca Arjantin'in mali ve ekonomik politikası üzerindeki özerkliğinden tamamen vazgeçmiş oldu. Daha sıradan bir ifadeyle: Arjantin'in önümüzdeki yıllardaki kamu maliyesine Javier Milei değil IMF karar verecek - ve devasa borç yükü göz önüne alındığında bu, Arjantin halkına bugüne kadar Güney Amerika'da uygulanan en sert kemer sıkma programının dayatılacağı anlamına geliyor. Başkan seçildikten kısa bir süre sonra kendi ulusunu yabancıların kontrolündeki bir kuruluşa tabi kılan ve böylece tüm özerkliğinden vazgeçen bir adamın Davos'ta boy göstermesine ve kendisini toplanmış bir izleyici kitlesi önünde radikal bir finansal özgürlük şampiyonu olarak sunmasına izin verilmesi, gerçek bir hiciv olarak görülmemelidir. Tüm bunlar toplantıyı düzenleyenler tarafından kesinlikle dikkatlice planlanmış ve sahnelenmiştir: Ursula von der Leyen'in konuşmasıyla birlikte, uluslararası kamuoyuna önümüzdeki dönemde nereye doğru gidildiğini göstermeyi amaçlıyordu: Eleştirmenler, yanlış bilgilendirme ve dezenformasyona karşı önlem alma bahanesiyle demir sertliğinde sansüre maruz kalırken, kendi politikaları söz konusu olduğunda, tam da bu artık tamamen utanmazca kamuoyunu yanıltmaya dayanıyor - ve her zamanki kibirle insanların çoğunun bu pespaye oyunu göremeyeceğine güveniyor. Kaynak: Dünya Ekonomik Forumu - von der Leyen ve Milei yol gösteriyor /////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////// Almanya ekonomisini kim kontrol ediyor? 05/02/2024 - Ernst Wolff Almanya ekonomisi derin bir kriz içinde ve işler yakın zamanda iyiye gidecek gibi görünmüyor. Aksine, her şey 2003-2008 yılları arasında üst üste altı kez dünya ihracat şampiyonu olan ülkenin daha fazla ekonomik zarar göreceğini ve rakiplerinin daha da gerisine düşeceğini gösteriyor. Pek çok kişinin gözünde bu durum, siyasi liderliğin beceriksizliğinden ve ekonominin siyasetçiler tarafından alınan yanlış kararlara etkili bir şekilde karşı çıkamamasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu değerlendirme, bize "lider" olarak sunulanların aslında ipleri ellerinde tuttuklarını varsaymaktadır. Peki durum böyle mi? Bu soruyu yanıtlamak için ekonomi için en önemli kararların alındığı alanlara bir göz atalım. İlk olarak, para politikası vardır. Bu politika ECB (Avrupa Merkez Bankası) tarafından kontrol edilmektedir. Ancak küresel mali krizden bu yana, yarattığı paranın hangi kanallara akacağına karar vermede danışman olarak yer alan dünyanın en büyük varlık yöneticisi BlackRock'ın Aladdin mali veri analiz sistemine bağımlı hale gelmiştir. BlackRock, ABD Merkez Bankası ve İngiltere Merkez Bankası'nda da aynı rolü oynadığından ve ECB de özellikle Fed'e danışmadan herhangi bir karar almadığından, ECB'nin Almanya'daki para politikasının Fed'e yönelik olduğunu söyleyebiliriz: Almanya'yı etkileyen para politikası Alman ekonomisinin çıkarlarına değil, öncelikle varlık yöneticisi BlackRock'ın çıkarlarına yöneliktir. Şimdi de ekonomi politikasına bakalım. Ekonomi Bakanlığı, ekonomi alanında hiçbir görevde bulunmamış ve bu görev için başka hiçbir niteliği olmayan profesyonel bir Yeşil politikacı olan Robert Habeck'in yönetiminde. Habeck'in en önemli devlet sekreteri ve ekonomi danışmanı, ki mesleki yeterlilikten yoksun olduğu için uzmanlığına tamamen bağımlıdır, BlackRock'a ve ardından Habeck'in bakanlığına geçmeden önce 20 yıl boyunca Londra Şehri'nde büyük ABD bankası Morgan Stanley için çalışmıştır. Habeck'in patronu Federal Şansölye Olaf Scholz'a ekonomik konularda Goldman-Sachs'tan eski bir bankacı danışmanlık yapıyor. Goldman-Sachs'ın ana hissedarlarından biri de Blackrock'tan başkası değil. Dolayısıyla dünyanın en büyük varlık yöneticisi Alman ekonomi politikasında da belirleyici bir rol oynuyor. Şimdi de Alman ekonomisinin en büyük oyuncularına bir göz atalım ve DAX'ta (Alman hisse senedi endeksinde) listelenen 40 ağır topa bir göz atalım. Aralarında Bayer, BASF, Allianz ve E. ON'un da bulunduğu 33 tanesi için BlackRock ON'un da aralarında bulunduğu 33 şirketin en büyük hissedarlarından biri BlackRock. Ama hepsi bu kadar değil. Vanguard, State Street, Fidelity ve diğerleri de bunların arasında - ve BlackRock ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılılar. Vanguard, BlackRock'ın ana hissedarı iken, her ikisi de Fidelity ve State Street'in ana hissedarlarıdır. Başka bir deyişle: Alman iş dünyası devlerinin dörtte üçü BlackRock & Co. şirketinin çıkarlarına çeşitli derecelerde tabidir. Başka önemli çapraz bağlantılar da var. Örneğin BlackRock'ın kurucusu ve CEO'su Larry Fink 2019'dan bu yana Siemens'in eski CEO'su Joe Kaeser, ECB başkanı Lagarde ve IMF başkanı Georgieva ile birlikte Dünya Ekonomik Forumu WEF'in yürütme kurulunda yer alıyor; "katkıda bulunanlar" arasında Olaf Scholz ve Robert Habeck, Young Global Leaders (Genç Global Liderler) arasında ise Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Tarım Bakanı Cem Özdemir bulunuyor. "Stratejik ortaklarına" bir göz atmak, WEF'in kimlerin çıkarlarını temsil ettiğini ortaya koyar: bunlar milyarlarca ciroya sahip yaklaşık 120 büyük uluslararası şirkettir ve neredeyse hepsinin ortak bir noktası vardır: Başlıca hissedarları arasında BlackRock, Vanguard, State Street ve Fidelity bulunmaktadır. Sadece BlackRock ve ana hissedarı Vanguard tarafından yönetilen varlıkların şu anda yaklaşık 16,3 trilyon dolar olduğunu ve Almanya'nın gayri safi yurtiçi hasılasının, yani bir yıl içinde Almanya'da üretilen tüm malların ve sunulan hizmetlerin toplamının şu anda 4,3 trilyon doların biraz altında olduğunu düşünürseniz, burada uğraştığımız finansal gücün boyutları hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Bu ekonomik geleceğimiz için ne anlama geliyor? Çok basit: Bu ülkede yeterli sayıda insan en büyük sorunumuzun Federal Meclis'teki parti kompozisyonu değil, on yıllardır devam eden finans sektörünün serbest bırakılması ve bunun hepimiz için yıkıcı sonuçları olduğunu fark edene kadar, bu karar ne Berlin'deki Federal Meclis'te ne de Almanya'daki büyük şirketlerin yönetim kurulu odalarında değil, BlackRock & Co'nun genel merkezinde verilecek. Kaynak: Almanya ekonomisini kim kontrol ediyor?
  17. Profesör Dr. Hans-Ulrich Niemitz'in Geleneksel ve Yeni Tıp üzerine uzman görüşü Leipzig Uygulamalı Bilimler Teknoloji, Ekonomi ve Kültür Üniversitesi Teknoloji ve Tarihi Merkezi Prof. Dr. Hans-Ulrich Niemitz PF 301166, 04251 Leipzig Karl-Liebknecht-Straße 132, 04277 Leipzig Dr. med. Mag. theol. Ryke Geerd Hamer Camino Urique 69 / Apdo. 209 E – 29 120 Alhaurin el Grande Leipzig, 18.08.2003 Konu: Yeni Tıp Hakkında Uzman Görüşü / 8 sayfa / (Uzman Görüşü-Hamer-030818) Yeni Tıp hakkında uzman görüşü Prof Dr Hans-Ulrich Niemitz tarafından, HTWK Leipzig / Studium generale. Görev alanı: Teknoloji ve doğa bilimleri tarihi ve etiği Soruşturmalar - uzman görüşünün gerekçesi Sorular - uzman görüşünün nedeni Dr. Ryke Geerd Hamer 23 Temmuz 2003 tarihli bir mektupla benden üç soruya "bilimsel yanıt" istedi. Sorular aşağıdaki gibidir: 1. Sadece hipotezlere dayanan tıbbın (konvansiyonel tıp), tek bir doğrulama bile yapılmamış olmasına rağmen, kendini "bilimsel" olarak adlandırması mümkün olabilir mi ve olmalı mı? 2. Öte yandan, tek bir hipotezi bile olmayan Yeni Tıp, sadece sunulan 30 doğrulama belgesine dayanarak, bildiğimiz kadarıyla bilimsel ve doğru olarak tanımlanabilir mi, tanımlanmamalı mı? 3. Doğa bilimlerinde (burada: Yeni Tıbbın) doğruluğunu kanıtlamak için tek bir doğrulamadan geçmek yaygın ve yeterli değil midir? Önsöz Yeni Tıp genel olarak "hastalık", psikozlar ve kendiliğinden gelişen suçlar için açıklamalar ve teoriler sunsa da, Hamer özünde, aşağıda sadece kanserle ilgili olarak yanıtlanan iki soru sormaktadır. A ) Geleneksel tıp bilimsel ve doğru mudur? B ) Yeni Tıp bilimsel ve doğru mudur? A) Geleneksel tıp bilimsel yöntemler (örneğin gözlem, istatistik) kullansa da, birçok hipotezi, yani (kanıtlanmamış) varsayımları nedeniyle bir doğa bilimi olmak bir yana, bir bilim bile değildir (çünkü bilimsel yöntemleri kullanmak tek başına bir "bilim" veya bilim insanı olmak için yeterli değildir). Bireysel "hasta kişi "deki biyolojik olaylara ilişkin hipotezsiz bir teorisi yoktur. Geleneksel tıp, kanser hastalarına yalnızca istatistiklerden türetilmiş hayatta kalma olasılıkları verebilir. Karakteristik olarak, boş tedavi vaatleri, çaresizlik eylemleri ("piyango oyunları") ve bireysel vakalarda "deneyler" yapma eğilimindedir. Ve spontane tedaviler yanlış anlaşılmaya devam etmektedir. Aşağıdaki not Beatle Harrison'ın ölümünden kısa bir süre önce 12 Kasım 2001 tarihli Tagesspiegel'de yayınlandı: "Georg Harrison (58) New York'ta gördüğü radikal radyoterapi sonrasında görünüşe göre daha iyi durumda. Bu haber 'Mail on Sunday' tarafından yayınlandı. Tartışmalı yeni tedavi, doktorun kendisi tarafından bir 'piyango oyunu' olarak tanımlandı. Yani: en tanınmış ve en zengin insanlardan biri piyango olmayan kanser tedavisini alamıyor. Bu nasıl açıklanabilir? Ancak geleneksel tıbbın piyango dışında bir tedavisi olmadığı için Yani: Geleneksel tıp bilim dışıdır ve neredeyse hiçbir şeyden anlamaz - kendiliğinden iyileşmeden bile. Geleneksel tıp bir bilim değildir. Doğru değildir, yani en iyi insani yargıya göre yanlış olarak etiketlenmelidir. B ) Yeni Tıbbın bilimsel ve hipotezsiz ve dolayısıyla doğrulanabilir (veya potansiyel olarak yanlışlanabilir - asıl uzman görüşünde daha fazla ayrıntıya bakın) bir kanser veya genel olarak "hastalık" teorisi veya modeli vardır. Her bir vaka için olayları bilimsel olarak açıklayabilir - doğrulanabilir ve dolayısıyla hipotezsiz bir şekilde (ve elbette kesin bir tıbbi geçmişten sonra). Olaylar teoriden tahmin edilebildiği için, tedavi önerileri bireysel vakaya göre uyarlanabilir - ve böylece bilimsel olarak gerekçelendirilebilir. (Terapi sırasında ortaya çıkabilecek herhangi bir komplikasyon anlaşılabilir ve terapi buna göre ayarlanabilir. Hamer, birçok basın kuruluşu tarafından kendisini mucize şifacı olarak adlandırmakla ve tedavi garantisi vermekle suçlandığı için bu konuya değinmek gerekir. Dünyadaki hiçbir doktorun kansere yol açan yeni çatışma şoklarını öngöremeyeceği ve dolayısıyla önleyemeyeceği akılda tutulmalıdır; ancak yeni çatışma şoklarının önlendiği bir durum yaratmak mümkündür - ve Hamer hastaları için bunu talep etmektedir). Yani: Yeni Tıp bilimseldir ve bilimsel kriterlere göre doğrudur. Yeni Tıp bir bilimdir ve aynı zamanda "kanser hastalarını" iyileştirmek için en güvenli yöntemdir. 1.soruya: Bilim Bilimin ne olduğu ya da ne olması gerektiği tamamen tartışmasız değildir. Ansiklopedi (Brockhaus Enzyklopädie 2001) şöyle demektedir: "Bilim... bir çağın insan bilgisinin özü...; bir konu alanıyla ilgili olan ve bir gerekçelendirme bağlamında duran bir bilgi bütünü. ... ... Metodolojik açıdan bilim, belirli bilimsel kriterleri (örneğin genel geçerlilik, sistematiklik) takip eden, önermeler bağlamına yerleştirilmiş ve böylece özneler arası olarak iletilebilir ve doğrulanabilir bilgi ile karakterize edilir." Açıklamanın belirsizliği çemberde görülebilir: bilim, bilimsel kriterleri takip etmelidir. Bununla birlikte, "bilimsel "in içerik ve yöntem açısından doğrulanabilir ifadelerden (veya "cümlelerden") oluşan bilgiye sahip olmak anlamına geldiği açıktır. Bilim doğrulanabilir ifadeler üretir Bir ifade ya da ifadeler sistemi, ancak bu ifade ya da ifadeler yanlışlanabiliyorsa, yani günlük konuşma diliyle söylersek yanlış olup olmadıkları kontrol edilebiliyorsa bilimsel olarak kabul edilebilir. Kesin doğa bilimleri kesin olarak adlandırılır çünkü sadece prensipte herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde deneylerle yanlışlanabilecek (veya günlük konuşma dilinde: tutarlılığı kontrol edilebilecek) ifadelerde bulunurlar. Her doğa bilimi sadece deneylere dayanmaz ya da dayanamaz. Örneğin biyoloji ve dolayısıyla tıp, büyük ölçüde "doğal" süreçlerin gözlemlerine dayanmalıdır. Bu gözlemler, ilgili gözlemler için çevresel koşullar aynıysa, deneylerin gözlemleri olarak kullanılabilir. Geleneksel tıp genellikle bireysel vakalar hakkında ve bu vakalar için potansiyel olarak yanlışlanabilir ifadelerde bulunamadığı için istatistiklere başvurmaktadır. İstatistik matematiktir ve dolayısıyla bilimdir, ancak bir doğa bilimi değildir. (Bu arada, bu durum terapötik çalışmanın nihai amacını, yani hastaya insani yardım yoluyla "bireysel vakası" için yardım etmeyi gözden kaçırmaktadır. Örnek: Geleneksel hekim kanser hastasına hayatta kalma olasılıkları verir. Hastaya "iyileşmek" için ne yapması gerektiği söylenemez). Hipotezler henüz test edilmemiş, hatta test edilemeyen ifadelerdir Eğer kişi sadece (henüz) yanlışlama imkanı sunmayan ifadelerde bulunabiliyorsa, hipotezlerden söz edilir. Günlük dilde hipotez bir varsayımdır ve bilimsel teoride temelde aynıdır, yani doğruluğu henüz kanıtlanmamış, ancak teorilerin ve tahminlerin türetildiği bir varsayım olarak hizmet eden bir ifadedir (bkz. Brockhaus Encyclopaedia 2001). Isaac Newton yerçekimi teorisini sunduğunda ve kendisine yerçekiminin nereden geldiği sorulduğunda şöyle demiştir: "Hiçbir hipotezde bulunmuyorum." Bununla, herkesin kendi yerçekimi yasasının doğruluğunu teyit edebileceğini (ya da modern terimlerle yanlışlamaya çalışabileceğini) ve yerçekimini açıklamanın başka bir mesele olduğunu kastetmiştir. Bunu yapmayı başaramadığı için (yani onu yanlışlama olasılığı sunan herhangi bir ifade bulamadığı için), kendisinden sonraki bilim insanı nesillerinin bunu bulması gerektiğini söyledi - ki tesadüfen bunu bugüne kadar yapmayı başaramadılar. Yeni tıp, geleneksel tıp ve yanlışlanamayan ifadeler Bu bilim anlayışına uygun olarak Dr. Hamer hipotezler kurmadığını söylemektedir. Söyledikleri, kanser veya kansere eşdeğer "hastalık" teşhisi konmuş herhangi bir kişi (yani herhangi bir vaka) üzerinde herhangi bir zamanda test edilebilir. Bu, herhangi bir bireysel vaka üzerindeki ifadelerini yanlışlamanın (tutarlılığını kontrol etmenin) mümkün olduğu anlamına gelir. Örneğin geleneksel tıbbın bir bağışıklık sistemi olduğu hipotezi, yanlışlanması mümkün olmayan bir ifadedir. Henüz hiç kimse bağışıklık sistemini doğrudan gözlemleyememiştir. Teoriler ve tahminler "bağışıklık sistemi" hipotezinden (yani bir bağışıklık sistemi olduğu varsayımından) yola çıkılarak inşa edilmekte ve gözlemlenebilir "olgular" bunlara atfedilmekte, bunlar da doğrulama olarak kabul edilmektedir. Ancak, bu olguların başka önermeleri doğrulamaya da hizmet edebileceği gerçeği dikkate alınmamaktadır (not: bilimsel olarak sadece yanlışlamalar olabilir, doğrulamalar olamaz). Geleneksel tıp, "bağışıklık sistemi" hipotezinin hiçbir şekilde yanlışlanamayacağını, yani sonuçta bilimsel bir ifade olmadığını kabul etmemektedir. Bağışıklık sisteminin çökmesi nedeniyle mikropların vücutta aktif hale gelip gelemeyeceği (geleneksel tıp bunu böyle görür ve bireysel vaka için aktif hale gelme anını tahmin edemez ve bu nedenle bunu yalnızca "mantıksal" olarak gerekçelendirebilir, ancak mantıksal otomatik olarak doğru veya gerçek anlamına gelmez; masallar da mantıklıdır, çünkü aksi takdirde anlatılamazlar; geleneksel tıp en fazla istatistiksel sonuçlara varır) veya mikroplar, o anda "özel bir program" çalıştıran beyin veya organizmadan gelen bir açma komutu nedeniyle aktiftir (Yeni Tıp bunu böyle görür - bireysel vaka için aktif hale gelme anını tahmin edebilir ve aynı zamanda gerekçelendirebilir: Bu, özel programın ikinci bölümünün başlangıcıdır; Yeni Tıp organizmanın psiko-biyolojik bir modeline sahiptir ve bu nedenle istatistiklere ihtiyaç duymaz), Bu da Yeni Tıbbın mikroplar ve onların aktivasyonuna ilişkin potansiyel olarak yanlışlanabilir ifadeler ürettiği, ancak konvansiyonel tıbbın bunu yapamadığı anlamına gelmektedir. Günlük dilde, konvansiyonel tıbbın sahte, yani masalsı ve doğrulanamaz ifadelerden oluşan anlaşılmaz bir karmaşa sunduğunu (bilimsel olmadığını), Yeni Tıbbın ise gerçekte doğrulanabilen mantıksal ifadelerden oluşan anlaşılır bir yapı sunduğunu (bilimsel olduğunu) söylemek gerekir. "Doğrulama" Problemi Soru 1 de, geleneksel tıbbın sadece hipotezlere dayandığını ve hipotezlerinin hiçbir zaman doğrulanmadığını iddia etmektedir. Durum böyle midir? Söylenmelidir ki: durum çok daha kötüdür. Daha önce de açıklandığı üzere, geleneksel tıp büyük ölçüde yanlışlanabilir ifadeler üretmekte başarısız olmaktadır (ve dolayısıyla genel olarak "bilim" olma iddiasını kaybetmektedir). Bu da "doğrulamayı" - her ne olması gerekiyorsa (bunun ne olabileceği 3. sorunun ele alınışında ayrıntılı olarak açıklanmıştır) - kendi başına imkansız kılmaktadır. Kısacası, "doğrulama" bir ifadeler sistemini (ve ilgili modeli) doğru ya da onaylanmış olarak kabul etmek ve buna göre hareket etmek anlamına gelir (tıpta bu, buna göre tedavi etmek anlamına gelir). Dolayısıyla "doğrulama" etik, sosyo-politik ve nihayetinde hukuki bir soru ya da meseledir. Soru 1'in sonucu Geleneksel tıp kendini bilimsel olarak adlandıramaz çünkü ya sadece yanlışlanamayan ifadeler sunar ya da önceden çözülemeyen çelişkilere karışır. Yeni Tıp bilimseldir çünkü yanlışlama imkanı sunan ifadelerin türetilebileceği psiko-biyolojik bir model sunar. Şimdiye kadar Yeni Tıbbın hiçbir ifadesi yanlışlanamadığına göre, Yeni Tıbbın en azından, en iyi ihtimalle sadece istatistiksel olarak işe yarayabilen (yani bireysel vakalar için bilimsel açıklamalar yapamayan!) geleneksel tıptan daha bilimsel olduğu ilan edilmeli ve belirtilmelidir: Konvansiyonel tıp ne içerik ne de yöntem açısından bir doğa bilimi değildir. 2. soruya: Cevap evet, Yeni Tıp doğrudur. Burada dikkat edilmesi gereken husus -ki bu husus 3. sorunun cevabında daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır- "bildiğimiz kadarıyla" doğru olduğudur (ki bu etik bir sorudur). Başka bir deyişle, Yeni Tıbbın ifadeleri, özneler arası olarak iletilebilen ve bireysel vakalarda doğrulanabilen, yani bilimsel kriterleri (örneğin genel geçerlilik, sistematiklik, öngörülebilirlik, geçmiş olayların açıklayıcı tanımı, yanlışlanabilirlik) karşılayan bir gerekçelendirme bağlamının parçasıdır. Soru 2'nin sonucu Evet, Yeni Tıp doğrudur. 3. soruya: soru ile birlikte geri sormamız gerekir: Ne için yeterli? Doğruluğun teyidi için mi? Bu konuda 2. sorunun cevabında zaten her şey söylenmiştir (evet, Yeni Tıp doğrudur). Bilimsel açıdan bakıldığında, doğrulama hiçbir zaman yeterli değildir. Dolayısıyla bu soru da tamamen "bilimsel" olarak yanıtlanamaz, çünkü bir teorinin "doğrulanıp doğrulanmadığına" ilişkin karar nihayetinde hiçbir zaman kesin olarak verilemez. Çünkü her teori bir modeldir. Bu da bir teorinin hiçbir zaman gerçekliğe tam olarak karşılık gelemeyeceği anlamına gelir. Eğer durum böyle olsaydı, bu model gerçek olurdu ve dolayısıyla artık bir model olmazdı. Eğer bir teori uzun bir süre boyunca yanlışlanamıyorsa ve rakip teoriler ya da onların uygulamaları (bu durumda terapiler) yeni teoriden daha kötü sonuçlar veriyorsa, o zaman yeni teori tanınmalıdır - bu bilimsel ve etik bir akıl, adalet ve dürüstlük meselesidir. Yeni teori bir açıklama olarak kabul edilmeli ve pratik sorunlarda kullanılmasına izin verilmelidir, yani hastalar özgürce karar verebilmelidir. Yeni Tıp söz konusu olduğunda bu, "geleneksel tıbbın" ya da toplumumuzun Yeni Tıbba yer açması gerektiği anlamına gelmektedir. Açıklama: Gerçekler nelerdir? Örnek metastaz: gerçek mi hipotez mi? Aşağıda "gerçeklerin" ya da "doğruluğun" genellikle ideolojik karakterine ilişkin bir yorum yer almaktadır: Kopernik sistemi kabul edilmeden önce insanlara doğru ve gerçek gibi görünen şey güneşin akşam battığıydı. Model - dünyanın merkezinde yüzen bir disk olarak dünya ve her biri küresel ve cam benzeri bir küreye bağlı olan ve hepsi birlikte dünyayı saran ve onun etrafında dönen gök cisimleri - bunu açıkça ortaya koyuyordu. Bugün neredeyse herkes daha iyi biliyor, ama bunun tek nedeni çocukluklarından beri kendilerine böyle söylenmiş olması. Gerçeklerle örtüşmese de bugün hala "gün batımı" kelimesini kullanıyoruz. Bu kelime hala eski yanlış modeli beraberinde taşıyor. Ama bunda utanılacak bir şey yok, çünkü "herkes" bunu söylemenin doğru yolunu biliyor "Metastaz" terimi ile Yeni Tıbbın tanınması halinde bu kelimenin ortadan kalkması söz konusu olacaktır. Aslında metastaz sadece "ikinci kanser" ya da mevcut kansere ek olarak ortaya çıkan kanser anlamına gelmektedir. Ancak geleneksel tıp bu kelimeyi, ilk kanserin bir şekilde ikinci kanserin nedeni olduğu hipoteziyle - bir iç enfeksiyon şeklinde - ilişkilendirmektedir. Yeni Tıp "ikinci kanser" gerçeğini ret etmez, ancak bunun bir metastaz olmadığını söyler. Her "ikinci kanserin" kendi çatışması tarafından tetiklendiğini söylemektedir. Trajik bir şekilde, bunlar genellikle kanser teşhisi ile açıklanabilen çatışmalardır (hayvanlarda nadiren "metastaz" görülür). Kanserin vücut içinde bir iç enfeksiyon şeklinde yayıldığı fikri bir hipotez ya da varsayımdır (ancak geleneksel tıpta bir gerçek olarak kabul edilir). Eğer bu vücut içi bulaşma mevcut olsaydı, kanser enfeksiyonu riski nedeniyle tüm kan nakillerinin yasaklanması gerekirdi. Bugüne kadar herhangi bir "kanser kan testi" yapılmamıştır ve kan bağışçılarını kanser açısından test etmek için tümör belirteçlerinin kullanıldığı bilinmemektedir. Bu da konvansiyonel tıbbın kendi "metastaz" hipotezini (konvansiyonel tıp için bir gerçek!) ciddiye almadığını ve aslında her kan naklinde kendisiyle çeliştiğini (sonuçta: yanlışladığını!) göstermektedir. Geleneksel bir doktor bunu, oldukça doğru ve gerçekçi bir şekilde, kanserin vücuttan vücuda bulaşmasının insanlarda hiçbir zaman gözlemlenmediğini söyleyerek haklı çıkaracaktır. Öte yandan, Yeni Tıp tutarlı bir şekilde tartışıyor: Her kanser bir çatışma şoku demektir. Her ikinci kanser, ikinci bir çatışma şoku anlamına gelir. Eğer durum böyle değilse, Yeni Tıbbın muhalifleri bunu doğrulayabilir (yanlışlayabilir). Soru 3'ün sonucu Geleneksel tıp, hipotezlerinin "gerçekler" olduğunu varsayar. Bununla birlikte, geleneksel tıbbın "olgusal sisteminin" çelişkili olduğu veya büyük ölçüde potansiyel olarak yanlışlanabilir bile olmayacak (ve dolayısıyla bilimsel olmayacak) şekilde yapılandırıldığı gösterilmelidir. Öte yandan Yeni Tıp sistemi tutarlı ve potansiyel olarak yanlışlanabilirdir. Bu nedenle Yeni Tıbba yer vermemek bilim dışı, etik dışı ve nihayetinde anayasaya aykırıdır. Son bir yorum: "Geleneksel tıp" kendisini özel bir durumda bulmaktadır. Bilimsel olduğunu iddia etmektedir ve bu nedenle - mümkün olduğunca - siyasi olmayan ve tamamen bilimsel ilkelere bağlı olmalıdır. Ancak aynı zamanda, (hizmet sağlayan) bir loncanın politik-hükümetsel ve dolayısıyla "bilimsel olmayan" korumasını talep etmektedir. Lonca imtiyazı, geleneksel tıbbın temsilcilerinin bilimsel anlaşmazlıkları bilimsel olmayan, yani siyasi ya da iktidar-politik araçlarla cezasız bir şekilde karara bağlamasına olanak sağlamaktadır. Konvansiyonel tıp bugün hala bu "imkansız" durumu sürdürebilmektedir çünkü tıp dışı uygulayıcılar (hastalar ya da politikacılar olarak) anayasal hukukun kendilerine tanıdığı tedavi özgürlüğünü kullanmak istememekte ya da kullanamamaktadırlar çünkü konvansiyonel tıbbi tedavinin reddedilmesi halinde kendilerinin ya da bir bütün olarak toplumun tehdit altında kalacağı ölüm ve sağlık kaybı korkusuyla doludurlar. Ve korku kötü bir danışmandır. "Bilim" ile "lonca" arasındaki çelişki bugün, terapiye ihtiyaç duyan çocuk ve gençlerin, loncanın görüşüne uygun olarak ve dolayısıyla bilimsel kriterlere göre değil, zorunlu ortodoks tıbbi tedaviye tabi tutulmaları durumunda çözülmektedir. Kendilerine emanet edilen kişiler için bu tedaviyi bilimsel gerekçelerle reddeden ve onları bundan mahrum bırakmaya çalışan ebeveynler veya vasiler kovuşturulacaktır. Etik açıdan bakıldığında bu "imkansız bir durumdur", yani etik değildir, yani bu durumda anayasaya aykırıdır. Yorumun sonucu Geleneksel tıbbın kendi "loncası" içinden - yani bilimsel olmayan bir şekilde - tedavi kararları verme konusunda münhasır bir hak iddia etmek istemesi veya çocukların tedavisinde bu iddiayı zaten ileri sürmüş olması anayasaya aykırıdır. Sonuç Bilimsel kriterlere göre, Yeni Tıbbın bilimin mevcut durumuna ve mevcut bilgilerin en iyisine göre doğru olduğu ilan edilmelidir. Öte yandan geleneksel tıp, bilimsel açıdan bakıldığında, temelde yanlış anlaşılan (sözde) gerçekler nedeniyle doğrulanabilir olmak bir yana, yanlışlanabilir bile olmayan şekilsiz bir lapadır. Bu nedenle bilimsel kriterlere göre hipotezler yığını olarak nitelendirilmelidir ve dolayısıyla en iyi insani yargıya göre bilim dışı ve yanlıştır. Leipzig, 18 Ağustos 2003 Prof. Dr. Hans-Ulrich Niemitz
  18. Geleneksel (Konvansiyonel) tıbbın tarihçesi Geleneksel tıp bir bilim midir yoksa bir dogmalar bütünü müdür? Geleneksel tıp, sadece petrol bazlı tabletler ve yararsız toksik aşı enjeksiyonları ile değil, aynı zamanda psikiyatri ve psikoterapi ve yararsız hayvan deneyleri ile de uzun bir zarar geleneğine sahiptir, birkaç istisna dışında (tıbbi olarak gerekli olduğu durumlarda ameliyat gibi) bilim dışı ve bilim karşıtıdır. Geleneksel bir doktorla iyileşirseniz, bu sadece onun tedavisinden kaynaklanır, hastanın kendi kendini iyileştirme gücünden değil. Eğer naturopatik ilaçlarla iyileşirseniz, bu hayal gücü ya da tesadüftür veya önceden hasta değildiniz, numara yapıyordunuz. Geleneksel bir doktorla daha da hasta olursanız, o zaman iyileşmek istememişsinizdir (hastalığın ikincil kazanımı) ya da psikolojiktir. Geleneksel tıp bir bilim değil, sözde bir bilim ve bilimsel jargonla kendini gizleyen bir iş modelidir! "Geleneksel tıp bir dindir. Bu konuda eğitim almış doktorlar hiçbir şey bilmezler, sadece inanırlar." - Dr. Leonard Coldwell "Gerçek şu ki, bugün halka tanıtıldığı şekliyle aşılama, cehalet ve dar görüşlülüğe dayalı bir dinden başka bir şey değildir." - Dr. Suzanne Humphries, doktor ve aşı eğitimcisi, Aşı illüzyonu "Duygularınız rasyonel gerçekleri algılamanızı engelliyor olabilir, çünkü rasyonel gerçekler duygusal olarak dayanılmazdır." Geleneksel tıp, zehirin ilaç olduğunu iddia eder (örneğin kemoterapi) ve insanlara sağlıklı beslenmenin anlamsız olduğunu söyler. Güneş ışığının, kolon temizliğinin, akupunkturun ve meyve suyu orucunun faydalarını reddeden, ancak zehirli aşılara, kemoterapiye ve kansere neden olan mamogramlara güvenen ve hatta bebeklere o kadar zehirli ilaçlar veren bir tıbbi sistemdir ki, bunlar küçücük bebeklerde daha konuşacak yaşa gelmeden depresyona neden olur! Ancak şaşırtıcı bir şekilde, tüm bunlara rağmen, geleneksel tıbbın savunucuları bu yöntemin büyük bir başarı olduğunu iddia ediyor! Evet, hatta bunun tüm dünyada işe yarayan tek tıbbi sistem olduğuna inanıyorlar. "Kendisi için dibine kadar açık olan, ne istediğini ve ne düşündüğünü çok iyi bilen kişi, asla net olmayan bir şekilde yazmayacak, asla kararsız, belirsiz kavramlar formüle etmeyecek ve bunları tanımlamak için yabancı dillerden oldukça zor ve karmaşık ifadeler derlemeyecektir." - Arthur Schopenhauer "Günümüzün geleneksel tıbbı olan allopati (Allopatik Tıp homeopatlar tarafindan farmakoloji ve fiziksel müdahaleyi icerek anaakım tıbba verilen isimdir), haklı olarak giderek daha az popüler hale gelmiştir çünkü araştırmaları Virchow, Koch, Behring ve Ehrlich'in öğretilerinin büyüsü altında teorik spekülasyonlar içinde kaybolmuştur. İnsanın bedeni yaratan ve yaşam gücünün yardımıyla onu yönlendiren ruhani bir varlık olduğuna inanmamakta, onu herhangi bir ruhani güdüsü olmayan makine benzeri bir mekanizma olarak görmektedir. Aşılama, insanlığın devlet ve geleneksel tıp tarafından patojenik tecavüze uğramasının başlangıcıdır ve kronik sakatlığa yol açmaktadır. Çiçek aşısı, tüm çocuklara yaşamlarının birinci ve on ikinci yıllarında zorunlu olarak uygulanmaktadır." "Tıptaki bir yeniliğe karşı direncin nihai nedeni her zaman yüz binlerce insanın bir şeyin tedavi edilemez olduğu gerçeğinden yaşamasıdır." - Prof Dr Friedrich F. Friedmann "Tıptaki asıl sorun, sağlıklı olmanın hiçbir yolu olmaması değil. Sorun, insanlar sağlıklı olduğunda kimsenin para kazanamamasıdır." - Prof Dr Jörg Spitz Prof. Dr. Hans-Ulrich Niemitz: Geleneksel tıp bilim değildir Alıntı: "23 Temmuz 2003 tarihli bir mektupta Dr. med. Ryke Geerd Hamer benden üç soruya "bilimsel bir yanıt" istedi. Sorular şunlardı: "1. Sadece hipotezlere dayanan bir tıp (geleneksel tıp), tek bir doğrulama bile yapılmamış olmasına rağmen, kendini "bilimsel" olarak adlandırabilir mi ve bilimsel olabilir mi? 2. Öte yandan, tek bir hipotezi bile olmayan Yeni Tıp, sadece sunulan 30 doğrulama belgesine dayanarak, bildiğimiz kadarıyla bilimsel ve doğru olarak tanımlanabilir mi ve tanımlanmamalı mıdır? 3. Doğa bilimlerinde (burada: Yeni Tıbbın) doğruluğunu kanıtlamak için tek bir doğrulamadan geçmek yaygın ve yeterli değil midir? [...] Konvansiyonel tıbbın, kendi "loncası" içinden - yani bilimsel olmayan bir şekilde - tedavi kararları verme konusunda münhasır hak iddiasında bulunmak istemesi veya çocukların tedavisinde böyle bir iddiayı zaten ileri sürmüş olması anayasaya aykırıdır. [...] Bilimsel açıdan bakıldığında, geleneksel tıp [...] temelde yanlış anlaşılan (sözde) gerçekler nedeniyle doğrulanabilir olmak bir yana, yanlışlanabilir bile olmayan şekilsiz bir lapadır. Dolayısıyla bilimsel kriterlere göre, bir hipotezler yığını ve dolayısıyla bilim dışı ve en iyi insani yargıya göre yanlış olarak etiketlenmelidir." Leipzig, 18 Ağustos 2003 Prof. Dr. Hans-Ulrich Niemitz Teknoloji Tarihi - Bölümü Leipzig Uygulamalı Bilimler Üniversitesi (FH) Niemitz'in Dr. Hamer ve NM (Yeni Tıp) hakkındaki raporu Federal Adalet Divanı'nın 23 Temmuz 1993 tarihli kararı, Ref. IV ZR 135/92: "Bununla birlikte, bilimsellik hükmü, bir hastalığı hafifletmek için kullanılan yöntemleri, bilimsel olarak genel kabul görmüş olanlarla da sınırlandırmaktadır. Ancak, özellikle bir yöntemin kalitesinin iyileştirme başarısı ile ölçülemediği tedavisi mümkün olmayan hastalıklar söz konusu olduğunda, bir hastalığı hafifletmek veya iyileştirme başarısını bilimsel olarak test etmek için uygulamada kullanılan tedavi yöntemleri geleneksel tıp tarafından genel kabul görmemektedir." Temyiz Mahkemesinin bulgularına göre, doktorların ve hastanelerin büyük çoğunluğu tarafından uygulanan tedavinin bilimsel olarak genel kabul görmüş olarak tanımlanamayacağını, çünkü bu hastalığın nedeninin hala araştırılmadığını ve bu nedenle her türlü tedavinin tıbbi doğruluğu kanıtlanmadan kaçınılmaz olarak deneysel nitelikte olduğunu belirtmiştir. (2 Aralık 1981 tarihli karar - IVa ZR 206/80 - VersR 1982, 285 III 4 altında). Federal Adalet Divanı, Temyiz Mahkemesi'nin sigortacının tazminatı ödemeyi reddetmesinin iyi niyete aykırı olduğu yönündeki görüşünü onaylamıştır. 1910'daki Flexner Raporu İlaç endüstrisine 1905'ten itibaren Rockefeller Vakfı'nın kurulmasıyla sızıldı. Carnegie Vakfı ile birlikte, 1910 yılında Batı tıbbını yeniden yazan, naturopatiyi marjinalleştiren ve petrol bazlı yeni Rockefeller tabletlerini bugüne kadar sözde çözüm olarak yayan Flexner Raporunu hazırlattı. 1935 yılına gelindiğinde, ABD'deki tüm tıp fakültelerinin yarısı kapatılmış ya da korkunç aşıların propagandasını da yapan yeni ortodoks tıbbın Rockefeller müfredatı altında yeniden düzenlenmişti. Rapor yazarı Abraham Flexner'in kardeşi Simon Flexner, 1918'de Fort Riley, Kansas'ta askerlere deneysel aşılar, muhtemelen deneysel grip ve sarı humma aşıları enjekte eden Rockefeller Araştırma Enstitüsü'nün ilk müdürü oldu. Bu aşı hasarının ve aşı ölümlerinin "İspanyol gribi" olduğu iddia edildi, ki aslında buna "Rockefeller gribi" denmesi gerekirdi, eğer aşı hasarından doğrudan bahsetmek yasaksa, çünkü bu hisse fiyatları için kötüdür. Ancak ABD'nin 1898'de İspanya ile yaptığı bu ilk emperyalist savaş (Monroe Doktrini'ne sırtını dönmesi) nedeniyle, İspanyolların en passant bir şekilde aşağılanması ve Amerikalılara "bulaşmakla" suçlanması gerekiyordu (gaslighting, türk. gaz lambası), çünkü ABD işgalini sevinçle karşılamadılar ve minnettar olmadılar, hatta ABD psikopatlarının hiç hoşuna gitmeyen bir şekilde karşılık verdiler. Flexner Raporu, geleneksel tıbbın ve az gelişmiş Batı üniversite tıbbının anasıdır! Bu metin, 1910 yılında Carnegie Vakfı'nın Flexner Raporu'nun yardımıyla "geleneksel tıbbın" ABD'de kaba kuvvetle nasıl tanıtıldığını göstermektedir. ABD'den tüm dünyaya yayılmıştır çünkü diğer ülkelerin çoğu Amerikalıları taklit etmek istemiştir (zorunda kalmıştır?). Bu, 1972'de gözden geçirilmiş bir versiyonudur. Christian Joswig Belgesi: Flexner Report 1910-1972 Carnegie PDF Geleneksel "tıp" ve ilaç lobisi bir asırdır dünya çapında her hasta için ve her hastaya karşı insanlık dışı bir savaş yürütmektedir. Bu savaşın amacı, her insanı bir daha asla iyileşemeyecek ve ilaç endüstrisinin kâr amaçlı "onaylanmış" ilaçları, patentli cihazları ve tekelleşmiş yöntemleriyle mümkün olduğunca uzun süre "tedavi edilebilecek" kronik bir hasta haline getirmektir. Bir diğer amaç da naturopatiyi yok etmek ya da "yasaklamak" ve böylece insanların ilaç endüstrisinin kârı olmadan iyileşmesini engellemektir: Sadece kronik bir hasta iyi bir hastadır - önce kasıtlı olarak hasta edilen ve daha sonra keyfi ve yapay bir şekilde "bilimsel olarak tanınmış", ticari ortodoks "tıbbın" cihazlarına, tedavi yöntemlerine ve ilaçlarına hayatının geri kalanında bağımlı hale getirilen ve bağımlı tutulan karlı bir hasta. Temel güdülere dayanan bir yöntem ve sisteme sahip şeytani, tamamen insanlık dışı bir suç: Kâr hırsı. Gübre ve tarım ilacı endüstrisi gibi, kimya ve petrol endüstrisinin daha da büyük kartel şirketlerinin yan kuruluşlarından oluşan küresel ilaç ve eczacılık endüstrisi, böylece hain bir perpetuum mobile makinesi kurmuştur: kimsenin bunun için bir şey yapmasına gerek kalmadan sürekli olarak devasa karlar sağlayan bir sistem. Bir kez başladı mı, artık durdurulamaz ve durmaksızın tek bir şey üretir: para / kâr / kazanç. Eczacılık yoluyla akıl almaz bir servet biriktirmeye yönelik en vicdansız yaklaşım Rockefeller ailesi hanedanında bulunabilir ve 19. yüzyıla kadar izlenebilir. Rockefeller ailesinin soyundan gelen Alman-Amerikalı at hırsızı, dolandırıcı, şarlatan William Avery Rockefeller (aslen Roquefeuille [Kaya Yaprağı], 18. yüzyılda Kuzey Amerika'ya göç eden Rockenfeld ailesinin soyundan gelmektedir. El arabasıyla yağlı bir seyyar satıcı olarak ülkeyi dolaşmış ve petrol/alkol karışımını kanser için "mucizevi bir tedavi" olarak sunmuştur. Hiçbir tıbbi eğitimi yoktu, ancak yüzsüzce "Dr. William A. Rockefeller, ünlü kanser uzmanı" olarak poz verdi ve yerel adres defterlerinde kendisini "doktor" olarak listeletti. "Reklam afişlerinde" (tahta arabasının üzerindeki karton tabelalar) şöyle yazıyordu: "Çok ilerlemiş olanlar hariç tüm kanserler için tedavi, ancak büyük ölçüde hafifletilebilir." Tutuklanma ve hüküm giyme tehdidinden sınırı geçerek diğer eyaletlere kaçtı. Sentezlenen kimyasalların neredeyse tamamının temel maddesi kömür katranı ya da ham petroldür. Çoğu uyuşturucunun kendisi de laboratuvarda ham petrolden sentezlenmektedir. Küresel petrol, kimya ve ilaç endüstrisinin neredeyse tamamı artık tek bir gruba ait: Amerika'nın doğu kıyısındaki Rockefeller ailesi hanedanlığı. Böylece küresel ilaç üretimini kontrol etmektedir. Böylece dünya çapında ilaç üretimini kontrol etmektedir ve bu durum böyle ortaya çıkmıştır: 9 Kasım 1929'da Alman kimya karteli I.G Farben, Rockefeller ailesinin Amerikan petrol ve bankacılık imparatorluğu ile uluslar ötesi bir kartel anlaşması yaptı. "I.G.", "çıkarlar topluluğu", başka bir deyişle "kartel" anlamına gelmektedir. "Kartel", serbest piyasadaki rekabetin önüne geçmenin ve tekel elde etmenin bir yoludur. ("Rekabet günahtır!" John D. Rockefeller, Senior.) Her zaman bir fiyat diktasına ve ürün seçiminin kısıtlanmasına yol açar. Mühimmat ve ilaçları üreten ya da kontrol eden her kim olursa olsun, savaş ve ilaç yoluyla yeryüzündeki tüm ülkelerin nüfuslarını ve dolayısıyla tüm insanlığı kontrol eder. Kartellerin rekabeti ortadan kaldırmanın ve tekellere ulaşmanın bir aracı olduğu az önce ortaya konmuştur. Başka bir deyişle, karteller serbest piyasanın, serbest girişimin bir sonucu değil, serbest girişimden kaçmanın ve onu yok etmenin bir aracıdır. İşte bu yüzden karteller ve kolektivist hükümetler her zaman birlikte çalışır: Ekonomik yaşamın her yönünü yasalarla düzenleme ve denetleme gücüne sahip güçlü ama yozlaşmış ve dolayısıyla kontrol edilen bir hükümet, özel kartellerin ve tekellerin en iyi işbirlikçisi ve suç ortağıdır. Böylece devlet, özel kartellerin / tekelci sermayenin / yüksek finansın kendi özel ekonomik çıkarlarını uygulamak ve korumak için kullandığı siyasi bir araç haline gelir. Ancak bu tanım gereği faşizmdir: "Faşizm" tekelci sermayenin diktatörlüğüdür" (Robert Brady), devletin özel ekonomi tarafından tamamen kontrol edilmesidir. Faşizm, her üç gücün de tamamen özel sektörün hakimiyetine girmesinden ibarettir: Yasama (hükümet / parlamento), yürütme (bürokrasi / polis / ordu) ve yargı (yargı) organları, yani tüm devlet aygıtının yanı sıra sansür amacıyla ve kamuoyunu manipüle etmek için bir propaganda aygıtı olarak medya. Totaliter rejimlerin özel, çoğunlukla yabancı karteller tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesi Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Almanya'da zaten gelişmişti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra birleşerek I.G. Farben AG'yi oluşturan karteller, Alman Şansölyesi Otto Von Bismarck'ı desteklemişlerdi çünkü onun kolektivist "devlet felsefesini" sözde "vatanseverlik" kisvesi altında ayrıcalıklı bir güç pozisyonu elde etmek için mükemmel bir fırsat olarak görmüşlerdi. Savaştan sonra (1953), I.G. Farben'in varlıklarının Alman kısmı Bayer, Hoechst ve diğer kartel üyelerine geri devredildiğinde, finansal işlem New York Rockefeller First National City Bankası tarafından gerçekleştirilmiştir. Amerikan I.G.'nin varlıkları, yani I.G. Farben'in varlıklarının Amerikan kısmı, 1962 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy'nin kardeşi olan dönemin ABD Başsavcısı Robert Kennedy'nin önerisiyle gizli (!) açık artırmaya çıkarıldığında, kazanan teklif sahipleri (329 milyon dolar), 225 üyeli anonim bir sigorta konsorsiyumuydu (ana hissedar: Rockefeller). Konsorsiyum Rockefeller ajansı olan First Boston Corporation (Chase Manhattan Group) ve Blyth & Company (First National Group) yatırım bankaları tarafından temsil edildi. Mali uzlaşma yine bir Rockefeller kuruluşu olan Chase Manhattan Bank of New York tarafından gerçekleştirildi. Tabiri caizse her şey tek elde ve tek çatı altında... Rockefeller, sözde "hayırsever projeler" olarak gösterilen vergiden muaf vakıflar ağı aracılığıyla, ABD'deki eğitim sistemi ve tıp eğitimi üzerinde kademeli olarak tam kontrol sahibi oldu. 1901 yılında Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü'nün kurulmasıyla başladı. Aynı şekilde New York Tüberküloz ve Sağlık Derneği, Kalp Derneği, Diyabet Derneği, Sosyal Hijyen Derneği, Ulusal Körlüğü Önleme Derneği, Amerikan Kanser Derneği, Amerikan Kanser Society ve Amerikan Tıp Kolejleri Derneği gibi kârlı kuruluşlar kuruldu 1908'de Amerikan Tabipler Birliği (AMA), ABD'deki tıbbi uygulamalara ilişkin reformu örgütsel ve mali açıdan sekteye uğratmıştı. Stratejik açıdan zekice ve mükemmel bir zamanlamayla Rockefeller ve çelik patronu Andrew Carnegie öne çıktı. Carnegie Vakfı Genel Eğitim Kurulu Başkanı Henry S. Pritchett, AMA ile temasa geçti ve ikiyüzlü bir şekilde tüm projeyi üstlenmeyi (ve aynı zamanda hukuk ve ilahiyat fakültelerinin akademik eğitiminde "reform" yapmayı) teklif etti. AMA hemen kabul etti. Rockefeller ve Carnegie "hayırseverlik" bahanesiyle bir taşla üç kuş vurdular: 1. İşin büyük kısmını başkalarının yapmasına ve masrafların aslan payını üstlenmesine izin vermek (AMA projeyi neredeyse tamamlamıştı; Carnegie ve Rockefeller'ın masrafları sadece 10.000 dolardı). 2. Yine de kamuoyunda (hak edilmemiş) bir imaj primi elde etmek. 3. ABD kamu yaşamının önemli alanları (eğitim, sağlık hizmetleri, yargı, din adamları) üzerinde kontrol sahibi olmak. Sonuç, 1910 yılında yayınlanan meşhur Flexner Raporu oldu. Yazarlar, Carnegie Eğitimin İlerletilmesi Vakfı çalışanı Abraham Flexner ve Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü yönetim kurulu üyesi olan kardeşi Simon Flexner kardeşlerdi. Eğilimli broşürün özü, tıp eğitimi müfredatında farmakoloji derslerine en büyük ağırlığın verilmesi ve tüm "nitelikli" (?!) tıp fakültelerinde araştırma bölümlerinin kurulması yönündeki koşulsuz tavsiyeydi. Rockefeller ve Carnegie hemen "işbirlikçi" üniversitelere vergiden muaf vakıflarından milyonlarca dolar yağdırmaya başladılar. Daha az uyumlu olan eğitim enstitülerinin eli boş kaldı ve sonunda daha iyi finanse edilen rakipleri tarafından sıkıştırıldılar. (1905'te 160 tıp eğitim merkezi varken, 1927'de sadece 80 tane vardı, yani yarısı kadar. 1900'lerde ABD'de bulunan 22 homeopati üniversitesinden sadece ikisi 23 yıl sonra hala varlığını sürdürüyordu. 1950'de homeopatinin hala öğretildiği son üniversite kapanmak zorunda kaldı. O zamandan beri, ABD tıp fakülteleri neredeyse sadece hastalıkların tedavisinde (patentli) farmasötik ilaçların kullanımına ve dolayısıyla (vergi mükelleflerinin parasıyla ödenen) kimyasal-farmasötik araştırmalara odaklanmış ve bu da allopatik ilaçların satışlarının baş döndürücü boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Rockefeller bu şekilde "hayırsever hayırseverliği" ile milyarlarca kar elde etti ve etmeye devam ediyor! Amerikan Tıp Kolejleri Birliği, Rockefeller'ın küresel ilaç karteli için ABD ve Kanada'daki tıp eğitimini kontrol ve manipüle ettiği vergiden muaf vakıfların ana araçlarından biridir. Bu vakıf 1876 yılında, tüm tıp eğitimi kurumlarının standartlarını belirlemek üzere bir hükümet yetkisiyle kurulmuştur. Tıp eğitimine kabul kriterlerine, müfredatın geliştirilmesine, doktorlar için ileri eğitim programlarının tasarlanmasına, tıp mesleği ile iletişime ve propagandaya ("halkla ilişkiler çalışmaları") karar verir. 1901'den beri vakıfları aracılığıyla Rockefeller'lar tarafından finanse ve kontrol edilmektedir. Mecazi anlamda konuşmak gerekirse, özel vakıflar kendi adamlarını fakülte komitelerine ve kilit idari pozisyonlara sızdırmayı başardıklarından beri tıp eğitimi piramidinin tepesini işgal etmişlerdir. Piramidin merkezinde ise Amerikan Tıp Kolejleri Birliği yer almaktadır. Piramidin tabanı, (özel!) vakıfların öğretim kadrosunu kendilerinin seçmesine ve atamasına izin verildiğinden beri sağlamlaştırılmıştır (!). Sonuç olarak, vakıf faaliyetlerinin çoğunluğu her zaman "üniversite tıbbı" ("geleneksel tıp") olarak adlandırılan alana yöneliktir. Vakıflar, 1913'ten bu yana geleneksel tıp alanındaki araştırma ve öğretime hiçbir kısıtlama olmaksızın hükmetmektedir. (Vergiden muaf!) vakıflar tarafından finanse edilen tıp fakültelerindeki öğretim kadrosu, genellikle farkına varmadan, endoktrine edilmekte ve daha sonra yozlaştırılmaktadır. Gözle görülmeyen bir seçim sürecinde, yalnızca kişisel çıkarları nedeniyle farmakolojik araştırmalara ilgi duyan kişiler seçilmektedir. Mali açıdan bağımlı üniversitelerdeki (tek taraflı) eğitim, sponsorlar (ilaç lobisi) tarafından başlatılan ve sağlanan öğretim materyalleri ve öğretim kadrosu tarafından dolaylı olarak dikte edilmekte ve belirlenmektedir. İlaç lobisi, neyin öğretilip neyin öğretilmeyeceğini en ince ayrıntısına kadar fark ettirmeden dikte etmektedir. (Örneğin tıbbın en önemli yönü olan beslenme fizyolojisi tıp eğitiminin bir parçası değildir! Naturopati sadece marjinal olarak, tamamen tahrif edilmiş ve olumsuz bir şekilde ele alınmaktadır). Sonuç olarak, tıp fakültelerimiz, kendi tercihleri ve eğitimleri nedeniyle sadece farmasötik yönelimli "bilimi" ve dünya çapında modern ortodoks "tıpta" hakim olan semptomatik "tedaviyi" propaganda eden öğretim görevlilerinin hakimiyetindedir. Ne öğretim görevlilerinin kendileri ne de öğrencileri, ticari amaçlara, yani ilaç endüstrisinin özel lobisinin kâr hırsına hizmet eden gizli bir seçim sürecinin ürünü olduklarının farkındadır. Modern tıp eğitimi, günümüzde diğer tüm akademik eğitimlerden daha az düşünce özgürlüğü ve olgunluğa izin vermektedir. İlaç lobisinin okul "tıbbı" üzerindeki tehlikeli kontrol edici, yönlendirici ve manipüle edici etkisi tıp fakültelerinin çok ötesine uzanmaktadır. Tıp öğrencisi ve hekim adayı altı, sekiz ya da daha fazla yıllık teorik eğitimden sonra tıbbi uygulama dünyasına adım atar ve burada kartel kontrolünün ikinci güçlü kolu tarafından hemen yakalanır: örneğin Almanya'da İlaç Komisyonu ve Federal İlaç ve Tıbbi Cihaz Enstitüsü (BfArM), ABD'deAmerikan Tıp Birliği (AMA; 1908'den beri vergiden muaf Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü Vakfı tarafından finanse edilmekte, kontrol edilmekte ve yönetilmektedir), Amerikan Kanser Derneği ve Ulusal Kanser Enstitüsü (her ikisi de 1913'ten beri Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü tarafından finanse edilmekte, kontrol edilmekte ve yönetilmektedir). Amerikan Tabipler Birliği'nin (AMA) ortalama bir ABD'li hekim üzerindeki etkisi tamdır, ancak bu etki hekimler tarafından kolayca fark edilememektedir. Birçoğundan birkaç örnek: Bir doktor sadece AMA tarafından onaylanmış bir fakültede doktorasını tamamlayabilir (doktora alabilir). Stajlarını yalnızca AMA'nın standartlarını karşılayan kliniklerde tamamlayabilirler. Eğer uzmanlık eğitimi almak isterse, çalıştığı kurum, stajyer doktor olarak geçirdiği süre ve aldığı sertifikalar AMA'nın gerekliliklerini karşılamalıdır. Uzmanlık ruhsatı, AMA'nın önemli katkılarda bulunduğu federal yasalar uyarınca verilir. Devlet tarafından tanınan bir "etik uygulayıcı" (?!) olarak statüsünün onaylanması için, AMA tarafından yayınlanan prosedürlere (vs. vs.) uygun olarak eyaletindeki tıp birliklerine başvurması ve onay alması gerekmektedir. AMA'nın bir hafta süren yıllık konferanslarında da aynı derecede taraflı "ileri eğitim" alıyorlar. Yüzlerce konferans, seminer ve sergiden, seçilmiş ses ve video kayıtları, kitaplar ve broşürlerin yanı sıra ücretsiz ilaç numuneleriyle dolu bavulları evlerine götürebilirler. Ulusal düzeyde AMA, görev alanını tıp fakültelerinin çok ötesine taşımıştır. AMA, kliniklerin yeni nesil hekimlerin yetiştirmek için "uygunluğuna" karar vermektedir. AMA, hemşirelerin ve hemşirelik personelinin eğitimine müdahale etmektedir. AMA gıda ve ilaçlarla ilgili mevzuatı etkilemektedir. Ve son olarak AMA, "bilimsel olarak tanınmayan" doğal ilaçları "ortaya çıkarmak" ve insanları bu konuda "eğitmek" ve temsilcilerini sözde "şarlatan" olarak karalamak, itibarsızlaştırmak, damgalamak ve hatta suçlu ilan etmekle meşguldür. Bu amaçla, tıpkı kendisi gibi suç örgütlerini (devlet ya da özel) kullanmaktadır: Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), Amerikan Bilim ve Sağlık Konseyi, Tüketici Sağlığı Bilgi Araştırma Enstitüsü, Sağlık Sahtekarlığına Karşı Ulusal Konsey ve Quackwatch, Inc. bunlardan sadece birkaçıdır. Tüm bu kurumlar Rockefeller tarafından kurulmuş ve kontrol edilmektedir. Amerikan Tabipler Birliği, kamuoyunu etkilemek için her yıl televizyon programlarına milyonlarca dolar yatırmaktadır. Washington, D.C.'de ABD hükümeti etrafındaki en zengin ve en aktif lobilerden birini yönetir ve beğendiği ve desteklediği siyasi adaylar için kampanya desteği sağlar. Ve FDA başkanının seçiminde etkili olmaktadır. Vakıf fonlarının (yani vergi mükelleflerinin parasının!) yanı sıra ana gelir kaynaklarından biri de aylık yayınlarıdır. AMA Journal 1883 yılında aylık 3.500 adetlik bir tirajla yayın hayatına başlamıştır. Bugün ise tiraj en az 250.000'dir ve yayın listesi 12 ayrı dergiye ulaşmıştır. Bunların arasında, meslekten olmayanlar için Yellow Press düzeyinde bir tabloid olan Today's Health de bulunmaktadır - tabiri caizse "amatör hekimler" Amerikan Tabipler Birliği'nin yıllık reklam geliri toplamda yirmi milyon ABD dolarını aşmaktadır. Reklamların aslan payı, ABD'deki ilaç endüstrisinin yüzde 95'inin üye olduğu Amerikan İlaç Üreticileri Birliği'nden gelmektedir. Amerikan Tabipler Birliği, onlarca yıl perde arkasında çalıştıktan sonra, 1972 yılında, tıbbın tamamen "devlet" tarafından kontrol edilmesine yönelik ilk ve en büyük adım olan bir yasa tasarısı sunmayı başardı (devlet sadece özel ilaç lobisinin aracıdır - faşizmin karakteristik kriteri) Yasanın adı 92-603 sayılı Kamu Yasasıdır ve Kongre'den geçtikten sonra 20 Ekim 1972 tarihinde Başkan Richard Nixon tarafından imzalanmıştır. Aynı zamanda Meslek Standartları İnceleme Organizasyonu olarak da adlandırılmaktadır. Yasa, Sağlık, Eğitim ve Refah Bakanlığı'na Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tüm hekimlerin mesleki faaliyetlerini gözden geçirmek ve izlemek üzere bir ulusal ve birkaç bölgesel kurul kurma yetkisi vermiştir. Bu kurulların üyeleri hekim olmak zorundadır, ancak devlet kurumları tarafından atanır veya onaylanır ve bu devlet kurumları tarafından kendileri için belirlenen standartlara uymak zorundadır. Bu kurumlar, tüm doktorları ilaç reçetelerini ve tedavi yöntemlerini bu standartlara uydurmaya zorlama yetkisine sahiptir. Devlet (ve dolayısıyla özel ilaç lobisi!) daha önce gizli olan tüm hasta dosyalarına erişim kazanıyor. Buna uymayan, hatta karşı çıkan doktorların muayenehane ruhsatları (onayları) geri alınabilir. Tüm bu konsept Amerikan Tabipler Birliği'nin hukuk departmanı tarafından hazırlanmış ve "Medicredit Yasası "nın bir parçası olarak Kongre'ye sunulmuş, ancak AMA'nın Delegeler Meclisi ya da üyeleri tarafından gerekli olduğu şekilde asla onaylanmamıştır. 1906 yılında Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), Rockefeller'ın kanıtlanmış konseptine göre başlatılan, finanse edilen, kontrol edilen ve manipüle edilen Gıda ve İlaç Saflık Yasası ile kuruldu. 1938 yılında Gıda ve İlaç Yasası genişletilerek tüm ilaç üreticilerinin her yeni ilacı güvenlik açısından test etmesi ve ürün piyasaya sürülmeden önce test sonuçlarını FDA'nın onayına sunması zorunlu hale getirildi. Buraya kadar her şey yolunda. Ancak FDA aynı zamanda "güvensiz" bulduğu herhangi bir maddeyi piyasadan çekme yetkisine de sahipti! Bu durum, özel ilaç lobisinin (devlet / yasa koyucu aracılığıyla) suiistimaline kapı açtı. Devletin "şüpheli" olduğu iddiasıyla tıbbi ürünleri yasaklama "hakkına" sahip olması ve bunu varsayması yeterince kötüydü. Ancak daha da kötüsü oldu: 10 Ekim 1962 tarihli Gıda ve İlaç Yasası'nda yapılan Kefauver-Harris Değişikliği ile FDA'ya "etkisiz" olduğunu düşündüğü her yeni preparatı yasaklama yetkisi verildi! O zamandan beri FDA, muhaliflere karşı isyan ve öfke saçıyor. FDA'nın davacı olarak kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir hukuk mücadelesi sırasında (masrafları vergi mükelleflerine ait olmak üzere!), üst düzey bir FDA yetkilisi karşı tarafın savunma temsilcisine şöyle demiştir: "Biliyorsunuz, eğer bu böyle devam ederse, size karşı başka bir dava nedeni buluruz." FDA'nın faaliyetlerini geçici olarak "denetleyen" Çevre Sağlığı Servisi'nin başkanı Charles C. Johnson Jr. ise, zaten vergi mükellefleri tarafından finanse edilen ancak hala yozlaşmış olan yetkililerin dayanılmaz derecede küstah ve saldırgan tutumunu şöyle özetliyordu: "İtaat cephaneliğimizde çeşitli silahlarımız var." Bu yasalar, ikiyüzlü bir şekilde iddia edildiği gibi bizim "korunmamız" için değildir. Bize karşı bir silah ve küresel, özel ilaç endüstrisinin ve dolayısıyla Kaya Yaprağı ailesi hanedanının, nam-ı diğer "Rockefeller "in kar çıkarları için bir araç olarak hizmet ediyorlar. Gıda ve İlaç İdaresi, on yıllardır, yüzyıllardır ve hatta bin yıllardır denenmiş ve test edilmiş, zararsız ve etkili olduğu kanıtlanmış doğal ilaçların kullanımını alenen savunan kişiler için 30 (otuz!) yıla kadar hapis cezası talep etmektedir! (Şaka değil!). FDA'nın son kararlarına göre, artık doğal maddelerden yapılan besin takviyelerinin (örneğin doğal maddelerden yapılan vitamin takviyeleri) ilaç şirketleri tarafından laboratuvarda yapay olarak sentezlenenlerden (ki aslında öyledir) daha üstün olduğunu kamuya açık bir şekilde belirtmek ve hatta ima etmek yasaktır. Üreticinin artık preparatın hangi hammaddeden yapıldığını etiket üzerinde belirtmesine bile izin verilmemektedir. Bu şekilde FDA, ürünün doğru bir şekilde etiketlenmesini engellemekle kalmıyor, hatta bunu kasten yasaklıyor! FDA'nın en sinsi hilesi, gıda ve tıbbi ürünler arasında yasal bir sınır çizmiş olmasıdır. Papatya ve nane gibi şifalı bitkilerin keyfi bir şekilde "ilaç" olarak "tanımlanması" ile on binlerce bitki ve tereyağı, bal gibi doğal hayvansal ürünler hakkındaki şifa iddiaları "yasadışı" ve kanunen cezalandırılabilir! ABD ve Kanada'da, C vitamini içeren narenciye yemenin ya da suyunu içmenin soğuk algınlığına iyi geldiğini açıkça söyleyen ya da yazan herkes kovuşturmaya uğrayabilir! (Bu da şaka değil!). Sadece ilaç endüstrisinin, "ilaç" olarak yeniden tanımlanan bitkiler ve içerikleri hakkında iyileştirici iddialarda bulunmasına ve bunları "doğal ilaçlar" olarak tanıtmasına ve satmasına izin verilmektedir! (Yeni Zelanda'da 2010 yılında, kişinin kendi bahçesinde gıda bitkileri yetiştirmesini ve tüketmesini izne ve kontrole tabi kılan bir yasa bile çıkarıldı [Yeni Zelanda Hükümeti Gıda Yasası 160 - 2 26 Mayıs 2010 / 22 Temmuz 2010]. O zamandan bu yana, ABD'de "sağlık ve naturopati" konusunda yayın yapan veya konferans veren sayısız kişi bu kısıtlayıcı yasalara dayanılarak tutuklandı, suçlandı ve mahkum edildi; bu tür ifadeler içeren kitaplar ve diğer basılı materyaller mahkeme kararıyla yasaklandı. Kısıtlayıcı yasalar keyfilik için bir şablon sunmaktadır: Obeziteyle mücadele için diyet değişikliği öneren herkes "ruhsatsız hekimlik" yapıyor demektir! Kabızlık için bol lifli çiğ bitkisel gıda öneren herkes "ruhsatsız tıp" uyguluyor demektir! İshal için kurutulmuş yaban mersini veya kömür tabletleri öneren herkes "ruhsatsız tıp" uyguluyor demektir! Şifalı kil paketleri öneren herkes "ruhsatsız hekimlik" yapıyor demektir! (Şaka değil!) Bu, kimya ve ilaç lobisinin çıkarları adına ve çıkarları için devlet terörü ve zorbalığının yanı sıra halkın köleleştirilmesi ve tecavüze uğramasıdır! "Kutsal" Ortodoks tıbbın on emri: İlk emir Ben doktorum, beyazlar içindeki tanrınız. Benden başka terapistin olmayacak. İkinci emir Doktorunun adını saygıyla anacaksın. Üçüncü emir STIKO (Daimi Aşılama Komisyonu'nun) aşı randevularına katılacaksın. Dördüncü emir İlaç üreticilerini ve eczacıları onurlandıracaksın. Beşinci emir Aşıya karşı çıkanlardan uzak duracaksın. Altıncı emir Doktorunla yaptığın anlaşmayı bozmayacaksın. Yedinci emir Kritik sorular sorarak doktorunun zamanını boşa harcamayacaksın. Sekizinci emir Aşılama hakkında olumsuz konuşmayacaksın. Dokuzuncu emir Aşılama fikrinden şüphe etmeyeceksin. Onuncu emir Aşı olmayanların sağlığına göz dikmeyeceksin "1978 yılında, Teknoloji Değerlendirme Ofisi geleneksel tıp üzerine büyük bir çalışma yürütmüş ve bulgularını Kongre'ye sunmuştur. Geleneksel tıpta kullanılan tedavilerin %80-90'ının klinik olarak kontrollü çalışmalarla kanıtlanmadığı sonucuna varıldı. Başka bir deyişle, bu tedaviler bilimsel olarak kanıtlanmadan kullanılıyor ve öğretiliyordu. Ulusal Bilim Akademisi 1985 yılında aynı çalışmayı tekrar yürüttü ve aynı sonuca vardı." - Ghislaine Saint-Pierre Lanctôt: "Die Medizin- Mafia", Hirthammer, Münih 2004, s. 183, yeni baskı Jim Humble Verlag 2017. Dr. Robert S. Mendelsohn: "Hiçbir doktora güvenmeyin. Modern tıbbın muazzam tehlikeleri ve kendinizi bunlardan nasıl koruyacağınız üzerine. Bir tıp sapkınının itirafları", 1979-2009. alıntılar: Önsöz, s. XI: "Hastalıkların geleneksel tıbbi tedavisinin nadiren başarılı olduğuna ve çoğu zaman tedavi etmeyi amaçladığı hastalığın kendisinden bile daha tehlikeli olduğuna inanıyorum. Aslında asıl tehlikenin hastalık OLMAYAN hastalıkların yaygın tedavisinde yattığına inanıyorum - ilk etapta gerçek hastalıklara yol açan ve doktorun daha sonra oluşan hasarı onarmak amacıyla daha da tehlikeli yöntemlerle tedavi ettiği tedaviler. Tüm modern geleneksel tıbbın - doktorlar, klinikler, ilaçlar, aletler - %90'ından fazlasının yeryüzünden güvenli bir şekilde yok olabileceğine inanıyorum. İnsanların sağlığı derhal ve büyük ölçüde iyileşecektir." Sayfa 54: "Hastanın bakış açısından, mümkünse ilaçsız tedavi olmak istemesi elbette çok anlaşılabilir bir durumdur. Doktorun bakış açısından ise bu tamamen saçmadır. Bir kez daha doktorun çıkarlarının hastanınkilerle bağdaşmadığını görüyoruz." "Öyleyse vücudunuza şu ya da bu tehlikeli maddeyi vermeniz için size talimat veren kişinin nasıl biri olduğunun farkına varın. O zaman kendinizi savunma güçlerinizi harekete geçirmek sizin için artık zor olmayacaktır." Sayfa 141f: "Şeytanın rahibi." Doktorlar gerçekte Ortodoks tıp kilisesinin rahipleridir ve insanlar genellikle onların hayatlarımız üzerindeki özel etkilerini inkar etmezler. Ne de olsa doktorlar dürüst, köklü, zeki, güvenilir, sağlıklı, eğitimli ve yetenekli insanlardır, öyle değil mi? Doktor, geleneksel tıp kilisesinin dayandığı kayadır, değil mi? En azından yakından değil. Doktorlar sadece insandır - ve en kötü türdendir. Doktorunuzun yukarıda bahsedilen iyi niteliklerden herhangi birine sahip olduğunu varsayamazsınız, çünkü doktorlar aynı zamanda dürüst olmayan, yozlaşmış, ahlaksız, hasta, eğitimsiz ve düpedüz aptal olabilirler - ve toplumun geri kalanının ortalamasından çok daha sık. Doktorların belirli durumlarda ne kadar aptalca davrandıklarına dair en iyi örnek, kamuoyunun bilgisi dahiline girmiştir. ABD Senatosu Sağlık Komitesi'ndeki bir oturum sırasında Senatör Edward Kennedy, genç bir adamken omzunu incittiği bir kayak kazasını hatırladı. Babası çocuğu muayene etmeleri ve tedavi önerilerinde bulunmaları için dört uzman çağırmıştı. Üçü ameliyattan yanaydı. Ancak Kennedy'ler ameliyat olmak istemeyen dördüncü uzmanın tavsiyesine uymuşlar. O da diğerleri kadar tıbbi yeterliliğe sahipti. Yaralanma iyileşti ve Edward Kennedy'nin Senato'daki meslektaşları Vermont Üniversitesi'nde tıp profesörü olan ve hastanede yatan hastaları kayıt altına alan ünlü bir sistemin kurucusu olan Dr. Lawrence Weed'i bu örnek üzerinden sorguladılar. Dr. Weed şu cevabı verdi: "Senatörün omzu ameliyat edilmiş olsaydı muhtemelen aynı şekilde iyileşirdi." Doktorların ahlaki açıdan dürüst olmalarına da güvenilemez. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Robert H. Ebert ve Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Lewis Thomas, Squibb Corporation'ın en çok satan ilaçlarından biri olan Mystecline üzerindeki yasağın kaldırılması için Sağlık Bakanlığı'nı ikna etmeye çalışırken Squibb Corporation'a ücretli danışmanlık yapmışlardır. Olay ortaya çıktığında Dr. Ebert "bildiğim ve inandığım kadarıyla tavsiyelerde bulundum. Bunlar dürüst görüşlerdi" dedi. Ancak hem kendisine hem de Dr. Thomas'a ödenen miktarı açıklamayı reddetti. Dr. Ebert daha sonra bu ilaç şirketinin direktörlüklerinden birine getirildi ve halihazırda 15.000 $ değerinde şirket hissesine sahip olduğunu itiraf etti. 1972 gibi erken bir tarihte, o zamanlar Case Western Reserve Üniversitesi'nde görev yapan ve kanser ve doğum kusurlarına neden olan kimyasallar konusunda dünya çapında otoritelerden biri olan Dr. Samuel S. Epstein, Senato Beslenme ve İnsan İhtiyaçları Komitesi'ne "Ulusal Bilimler Akademisi'nin çıkar çatışmalarıyla dolu olduğunu" söylemiştir. Gıda katkı maddelerinin [güvenliği] gibi kritik mevzuat hakkında karar veren komitelerin genellikle yabancıların ya da düzenlemeye tabi tutulacak çıkar gruplarının doğrudan bağlantılarının hakimiyetinde olduğunu bildirdi. "Bu ülkede, davanızı savunmak için ihtiyaç duyduğunuz gerçekleri ve rakamları satın alabilirsiniz" dedi. Bilimsel araştırma alanında, sahtekarlık ve aldatma uzun zamandır günün düzeni haline geldi, öyle ki artık manşetlere bile çıkmıyor. Günümüzün geleneksel tıbbının ve aşı çılgınlığının temeli de budur; bunlar da sadece itaat ve körü körüne inanç, bir tür ikame din talep etmektedir. Hekiminiz size aşağıdaki soruları sormadan bir ilaç yazarsa: - İlaç kullanımı - diyetiniz - su tüketiminiz - uyku ritminiz - egzersiz davranışınız - hayatınızda herhangi bir sorun ve stresiniz o zaman o bir hekim değil, uyuşturucu satıcısıdır! Not: Fazla zamanım olmadığı için yukarıda yazdıklarımın çoğunu internetten "çaldım", yani kopyaladım. Çünkü her şeyi kendim yazmış olsaydım, kitaplığımdan en az 5 kitap elime alıp birkaç gün boyunca doğru bilgileri alıntılamam gerekirdi. "Çalınması" ve tercüme edilmesi bile 4 - 5 saat zamanımı aldı! Yukarıda yazılanlar onlarca kişiden alınan bilgilerdir. Bu bilgiler düşüncelerinizi değiştirmeyi değil, düşüncelerinizi desteklemeyi amaçlamaktadır! Kaynaklar: Schulmedizin Rockefeller Institutionen Rockefeller - die vorsätzliche Unterdrückung Pharma Cartel
  19. İlaç kartelinin tarihçesi 15 Mayıs 1911 ABD Yüksek Mahkemesi, John Rockefeller ve Trust'ını (ömür boyu kayyumluk) yolsuzluk, yasadışı iş uygulamaları ve organize suçtan suçlu bulur. Bu kararın bir sonucu olarak, o dönemde dünyanın en büyük iş holdingi olan Rockefeller Standard Oil Trust'ın tamamının parçalanmasına karar verilir. Ancak Rockefeller zaten Yüksek Mahkeme'den daha yüksekteydi ve onun kararını umursamadı. 1913 Rockefeller, kamuoyunun dikkatini dağıtmak ve kendisi ve diğer vicdansız işadamları üzerindeki siyasi baskıdan kaçmak için "hayırseverlik" hilesine başvurur: haraçtan elde ettiği yasadışı gelirler Rockefeller Vakfı'nın kuruluşuna aktarılır. O andan itibaren bu vergi cenneti, ABD'deki sağlık sektörünü stratejik olarak ele geçirmek için kullanıldı. Rockefeller Vakfı, Rockefeller ve suç ortaklarının yeni bir küresel iş projesinin paravan kuruluşunu oluşturur. Bu yeni iş kolunun adı ilaç yatırım işidir. Rockefeller Vakfı'ndan gelen bağışlar sadece tıp üniversitelerine ve hastanelere akmaktadır. Bu şekilde bu kurumlar, gelişmekte olan şirketlerin misyonerleri haline gelir: patentli, sentetik ilaç üreticileri. 1918 Rockefeller Vakfı, İspanyol gribi salgınını - medyanın da yardımıyla (o dönemde zaten Rockefeller çıkarları tarafından kontrol ediliyordu) - kendi patentleri kapsamında olmayan her türlü ilaca karşı bir cadı avı başlatmak için kullanır. Sonraki 15 yıl içinde, ABD'deki neredeyse tüm tıp fakülteleri, çoğu hastane ve Amerikan Tabipler Birliği, Rockefeller'ın ilaç yatırım işine hakim olma arzusuyla tüm sağlık sektörüne boyun eğdirme stratejisinde sadece birer piyon haline geldi. "Rahibe Theresa" imajıyla gizlenen Rockefeller Vakfı, aynı zamanda ilaç yatırım işi için diğer ülkeleri ve tüm kıtaları fethetmek için de kullanılıyor - tıpkı Rockefeller'ın sadece birkaç on yıl önce petrokimya yatırım işiyle yaptığı gibi. 1925 Atlantik'in diğer yakasında, Almanya'da, Rockefeller'ın ilaç pazarının küresel kontrolüne yönelik teklifiyle rekabet etmek için ilk kimya/ilaç karteli kurulur. Bayer, BASF ve Hoechst gibi çok uluslu Alman şirketlerinin başını çektiği I.G. Farben kartelinin toplam 80.000'den fazla çalışanı vardır. Küresel üstünlük için yarış başladı. I. G Farben (I. G. Farbenindustrie AG) InteressenGemeinschaft için I. G. = çıkarlar topluluğu Farbenindustrie = Boya endüstrisi Aktiengesellschaft için AG = Anonim Şirketi IG Farben "Boya" terimi, modern kimya endüstrisinin kökenlerinin boyaların geliştirilmesine dayanmasından kaynaklanmaktadır; aslında, mühimmat ve ilaç üretimi de dahil olmak üzere tüm kimya endüstrisinin adıydı. Kahin 29 Kasım 1929 ABD'deki Rockefeller Karteli ve Almanya'daki I.G. Farben Karteli dünyayı çıkar alanlarına bölmeye karar verir - Rockefeller'in 18 yıl önce ABD'yi "çıkar bölgelerine" böldüğü için mahkum edildiği suçun aynısı. 1932 / 33 Aynı derecede doyumsuz olan I.G. Farben karteli 1929'da yapılan anlaşmaya artık uymamaya karar verir. Almanya'da, I.G. Farben Karteline askeri yollarla dünya hakimiyetini sağlama sözü veren gelecek vaat eden bir politikacıyı destekler. Kartel, bu politikacının seçim kampanyalarını milyonlarca Reichsmark ile finanse eder, böylece iktidarı ele geçirmesini ve demokrasinin diktatörlük lehine ortadan kaldırılmasını sağlar - ve sözünü tutar, kısa süre sonra bir terör savaşına yol açan bir fetih savaşı başlatır. Hitler'in Wehrmacht'ının işgal ettiği her ülkede ilk icraatı kimya, petrokimya ve ilaç endüstrilerine el koymak ve bunları - tamamen bedelsiz olarak - I.G. Farben imparatorluğuna devretmek olur. 1942 - 45 I.G. Farben karteli, patentli ilaçlardaki küresel liderliğini pekiştirmek için patentli ilaç maddelerini Auschwitz, Dachau ve diğer birçok yerdeki toplama kamplarında mahkumlar üzerinde test etmektedir. Bu insanlık dışı deneyleri gerçekleştirmenin mali karşılığı doğrudan Bayer, Hoechst ve BASF'nin banka hesaplarından bu toplama kamplarını işleten SS'in hesaplarına akmaktadır. 1945 I.G. Farben'in küresel petrol ve ilaç piyasalarını kontrol etme planı başarısız oldu. ABD ve diğer müttefikler İkinci Dünya Savaşı'nı kazandı. Bedeli ağır oldu: Amerikan birliklerinden ve diğer müttefiklerden çok sayıda asker bu çatışmada hayatını kaybetti. Savaş başkaları tarafından kazanıldı: Kaybedenlerin ekonomik payları - I.G. Farben - Rockefeller Grubu (ABD) ve Rothschild/J.P. Morgan'a (Büyük Britanya) gitti. 1947 Nürnberg Savaş Suçları Mahkemesinde Bayer, BASF, Hoechst'in 24 yöneticisi ve I.G. Farben kartelinin diğer yöneticileri insanlığa karşı suç işlemekten yargılanır. Bu suçlar şunları içermektedir: Saldırı savaşı yürütmek, köleleştirme ve toplu katliam. ABD Başsavcısı Telford Taylor kapanış konuşmasında, suçlu şirket liderlerinin işlediği suçları şu sözlerle özetledi: "I.G. Farben olmasaydı, İkinci Dünya Savaşı mümkün olmazdı." Ancak şaşırtıcı bir şekilde, İkinci Dünya Savaşı sonucunda 60 milyon insanın ölümünün gerçek failleri - I.G. Farben yöneticileri - en hafif cezaları almaktadır. I.G. Auschwitz'de işlenen suçlardan doğrudan sorumlu olan yöneticiler bile en fazla on iki yıl hapis cezası almaktadır. Şaşırdınız mı? Şaşırmamalısınız. Nelson Rockefeller 1944 yılında ABD hükümetinin yürütme organına katılmıştı. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olarak göreve başladı ve birkaç yıl içinde Başkan Truman'ın Özel İşlerden Sorumlu Özel Danışmanı oldu. Başka bir deyişle, 20. yüzyılın önemli anlarında Rockefeller çıkarları masada bir koltuğa ve doğrudan bir etkiye sahiptir. Savaş sonrası dünya düzeninin nasıl olması gerektiğine ve küresel zenginliğin nasıl dağıtılacağına onlar karar verir. Bu şekilde, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın etkisi altında, Nuremberg'in I.G. Farben yöneticilerine karşı verdiği kararlar kolayca açıklanabilir. Nelson Rockefeller, I.G. Farben'in ekonomik hisselerini devralması ve bunun sonucunda petrol ve ilaç sektörü üzerinde küresel bir kontrol kurması karşılığında, İkinci Dünya Savaşı'nın gerçek suçlularının idam edilmemesini sağlamıştır. Aslında, göreceğimiz gibi onlara hala ihtiyaç vardı. 1949 Federal Almanya Cumhuriyeti kurulur. Tarihte ilk kez, sanayileşmiş bir ulusun ve toplumunun anayasası ilaç yatırım işine göre planlanabilir ve şekillendirilebilir: Rockefeller çıkarlarının bir siperi, transatlantik bir ileri karakolu olarak. Sadece birkaç yıl içinde, Nürnberg'de mahkum edilen I.G. Farben görevlileri hapisten çıktı ve Rockefeller çıkarlarının temsilcileri olarak eski pozisyonlarına geri döndü. Örneğin Auschwitz'de işlediği suçlar nedeniyle on iki yıl hapis cezasına çarptırılan Fritz Ter Meer, 1963 yılında Almanya'nın en büyük ilaç şirketi Bayer'in CEO'su olarak geri döner! 1945 - 49 Rockefeller kardeşlerin rolü, petrol ve ilaç sektöründeki küresel tekeli ele geçirmeleriyle sınırlı değildi. Zengin meyveler verebilmesi için, bu iş için siyasi çerçeveyi de sağlamaları gerekiyordu. Birleşmiş Milletler 1945 yılında San Francisco'da onların etkisi altında kuruldu. Savaş sonrası dünyanın siyasi kontrolünü ele geçirmek için, hepsi de önde gelen ilaç ihracatçısı ülkeler olan üç ülkeye tam oy hakkı verildi ve kurumda söz sahibi olurken, diğer 200 ülke sadece seyirci rolünü oynamak zorunda bırakıldı. (Birleşmiş Milletler" her zaman Rockefeller ailesinin favori projesi olmuştur. Şu anda BM binasının bulunduğu araziyi bağışladılar. Kahin) Sözde dünya halklarının iyiliğine hizmet etmek üzere kurulan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi BM alt örgütlerinin kısa süre içinde küresel petrol ve ilaç çıkarlarının siyasi kollarından başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Kaynak: the history of the pharma cartel
  20. 21/03/2024 Peter F. Mayer Araştırmacı Sandi Adams: Sözde "gıda dönüşümü", küresel gıda arzını kontrol etmek için çiftçilere karşı yürütülen bir savaştan ibaret Sözde "gıda dönüşümü", küresel gıda arzını kontrol etmek ve çiftçilere karşı bir savaş yürütmek için küreselciler tarafından yönetilen bir komplodan başka bir şey değildir. Colchester Council Watch ile "gıda dönüşümü" kisvesi altında küresel gıda üretimini kontrol etmeye yönelik Birleşmiş Milletler liderliğindeki bu program hakkında konuşan araştırmacı ve uzman Sandi Adams'a göre bu böyle. Resmi olarak "gıda dönüşümü", gıda üretimi ve tüketiminde daha sürdürülebilir yöntemlere geçişi tanımlamak için kullanılan gevşek tanımlı bir terimdir. Bu terimin çok gevşek bir şekilde tanımlanması, kötü niyetli aktörlerin bu terimi, özellikle de dünyanın dört bir yanındaki çiftçilere zarar verecek şekilde kötüye kullanmasına izin vermiştir. Bu durum, Hollanda'dan Hindistan'a kadar tüm dünyada çiftçilerin öncülük ettiği protestolara yol açmıştır ve protestolar devam etmektedir. Bu çiftçiler, yerli üretimi baltalayan ve fiyatları düşüren ürünlerin ithalatına yol açan neoliberal ticaret politikaları, devlet desteğinin geri çekilmesi ya da gerçekçi olmayan hedefler belirleyen iklim politikalarının uygulanması nedeniyle geçimlerini sağlamakta giderek daha fazla zorlanıyor. Adams, İngiltere'de, özellikle de İngiltere'nin güneybatısındaki kırsal Somerset bölgesinde tarıma yönelik planları anlattı. BM'nin gıda dönüşümü gündeminin son derece zengin, hesap vermeyen ve seçilmemiş bir grup elit tarafından bölge çiftçilerine nasıl aktarıldığını belirtti. Adams, "Çiftçilerin bunun nereye gittiğini ve şimdi bir şeyler yapmazsak çiftçiliğin öleceğini gerçekten anlamalarını sağlamalıyız" dedi. Adams sözlerine şöyle devam etti: "İngiltere'deki çiftçiler baskı altında, ancak en kötü baskı, bakanlıktan bir adamın tüm çiftlikleri ziyaret etmesi ve önümüzdeki üç yıl içinde çeşitlendirmeye gitmediğiniz ve et, süt ve koyun yetiştiriciliğini bırakmadığınız takdirde sübvansiyonlarınızın kademeli olarak kesileceğini söylemesi." " Çiftçilere sübvansiyonların kesilmesi gerektiği ve çiftliklerini çeşitlendirip iş kurmaları gerektiği söylendi." "Bu, Birleşmiş Milletler direktifine kadar uzanan küresel bir gündem. Uzun süredir devam ediyor." Tarım, gerçek anlamda büyük ölçekli bir tarımsal teknoloji endüstrisine dönüşmüştür. Çiftlikler ya BlackRock, Vanguard ve diğerleri gibi büyük varlık yöneticilerinin ya da doğrudan milyarderlerin ve onların vakıflarının sahip olduğu tarım grupları tarafından satın alınıyor ya da üretimleri devralınıyor. "Bu devasa şirket çiftliklerini inşa edebilmek için çiftçilere çiftçilik yapmamaları için para ödeniyor. "Genetiği değiştirilmiş ve robotik merkezli olacak." Ortak nokta, çiftçiliğin şu ya da bu şekilde kasıtlı olarak imkansız ya da mali açıdan sürdürülemez hale getirilmesidir. Amaç, çoğu çiftçiyi topraktan uzaklaştırmak ve doğal olarak kıtlığa yol açacak ve gıda güvenliğini baltalayacak bir gündemi dayatmaktır. Bu 'gıda dönüşümünün' ayrılmaz bir parçası da 'iklim acil durumu' söylemi ve karbon ekonomisi ve karbon ticareti ile ilişkili 'net sıfır' ideolojisidir. WEF ve BM, 'net sıfır' hedeflerine ulaşmak için hükümetlere tarımı baskı altına almaları ve bildiğimiz tarım ticaretini ortadan kaldırmaları yönünde baskı yapıyor. WEF, geleneksel et ve süt ürünleri yerine, tarımın yerini genel tüketim için şirket kontrolünde, böcek bazlı "gıdaların" alması için bastırıyor. Bu arada, Amerika'nın en büyük tarım arazisi sahibi Bill Gates, laboratuvarda yetiştirilen "etini" tanıtıyor. - Çeviri sonu - Kaynak: gida dönüşümü çiftçilere karşı bir savaşdır İnternette gezinirken bir Türk e-gazetesinde aşağıdaki mesajı fark ettim. Bu mesajın özelliği, kavramsal gücünü burada okuyabilmemiz; kavramsal güc burada gün ışığına çıkıyor: Işıklar, iklim krizine dikkat çekmek için bir saat kapanacak "Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF) iklim krizi ve doğa kayıplarına dikkat çekmek için 2007’den bu yana sürdürdüğü küresel etkinlik Dünya Saati, bu yıl 23 Mart'ta 'Dünya için bir saat ver' temasıyla düzenlenecek. Işıklar cumartesi akşamı 20.30-21.30 arasında bir saatliğine kapatılacak." Işıklar iklim krizine dikkat çekmek için bir saat kapanacak Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nın (WWF) kimler tarafından ve ne amaçla kurulduğunu bilmiyorsanız, buradan okumalısınız: 24/06/2011 Lars Langenau WWF ne kadar endüstri dostu? Kuruluşunun 50. yıldönümü münasebetiyle WDR, dünya çapında faaliyet gösteren bu ünlü çevre derneğinin perde arkasını araştırdı. Bu çarpıcı belgesel, kuruluşun endüstrinin çıkarlarına ve milyarlarca dolarlık kârına ne kadar derinden bağlı olduğunu gösteriyor. WDR araştırmasına göre, yıllık yaklaşık 500 milyon avroluk bağışları, 4.000'e yakın çalışanı ve 100'den fazla ülkedeki şubeleriyle etkili bir çevre örgütü olan WWF, endüstrinin çıkarlarıyla iç içe geçmiş durumda - rapor, derneğin çalışmalarının "Yaşayan bir gezegen için" sloganıyla uyumlu olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor. WDR'nin "Panda ile Anlaşma" adlı belgeselinde, Wilfried Huismann, bağışçıların iyi niyetinin bazen gezegenin korunmasına pek de hizmet etmeyen çıkarlar uğruna zorlandığını öne sürüyor. Huismann, WWF'nin şüpheli şirketlerin "sürdürülebilirlik sertifikaları" almalarına yardımcı olduğunu belgeliyor. Kuruluş, tarım devi Monsanto ve çok uluslu Wilmar gibi genetik mühendisliği şirketleriyle "yuvarlak masalarda" çalışıyor ve soya ve palmiye yağını "sürdürülebilir" bir şekilde ürettiklerini onaylıyor. Kaplan için bir milyon yerlinin sürülmesi Diğer şeylerin yanı sıra, Hindistan ve Endonezya'da yüzyıllardır kutsal sayılan vahşi hayvanlarla birlikte yaşayan yerli halkların kitlesel olarak ve genellikle şiddet kullanılarak yerlerinden edilmelerini örnek gösteriyor. Huismann, kaplanları korumak için bir milyon yerlinin yerinden edileceği iddia edilen Hindistan'a gitti; ancak yerel aktivistler bunun saçmalık olduğuna inanıyor. WWF'nin kaplan projesi 1974'ten bu yana, henüz 5.000 kaplan varken devam ediyor. Bir çevre aktivisti, eğer başarılı olsaydı, şu anda orada en az 8.000 kaplanın yaşıyor olması gerekirdi diyor, ancak görünüşe göre çok daha az sayıda var. Ve bu az sayıdaki büyük kediler, WWF'nin kendi seyahat şirketinden eko-turistler tarafından günde sekiz saat boyunca ve 155 cip ile bir kaplan rezervinde sadece onlara bakmak için takip ediliyor. Araştırmaya göre, varlıklı konuklar bunun için yaklaşık 10.000 dolar ödemek zorunda - yerel aktivistler orijinal ormanın ekoturizm adına yok edildiğinden şikayetçi. Huismann'a göre, sadece büyük bir banka WWF ile "iklim ortaklığı" için 100 milyon dolar bağışta bulunuyor. Ancak aynı banka Endonezya'da, yağmur ormanlarının büyük bir bölümünü yok eden palmiye yağı şirketlerinin ormansızlaşmasını finanse ediyor. Buna rağmen WWF, Sürdürülebilir Palm Yağı Yuvarlak Masası'nda (RSPO) gıda endüstrisinin büyük oyuncularıyla birlikte yer almaktadır. Para ve kan soyluluğu ile iç içe Film aynı zamanda WWF ile para ve kan soyluluğunun iç içe geçmişliğini de belgeliyor. Prens Philip WWF'nin onursal başkanıdır. WDR'ye verdiği özel bir röportajda hayvanların avlanmasını şöyle gerekçelendiriyor: "Türler arasında bir denge kurulmalı. Bunu doğaya bırakamazsınız. Yırtıcıları yok ederek hayvanları korumuş olursunuz." İngiliz Kraliçesi'nin 90 yaşındaki kocası, 1961'de öldürdüğü kaplanı sadece bir tane olduğunu söyleyerek savunuyor. Gizli "1001 Kulübü" WWF bir zamanlar büyük ölçüde Avrupa aristokrasisinin üyeleri tarafından kurulmuştu. Huismann, derneğin aristokrasinin sömürgecilikten kurtulma dönemlerinde avlanma alanlarından korktuğu için ortaya çıktığından şüpheleniyor - sloganları hala sömürgeciliğin sloganıydı: "Doğa insanın yokluğudur - en azından yerlinin" diyor Huismann. Örgütün ilk başkanı olan Hollanda Prensi Bernhard, bugün hala Batı'nın seçkinlerinin bir araya geldiği bir tür WWF destekçileri derneği olan "1001 Kulübü "nü de kurmuştur. Üyeleri ağırlıklı olarak sanayicilerden oluşmaktadır. - Makaleden kısaltılmış alıntı - wwf endüstriyle birlikte masada wwf ve prens philip
  21. @Maddeci Öncelikle, yukarıda etoburlar yerine etçiler diye anlamışım! Türk erkeklerinin ortalama boyu en fazla 172 filan. Yaşlıları katarsan 169 civarıdır. Nereden biliyorum? Türkiye de yaşıyorum. Senin gibi Avrupa da değilim. Yukarıda belirtilen veriler, Türk makamları tarafından DSÖ'ye iletilen resmi verilerdir. Zeka sabit bir şey midir yani değiştirilemez midir? Ben sonradan çok başarılı olan bir sürü kişi gördüm. Zeka doğumla gelir! Ve, başarılı olmanın zeka ile ne ilgisi var? Bana bir örnek gösterebilirmisin?
  22. @Maddeci Milletçe et ve süt ürünü tüketemiyoruz zaten. Belki de o yüzden bu kadar kuş beyinliyiz. "Kuş beyinli" olmak dinden dolayıdır. "Allah" ve hocalar onlar için düşünürken dindarlar neden kendileri için düşünsün? Hatta kısa boyluyuz. Türk halkı kısa boylu değil. Son verilere göre, 2023 yılında dünya çapında erkeklerin ortalama boyu yaklaşık 173 cm'dir. Türkiye ortalaması 176 cm'dir Dünya genelinde kadınların ortalama boyu ise 161 cm'dir. Türkiye ortalaması 161 cm'dir Dünya boy ölçüleri listesi Bana göre, boy büyüklüğündeki bölgesel farklılıkların ana nedenleri kalıtım ve beslenme standartlarıdır. Protein açısından zengin bir diyet önemlidir ve bu nesiller boyunca fark edilir. Doğaya bakıyorum da etçiller hep daha zeki ve üstün. Acaba bunun bilimsel sebebi ne? Önce zeka gelir sonra et! Yani "zeki" olan çabuk et bulur. Bilimsel sebebi budur. Ayrıca zeki terimi hakkında da yanlış bir anlayışa sahibiz. Çoğu insan sırf eğitimli olduğu için bir kişinin aynı zamanda zeki olduğunu düşünür. Bu yanlış. Kişisel tecrübelerime göre, akademisyenler en aptal olanlardır. Ne kadar çok eğitim, o kadar çok aptallık. Kara delikler, Büyük Patlama, zamanda yolculuk, ışık hızında seyahat, virüs, bağışıklık sistemi ve bulaşıcı hastalıklar gibi kavramlar kimin beyninden çıkıyor? Aynen! Eğitim satın alınabilir ama zeka satın alınamaz. Ya da başka bir deyişle, zeka neredeyse her derecedeki eğitimin yerini alabilir, ancak eğitim zekanın yerini alamaz. Zeka nedir ki zaten? Kimin zeki olup olmadığını kim belirler? İnsanların yalnızca aklı vardır ve akıllarını doğru kullanabilmeleri için mantıklı düşünebilmeleri gerekir. Mantık, çelişkiye düşmeden tanımlama sanatıdır. Ve mantığını çelişkiye düşmeden kullanan çok az insan vardır. Bunu sadece alfa hayvanlar ve alfa ikameleri (beta hayvanlar) yapabilir. Bu, doğanın bunu bu şekilde tasarladığı anlamına gelir. Alfaların zihinleriyle ilgili özel olan şey, ağ bağlantılı bir şekilde düşünebilmeleridir. Bu, beyinlerinin 5 duyu aracılığıyla aldığı bilgileri daha iyi bağlamalarını sağlar. Bu bahsettiğin teorilerine göre bütün milletleri bizim millet gibi ekmek kafalı ve kısa boylu mu yapmak istiyorlar? Hayır, insanları "öldürmek" istiyorlar. Doğanın 5 biyolojik yasasını biliyorlar! İnsanlar protein almadan hastalanır, buna yetersiz beslenme denir. Ve bazı biyolojik çatışma programlarında, protein olmadan hayatta kalamayız. Burayı anlayamadım. Daha detaylı açıklarmısın? Biyometrik veriler: Parmak, yüz, davranış Biyometrik doğrulama, bir kişinin iddia ettiği kişi olup olmadığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğrulamanın bir yoludur. Bir biyometrik doğrulama sistemi, belirtilen verileri bir veritabanındaki doğrulanmış kullanıcı bilgileriyle karşılaştırır. Geleneksel sistemlerde bu bilgiler şifrelerdir. Biyometrik kimlik doğrulamada ise bu bilgiler fiziksel veya davranış tabanlı özelliklerdir.
  23. Et yok, araba yok, seyahat yok: C40 Kentleri İklim değişikliğiyle mücadele bahanesiyle, C40 Kentleri adı altında neredeyse distopik bir program: İnsanlar 2030 yılından itibaren et, süt, kendi arabaları ve tatilleri olmadan yaşayacaklar. Kulağa distopik bir filmden fırlamış gibi geliyor ama gerçek. Dünyanın dört bir yanından yaklaşık 100 şehir "C40 Kentleri İklim Liderliği Grubu" adında bir koalisyon oluşturdu. Klaus Schwab'ın Dünya Ekonomik Forumu tarafından desteklenen C40, 2030 yılı için kendisine "iddialı hedefler" belirledi. Bu hedefler arasında sadece bir seçki olan aşağıdaki hedefler yer almaktadır; aşağıdaki bağlayıcı kurallar şehirlerin sakinleri için geçerli olacaktır: Sıfır kilogram et tüketimi, sıfır kilogram süt ürünü tüketimi, kişi başına yılda en fazla üç yeni giysi, sıfır özel araç, kişi başına her üç yılda bir kısa mesafeli uçuş (1.500 km az). Bahsedilen hedefler "iddialı hedefler "dir, ancak daha az iddialı hedefler pek de iç açıcı değildir: örneğin, et tüketimi 2030 yılına kadar sıfıra indirilemezse, kişi başına yılda en fazla 16 kilogram ete izin verilecektir, yani günde 44 gram. Ve yılda üç yeni giysi yerine sekiz yeni giysiye izin verilecektir. Programa katılan şehirlerin tam listesi resmi C40 web sitesinde bulunabilir. Türkiye'den İstanbul da listede yer alıyor. Ağın merkezi Londra'da bulunmaktadır! Burada Türkçe iki web sitesi buldum: İmamoğlu C40 zirvesinde: hedefimiz yeşil İstanbul C40 kentleri iklim liderliği
  24. @somebody Ancak devletlerin resmi olarak tanımaması güvenirliğini sorgulanıyor. Sadece o değil. Burada, tek gözlü haydutun elektronik dünyasının (Big Tech'in) da sahibi olduğunu eklemek lazım. Bill Gates, Elon Musk, Jeff Bezos ve Zuckerberg gibi tipler şirketlerinin sahibi değildir. Onlar sadece kukla ve en fazla multimilyonerdirler. Sistem şu şekilde işliyor: "Varlıklarınızı" bir vakfa devretmeniz gerekiyor (küçücük bir kısmı sizde kalıyor) ve vakıf global mafya aile çetelerinin hakim olduğu sistem için çalışıyor! Gelecekte tüm elektrik akıllı sayaçlarla kontrol edilecek ve yalnızca biyometrik verilerini açıklayanların internete erişmesine izin verilecek.
  25. 19/03/2024 Dr. Peter F. Mayer Kanada vatandaşlarının banka hesaplarını sosyal kredi sistemine bağlıyor Vatandaşların finansal özgürlüklerini kontrol altına almak için yeni bir girişimde bulunan Kanada, vatandaşların banka hesaplarını sosyal bir kredi puanına bağlayarak bankacılık sistemini değiştiriyor. Kanada bankacılık sistemi yakında "açık bankacılık" olarak bilinen sisteme dönüştürülecek. Böylece faşist önlemlere dostane ama yanıltıcı bir kılıf giydirilmiş oluyor. Bunu destekleyenler, bankaların kolayca bilgi alışverişinde bulunmaları ve kullanıcı verilerine erişmeleri için daha "bütünleştirici" bir yol olarak tanımlıyorlar, ancak bu müşterilerin çıkarına olamaz. Bu hamle, finansal yönetimle ilgisi olmayan ancak vatandaşların kontrolü için önemli olan veri ve bankacılığın birleşmesine yol açacaktır. Bu da politikacılara ve bürokratlara mali durumumuz üzerinde tam kontrol sağlayacaktır. Dünya Bankası'nın bir ortağı olan ve Birleşik Krallık İngiltere'de ortaya çıkan Open Banking Excellence (OBE) kuruluşu, sosyal kredi puanları ile bankacılık bilgilerini ve muhtemelen dijital nakit ve kimlikleri tek bir "kullanışlı" ve "kapsayıcı" yerde bir araya getirmekle övünüyor. Halihazırda 40 ülkeye ulaşmış olan OBE, "sektörde bilgi paylaşımını, yeni düşünceleri ve ortaklıkları teşvik eden olağanüstü platformlar ve içerikler yaratmayı - küresel olarak daha iyi finansal katılım için açık finans ve verilerin benimsenmesini sağlamayı" amaçlamaktadır. Open Banking Excellence'ın kurucusu Helen Child, "Bu daha adil, daha kapsayıcı ve daha açık bir toplumla ilgili" dedi. Ancak, planı destekleyenler tarafından defalarca dile getirilmesine rağmen, bankacılıkta kapsayıcılık ve adalete duyulan ihtiyaç açıklanmamaktadır. Child programla ilgili olarak "Finansal katılımı teşvik ediyor" diyor. "Verileri demokratikleştiriyor." Bu muhtemelen özel verilerin artık özel olmadığı anlamına geliyor. Hepimizin bildiği gibi, nakitsiz topluma giden yolda "kapitalist gözetim toplumunda" (© Shoshana Zuboff) veri altından daha değerlidir. Kitleleri kontrol etmenin, paraya erişimlerini ve özgürce satın alma, ticaret yapma ve hareket etme yeteneklerini kısıtlamaktan daha kolay bir yolu yoktur. Kredi itibarının ötesine bakmak, bir kişinin kişisel görüşlerine dayanarak küresel ekonomiye katılıp katılamayacağına karar vermekle eşdeğerdir. Kanada'nın Corona salgınından bu yana "nefret" iddialarını bastırması ve önlemlere karşı yapılan protestolarla birlikte, bir sonraki adım kaçınılmaz olarak yanlış inançlara sahip olduklarından şüphelenilen vatandaşların paralarına erişimini engellemek olacaktır. Kanada hükümeti bu planlarını 2022 yılında Özgürlük Konvoyu protestocularının banka hesaplarını kapatarak test etmişti. İngiliz siyasetçi Nigel Farage da debanking gündeminin kurbanı oldu. Farage hiçbir zaman bir suç işlememiş ya da pek çok kişinin "Farage fiyaskosu" olarak adlandırdığı durumu haklı çıkaracak bir şey yapmamıştır. Coutts tarafından aniden bankasız bırakıldı ve hiçbir cari veya tasarruf hesabına erişemedi. Kredi kartları iptal edildi. Haber verilmeksizin sosyal hayata katılması artık mümkün değildi. Farage gerekli araştırmayı yaptı ve sayısız insanın hükümet adına bankalar tarafından gerçekleştirilen aynı finansal saldırıya maruz kaldığını gördü. Bu yaygın bir fenomendir. Korona önlemleri sırasında, dijital aşı pasaportları arızalandığında kullanıcıların konumlara erişemediği bu durumu sık sık yaşadık. Kanada, kitleleri kontrol etmek için resmi olmayan sosyal kredi puanlarını kullanmayı uman pek çok ülkeden biri. Tüm bu önlemler merkez bankası dijital para biriminin (CBDC) nasıl çalışacağına zemin hazırlamaktadır. CBDC'ler kamu kullanımına açıldığında, sistem herkesin kişisel verilerini, dijital kimliğini, sosyal kredi puanını, aşı durumunu ve parasını içeren kolektif bir ağ olacaktır. - Çeviri sonu - Kaynak: Sosyal kredi sistemi
×
×
  • Create New...