
site_admin
Administrators-
İçerik sayısı
0 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
İçerik türü
Profiller
Forums
Store
Makaleler
Everything posted by site_admin
-
Kuhn: Bilimsel Devrimlerin Yapisi Thomas S. Kuhn, bir fizikci ve bilim tarihcisidir. 1960'larda cok tartisilan ve neredeyse goruslerine deginmeden bilim felsefesi uzerine yazi yazilmayacak kadar merkezilesen bir dusunurdur. 20. yuzyilin ikinci yarisinda bilim felsefesiyle ilgili tartismalar bilimsel rasyonalitenin zaman icinde degismedigi noktasinda birlesen Mantiksal Pozitivizm ve Elestirel Akilcilik'in elestirisi uzerine yogunlasmaya baslamisti. Bu iki akim, bilimsel bilginin diger bilgilerden farki ve elde edilis yontemi konusunda farklilasiyor iseler de bir bilimsel rasyonalitenin varligi konusunda ittifak halindeydiler. Bu standart anlayisa alternatif gosterilen bir gelenek, bilimsel degisme, bilim adamlari toplulugunun icsel yapisi, kendi iclerinde ve diger topluluklarla aralarindaki iktidar iliskileri, inanclari, icinde yasadiklari toplumdaki diger kesim ve arastirma gruplarina bakis bicimleri, bilimle toplum arasindaki karsilikli iliskiler uzerine yogunlasiyordu. Bu calismalar arasinda Kuhn'un "paradigma" kavrami oyle yaygin bir kullanim alani buldu ki, bilim felsefesiyle alakasiz pek alanda da kullanilmaya baslandi. Yukarida degindigimiz gibi Wittgenstein'in "dil oyunlari" kurami, dilin kendine ozgu kurallariyla bir butun olusturdugunu, dili olusturan ogelere anlamlarini bu butunlugun verdigini savunuyordu. Buna gore, dilin hicbir ogesi veya kurali butunlugun verdigi anlami bozmadan veya donusturmeden disaridan anlasilamazdi. Kuhn'un bu yaklasimi bilim tarihine uygulamayi denedigi soylenebilir. Buradaki "dil oyunlari"na karsilik gelen kavram "paradigma"dir. Aynen dil gibi, paradigmalar da belirli bir gercekligin paylasilan ortak terimlerle algilanmasi ve anlasilmasi iicn bir kavramsal cerceve islevi gormektedirler. Peki paradigma ne demektir? Isin ilginc yani bu derece yaygin kullanimi olan paradigma kavraminin net bir tanimina rastlanmamaktadir. Masterman, Bilimsel Devrimlerin Yapisi kitabindan Kuhn'un bu kavrami birbirinden farkli yirmi degisik anlamda kullandigini tespit etmistir. Materman'in tespit ettigi anlamlardan bazilari sunlardir: Bilimsel basarilar, mitler, felsefe, birbirine bagli sorular kumesi, klasik eser, ders kitabi, gelenek, anoloji, metafizik kurgu, model, araclar, siyasi kurumlar kumesi, standart, orgutleyici ilke, epistemolojik bakis acisi, yeni gorme bicimi, vs. Kuhn, paradigma kavramini dogal bilimlerin gelisim seyrinin anlasilmasinda kullanilacak bir kavramsal arac olarak onermesine ragmen, asagi yukari tum sosyal bilim dallarinda da bu terimin kullanildigini gormekteyiz. Degisik bilim dallarinda ve degisik yazarlarin kaleminde paradigma kavrami birbirinden cok farkli anlamlarda ve cogunlukla da tanimlamadan kullanilmaktadir. Fakat onca farkli anlamina ragmen, yakindan bakildiginda bu kavrama yuklenen iceriklerin kesistigi bir ortak nokta vardir. Bu ortak noktanin, bilginin icinde uretildigi topluluga izafeten tanimlanmasi oldugunu soyleyebiliriz. Kuhn'a gore, herhangi bir bilim dali paradigma olusturmadan once daginik bir dizi faaliyetlere sahip olabilir. Fakat duzensiz bu etkinlikler paradigma sayesinde duzenli ve kendi icinde tutarli hale gelirler. Paradigma sadece calisma tekniklerini, disiplinin temel varsayimlarini degil, bunun yaninda, sozkonusu varsayim ve yontemlerin dogruluguna iliskin bilim adamlari toplulugunun ortak inanclarini da icerir. Bilim adamlari paradigmanin diliyle dunyayi uyusturmaya, uzlastirmaya calisirlar. Paradigma onlar icin dunyaya bakilan bir standartlar veya olculer yumagidir. Gercekligin belirli kurallara ugun olarak algilanmasini, kavranmasini ve kavramsallastirilmasini saglayan bir sablondur. Bu sablonun bizzat kendisinin dogru veya yanlisligindan bahsetmek anlamli degildir. Anlamli olan, sablonun uygulandigi gerceklik ile uyum saglayip saglayamadigidir. Newton'un fiziginden ve evren anlayisindan Einstein'inkine gecis, bir paradigma kaymasidir. Bilimde bir teoriden digerine gecis ve ilerlemeler paradigma kaymasiyla olur. Peki neden bilim adamlari bir paradigmadan digerine gecer? Kuhn'a gore bir paradigmanin terkedilis nedeni, paradigmanin belirledigi cercevede cozulemeyen sorunlarin yeni arayislara surukleyecek kadar fazlalasmasidir. Paradigma degisikliginde bir algi donusumu sozkonusudur. Yeni paradigma, insanlara dunyayi daha iyi acikliyor gibi gorunur. Fakat bunun rasyonel bir dayanagi yoktur. Cunku rasyonalitenin kendisi paradigmanin bir urunudur Kuhn'a gore. Bir paradigmanin icinden bakan kisiye gore, o paradigma digerlerinden daha dogru, yahut iyi, veya elverislidir. Zaten bu yuzden o paradigmaya baglanmistir bilim adami. Fakat her paradigma, kultur, medeniyet veya teori icin bu durum gecerli oldugundan, bu durumda tam bir gorecelik icine saplanilmakta ve icinden cikilmasi zor bir kisir donguye girilmektedir. Bu konuda Kuhn, aldigi elestirilere verdigi cevapta goruslerini biraz yumusatmakta, kendisinin mutlak anlamda bir relativist olmadigini soylemektedir. Kuhn, elestirmenlerine verdigi cevapta, gelismeyle ilgili gorusunun temelde evrimci oldugunu soyler: "Bana gore bilimsel gelisme, biyolojik evrim gibi, tekyonlu ve geri donulmezdir". (Kuhn, 1986, s 264). Paradigmalar her zaman aciklanmayan orneklerle karsilasirlar. Karsilasilan sorular, ilk bakista, ya onemsiz, ya baska bir bilim alanina giren ya da anlamsiz kabul edilirler. Bu karsit ornekler birikince paradigma eski guvenilirligini yitirerek sarsinti gecirmeye baslar. Bunu devrim izler. (Yani paradigma degisimi). Yani kisaca, Kuhn'a gore bilim iki sekilde yapilabilir: Bir, paradigmanin dikte ettigi ilke ve arastirma konularina uygun olarak yapilan bilim. Buna "normal bilim" der Kuhn. Bir de "devrimci bilim" vardir; devrimci bilimde bilimsel etkinligin ilkeleri degisir. Kuhn'a gore bilim birikimsel bir surec izlemez, dolayisiyla bilimsel gelisme yahut ilerlemeden degil, ancak bilimsel degismeden soz edilebilir. Ilerleme ve gelisme, "normal bilim" surecinde, yani bir paradigma icinde sozkonusu olabilir, fakat paradigmalari karsilastirip bir paradigmanin digerinden daha iyi acikladigini gosterecek ortak kriterler olmadigi icin paradigmadan digerine gecis devrimsel bir nitelik tasir. Goruldugu gibi Kuhn'un fikirleriyle, bilim felsefesinde relativizme yaklasilmaktadir. Kuhn ne kadar fikirlerini yumusatip, mutlak bir relativist gibi gorunmekten kacindiysa da, soylemleri ve aciklamalari, daha sonra daha asiri (hatta bilim karsiti) bazi relativist fikirleri de beslemistir.
-
Imre Lakatos Popper'in ogrencisidir. Onun yanlislamaciligini, yapilan elestirilerden de yararlanarak daha rafine hale getirerek, Kuhn'cu bazi temalarla yeniden uretmeyi denemektedir. Lakatos'a gore asirlar boyu bilgi deyince, ya zeka gucu ya da duyularla elde edilen deliller yoluyla ispatlanan, ispat edilmis bilgi kastedilmistir. Bu durumda onemli bir sorun ortaya cikmaktadir. Yerlesik bilgi ile spekulasyon arasindaki mesafe nasil minimize edilecek, meydana gelen degisikliklerin mevcut kurulu yapiyi tamamen degistirecek nitelikte olmasi durumunda bu degisim nasil aciklanacaktir? Popper, bilimdeki bu degisimin surekli devrime benzer bir seyir izledigini fakat bu devrimler arasinda bir surekliligin ve rasyonalitenin varligini savunurken, Kuhn, devrimlerin bilimin tarihinde sureklilikten cok karsilastirilamaz bir sicramalara isaret ettigini savunmaktaydi. Paradigmalar arasinda dogru-yanlis, daha dogru, daha yanlis kiyaslamasi yapilamayacagindan, ust bir teoriye gecisin rasyonel bir olcusu olamazdi. Yani ne dogrulama, ne de yanlislama, paradigmalar ustu bir olcut olarak gorulemezdi. Bu nedenle Kuhn hem mantiksal pozitivistleri, hem de Popper'i elestirmekteydi. Lakatos ise Kuhn'un elestirdigi ve "metodolojik yanlislamacilik" dedigi seyi kendisinin de elestirdigini, fakat Kuhn'un daha sofistike bir rasyonalite sunan "sofistike yanlislamacilik"i anlamadigini soylemistir. Popper'dan sonra one cikmaya baslayan yanlislamaciligi Lakatos uce ayirir. 1. Dogmatik Yanlislamacilik Dogmatik yanlislamacilik, bilimin hic bir kurami dogrulayamamakla beraber bazi teorilerin yanlisligini tam bir kesinlikle ortaya koyabilecegini savunmaktadir. Lakatos'a gore, bu tur bir yanlislamacilik iki yanlis varsayima dayanmaktadir. Birincisi, teorik veya spekulatif onermelerle olgusal veya gozlemsel onermeleri birbirinden ayiran dogal ve psikolojik bir sinirin oldugunu varsaymasidir. Ikinci varsayim, bir onermenin, olgusal yahut gozlemsel (veya temel) olmanin psikolojik olcutunu yerine getirmesi durumunda onun dogru oldugunun, yani, olgularla ispatlandiginin kabul edilmesidir. Lakatos buna gozlemsel ispat doktrini demektedir. Lakatos'a gore, psikoloji birinci varsayimin, mantik ikinci varsayimin, metodolojik yargi da bu sinir cizme olcutunun aleyhine sahitlik etmektedir. Cunku, "beklentiyle dollenmemis" hicbir algi sozkonusu degildir ve "gozlem kuram yukludur". Bu nedenle gozlem onermeleriyle teorik onermeler arasinda dogal bir ayrim yoktur. Dogmatik yanlislamaciligin bu birinci varsayimi dogru olsa bile mantik ikinci varsayimin karsisindadir: hicbir olgusal onerme bir deneyle ispatlanamaz. Cunku onermeler ancak diger onermelerden cikarsanabilir, olgulardan cikarsanamaz. Tahayyul gucumuz teorilerin formule edilmesinde olgusal onermelerinkinden daha buyuk rol oynayabilir fakat sonucta her ikisi de yanilabilirdirler. Dolayisiyla teorilerin dogrulugunu ispatlayamayacagimiz gibi, yanlisliklarini da ispatlayamayiz. Lakatos'a gore, bilimsel olanla olmayan arasinda sinir cizme olcutu de bilim metodolojisiyle uyusmamaktadir. Deney sonuclari, her ne kadar deneysel kanitlarla ispatlaniyorsa da reddetme gucleri oldukca sinirli olacaktir. Sonuc olarak, Lakatos'a gore butun bilimsel teoriler sadece esit bicimde dogrulugu ispatlanamayan ve ihtimal dehilinde olmayan degil, ayni zamanda esit sekilde yanlisliklari da ispatlanamazdirlar. 2. Metodolojik Yanlislamacilik Lakatos devam eder, eger butun bilimsel ifadeler yanilabilir teorilere dayaniyorsa, o zaman bunlarin elestirisi ancak tutarsizlik acisindan yapilabilir. Peki bu durumda hangi anlamda bilim deneyseldir? Eger bilimsel teoriler hem dogrulugu ispatlanamaz, ihtimal disi ve yanlisligi da ispatlanamazsa bilim, suphecilerin soyledigi gibi, bos bir spekulasyondan ibaret birsey midir? Bilimsel gelisme diye birsey yok mudur? Lakatos, bu sorulara en ilgi cekici cevabi metolojik yanlislamaciligin verdigini soylemektedir. Metodolojik yanlislamaciliga gore, bilim adamlari olgulari yorumlarken, deneysel teknikleri kullanirken, bu isi yanilabilir teorilerin isiginda yaparlar. Bu teorileri belirli baglamlarda kullaniyor olmalarina ragmenonlari sinanan teoriler olarak degil sorunsal olusturmayan arkaplan bilgisi olarak gorurler. Ote yandan, dogmatik yanlislamaci ile metodolojik yanlislamaci arasinda onemli farklardan birisi de neyin dogru oldugu konusundaki olcutte yatmaktadir. Belirli bir baglamda olusan deneysel temelin teoriyle uyusmamasi durumunda teorinin yanlislandigi soylenebilir; fakat bu sozkonusu teorinin yalisliginin ispatlandigi anlaminda degildir. Bu durumda bile sozkonusu teori dogru olabilir. Yani, dogru olani eleyip yanlis olani kabul etmemiz pekala mumkundur; bu risk goze alinmalidir. Eger bir teori yanlislanmissa, belki hala dogru olmasi durumunda dogruyu elemis olma riskine ragmen o tasviye edilmelidir. Kisaca, metodolojik yanlislamacilikta bir teoriyi reddetmek ile onun yanlisligini ispat etmek birbirinden ayrilmaktadir. Bilimsel olanla olmayana iliskin yeni bir ayristirici olcut one surulmektedir. Ancak belirli "gozlemlenebilir" durumlari yansitan ve bu yuzden "yanlislanabilen" ve reddedilebilen teoriler "bilimsel"dir; veya bir teori eger bir deneysel temel tasiyorsa bilimseldir (yahut kabul edilebilirdir). 3. Sofistike Yanlislamacilik Sofistike yanlislamaciliga gore, bir teori eger oncekinden (ya da rakibinden) farkli olarak artan deneysel icerikle destekleniyorsa, yani, eger yeni olgularin kesfine goturuyorsa ancak o zaman bilimsel veya kabul edilebilir bir teoridir. Dogmatik yanlislamaciliga gore, bir teori kendisiyle celisen bir gozlem onermesiyle yanlislanir. Sofistike yanlislamaciliga gore ise bir A teorisi, sadece ve sadece asagidaki ozellikleri tasiyan bir B teorisinin one surulmesiyle yanlislanir: - B, A'dan daha fazla deneysel icerige sahip olmalidir. - B, A'nin onceki tum basarilarini aciklamalidir, yani A'nin reddedilmeyen tum icerigi, B'de de icerilmelidir. - B'nin fazladan olan iceriginin bir kismi deneysel olarak desteklenmektedir. Eger bir teori, bu ozellikleri yerine getiren bir problem kaymasi meydana getiriyorsa o teori "ileri gorutucu"dur. Eger problem kaymasi bu ozellikleri yerine getiremiyorsa o zaman o teori yozlastiricidir ve bu yuzden sahte bilim olarak gorulmeli ve reddedilmelidir. Boylece sofistike yanlislamacilik, sorunu bir teorinin degerlendirilmesinden bir dizi teorinin degerlendirilmesine kaydirmaktadir. Yalniz basina hicbir deney, deneysel rapor, gozlem ifadesi veya cok iyi desteklenmis alt seviyeli yanlislayici bir hipotez yanlislamaya neden olmaz. Cunku daha iyi bir teori olmadan yanlislama olmaz. Bilimsel Arastirma Programlari Lakatos'un arastirma programlari, sofistike yanlislamaciligin Kuhn'un paradigmalarina uyarlanisidir. Gozlem veya deneyle ortaya cikan durumla program arasinda bir uyumsuzluk ortaya cikinca bunun oncelikle kati cekirdekten degil baska nedenlerden kaynaklandigi dusunulur ve ad hoc hipotezlerle celiski giredilmeye calisilir. Bilimsel gelisimi saglamak icin bilim adamlari, kati cekirdege dokunmamak kaydiyla, yeni sinama imkanlari ortaya cikaracak, yeni olgularin kesfini mumkun kilacak her turlu yontemle koruyucu kusagi gelistirebilirler. Dolayisiyla, Lakatos metodolojisinde iki sey programi dejenere eder, yahut cokertir. Birincisi yeni test imkani yaratmayan ad hoc hipotezler. Ikincisi kati cekirdegi sorgulamaya yonelen etkinlikler. Birinci durumda karsit ornekler yahut kuraldisiliklarin aciklanabilmesi cin programin koruyucu kusagina eklenen yahut eskisiyle degistirilen yardimci hipotezler, yeni test imkanlari yaratmadiklari, dolayisiyla programa olumlu katkida bulunmadiklari gibi programin gelismesini de engelleyerek onu dejenere edecekleri icin hemen terkedilmeleri gerekir. Bir teorinin terkedilip edilmemesi gerektigine deneysel sinamalar sonunda karar verilir. Neyin kalici neyin ise gidici olduguna bilim adamlari bu deneylerin esliginde karar verirler. Ikinci durumun gerceklesebilmesi icin sozkonusu programa rakip, onun acikladigi olgularin yanisira, aciklayamadiklarini da aciklayabilen, hatta eski programda hic gundeme gelmeyen yeni olgularin kesfine de imkan saglayan yeni bir programin ortaya cikmasi zorunludur. Baska turlusu, bilim adami icin bindigi dali kesmeye kalkmak olacaktir. Lakatos, Kuhn'un naiv yanlislamaciligi reddetmekte hakli oldugunu, fakat bunu yaparken sofistike metodolojik yanlislamaciligin da icinde yer aldigi her turlu yanlislamaciligi reddetme yanlisina dustugunu belirtir. Kuhn'a gore bilindigi gibi bilimsel devrimler tum standartlarin degismesiyle sonuclanan koklu degisiklikler icermekteydi, cunku her paradigma kendi standardina sahipti ve paradigmalar ustu rasyonel standartlardan bahsetmek anlamsizdi. Lakatos, Kuhn'un bu konuda yanildigini iddia ederek, benzer yanilgilarin daha onceleri de yasandigina dikkat ceker. Yegane bilimsel rasyonalitenin dogrulanabilirlik oldugunu kabul edenlerin dogrulanabilirligin cokmesinden sonra umutsuzluga kapilip, bilimsel rasyonalitenin umutsuz bir caba olduguna inanarak tum gayretlerin bilimsel etkinliklerin organize edildigi zihne yonlendirildigini belirtir. Lakatos, Popper ile ilgili karisikliklari onlemek icin, piyasada uc Popper bulundugundan bahseder. Popper-0, Popper-1 ve Popper-2. Popper-0, Lakatos'a gore, bir kelime dahi yayinlamayan, Ayer tarafindan icat edilen ve elestirilen bir dogmatik yanlislamacidir. Popper-1, bir naiv, Popper-2 de bir sofistike yanlislamacidir. Gercek Popper ise 1920'lerde dogmatikten naiv metodolojik yanlislamaciligi gelistiren, 1950'lerde sofistike yanlislamaciligin kabul kurallarina ulasan kisidir. Fakat yanlislama kurallarindan hicbir zaman vagecmemistir.
-
Feyerabend: Anarsist Bilgi Kurami Paul Feyerabend, modern bilimle ilgili yontem tartismalarina katilirken bilimin diger bilgilenme turleriyle iliskilerini ve toplum-bilim konusundaki yargilarin sorgulanmasi gerektigini de gundeme getirir. Mantiksal pozitivizmden itibaren bilimin felsefe tartismalarindaki tartismasiz ustun konumunu sorgularken tartismanin eksenini kaydirir Feyerabend. Neyin bilimsel oldugu yahut bilim olanla olmayanin birbirinden ayirt edilmesini mumkun kilacak olcutlerin neler oldugu o kadar onemli degildir artik. Cunku, bir bilginin bilimsel olmasi, ona insanlarin itaatini zorunlu kilacak bir nitelik kazandirmaz. Nihayet bilimsel bilgi de siir, sanat, edebiyat, sihirbazlik, din, vs. ile ilgili bilgiler gibi bir bilgidir. Onu kendiliginden ustun kilacak bir olcutumuz yoktur. Kitap veya makalelerine koydugu "Toplumu Bilime Karsi Nasil Korumaliyiz", "Ozgur Bir Toplumda Bilim", "Yonteme Hayir" gibi basliklardan da anlasilacagi uzere Feyerabend'in temel ilgisi bilimin toplumsal islevi konusunda odaklasmaktadir. Feyerabend'e gore, bilim adamlarinin yuruttugu calismalarin sonuclarinin halkin yasami uzerinde bir etkisi oldugu durumlarda, halkin bu kararlara katilmasi demokratik haklardan sayilmalidir. Sonuclarina katlanacak olanlar sadece bilim adamlari olmadigina gore siradan insanlarin da bilimsel kararlarin toplumsal politika haline getirilmesinde soz sahibi olmalari, herhangi bir siyasal kararin uygulanmasinda insanlarin soz sahibi olmasindan nitelik olarak farkli degildir. Zira cagdas dunyada, insanlarin lehine oldugu kadar aleyhine de sonuclanan bir dizi bilimsel gelisme sozkonusudur. Cevreden insan sagligina kadar bir dizi alanda ortaya cikan olumsuz sonuclar onemli kitle hosnutsuzluklarina neden olmaktadir. Bu alanda yapilan protesto eylemlerinin zaman gectikce marjinal hareket olmaktan cikmalari toplumlarin gelecekte bilime karsi daha da duyarli olacagini gostermektedir. Ote yandan Feyerabend, bugun Bati biliminin yeryuzundeki tartisilmaz egemenliginin onun sahip oldugu saglam ilke ve mantiktan yahut yontemden degil hizmet ettigi uygarligin egemenliginden kaynaklandigina isaret ederek bilime ickin bir rasyonelligin sozkonusu olamayacagini iddia eder. Ozgur Bir Toplumda Bilim'in Turkce baskisina yazdigi onsozde bu konuda soyle demektedir: "Bilim adamlari bilinmeyen bir malzemeden binalar diken ve ancak yapilarini bitirdikten sonra haklarinda bir hukme varabilen mimarlar gibidir: Ayaga kalkabilirler, dusebilirler, bir ara konumda oylece kalabilirler, kimse bilemez". Hicbir teorinin herhangi bir hata icermeksizin kendisini destekleyen bir kanita sahip olma garantisi yoktur. Eger teorisiz yasamak istemiyorsak, ki bu mumkun degil, o zaman her teoriyi kusatan sapmalarin ayiklanmasina imkan verecek araclara sahip olmamiz gerekir. Bunu da "alternatifler" saglar. Alternatifler sadece ortak zeminden hareketle farkli yorumlar uretmekle sinirli degildir. Cunku, degisik teoriler olgular uzerinde bir noktaya kadar anlasmaya varabilirler. Cunku insan bilgisi olgu ve olaylari duzenler. Farkli bilgi turleri olaylarin farkli duzenlenmesi demektir. Degisik dusunen insanlarin duyayi kendi teorik yapilarinin elverdigi olculer icerisinde ve sahip olduklari dilin imkanlari cercevesinde algilayacaklarindan dolayi olgu, nesne ve olaylar arasinda yansima teorisinin iddia ettigi gibi tum insanlarin ortak olarak ayni sekilde algilayacaklari kendiliginden bir duzenin olmadigi, yani farkli teorilerin elestirilebilecegi bagimsiz ve ortak bir deneysel temel ve gozlem dilinin olmadigindan dolayi, hangi tur bilginin basarili olacaginin onceden bir garantisi yoktur. Bunun icin birbirine alternatif tum bilgilerin birbiriyle yarismasina imkan taninmalidir. Buna Feyerabend "cogalma" ilkesi demektedir. Cogalma ilkesi sadece alternatiflerin icat edilmesini onermekle kalmayip ayni zamanda curutulen teorilerin tasfiye edilmesini de onleyici bir islev gormektedir. Cunku, curutulen teori gundemde kaldigi surece rakip teorinin icerigine katkita bulunacaktir. Bu tam bir kuramsal ve yontembilimsel cogulculuktur. Ne teorilerin birbirlerinin yerini almalari ile ilgili ilkelere, ne de bir teorinin garantileyen olcutlere sahip olmadigimiz icin her turlu bilgiye yarisma sansi vermemiz ve bunun ortamini hazirlamamiz en guvenli yol olacaktir.Yanlis gorus, aciklama yahut teorilerin egemenligini onlemek amaciyla bilimsel bilgi adi verilen ve aslinda tarih boyunca degismeyen bir rasyonelligi olmayan bilgi turunu egemen kilmak, bir siyasal ideolojiyi degisik gerekceler gostererek, alternatiflerine hayat hakki tanimaksizin, egemen kilmaktan farkli degildir. Teori yahut iddialar ancak onlari onaylayan bir tavirla desteklenmesi durumunda etkili olacaklari icin, insanlarin onayinin yanlisliklara goturecegi korkusu atilarak her bilgiye yahut birbirine alternatif teoriye kendini ifade sansinin verilmesi ozgur bir toplumun kendini yeniden uretebilmesinin de temel sartidir. Sonuc itibariyle, bilim adamlari diktatoryasi ile din adamlari yahut siyaset adamlari diktatoryasi arasinda bir nitelik farki yoktur. Cunku bilimin dogasinda onu kurtarici yapan birsey yoktur. *** Goruldugu gibi, bilimin nimetlerinden yararlanarak bugunlere ulasmis ve o sayede rahat yasamasini saglayan bir toplumdan cikma bu kisi, nankor ve simarik bir cocuk misali, kendisine bu nimetleri kazandiran bilime karsi cephe almaktadir. Bilim adamlarinin fikirlerini hegamonya olarak goren ve din dahil tum alternatif bilgi alanlarina da bilimle ayni imkanlarin verilmesini demokrasinin geregi sayan bu vatandasin, Suudi Arabistan benzeri bir islam ulkesinde o saygi duydugu alternatif "dunya gorusu"ne sahip insanlar tarafindan herhangi bir sebeple (bu yazdigi kitaplardaki dine aykiri bir soz bile olabilir) boynunun vurularak idam edilmeye ihtiyaci var ki, kilic boynuna inerken son anda belki nerede hata yaptigini anlasin.
-
Wittgenstein bir bilim felsefecisi olmamasina ragmen, 20. yuzyilin bilim felsefesi tartismalarina onemli katkisi olan bir dusunurdur. Gorusleri birinci donem ve ikinci donem olarak ikiye ayrilan Wittgenstein, 30 yil arayla ayni konuda gelistirdigi birbiriyle bagdastirilamaz yaklasimlarin her ikisiyle halen yaygin olarak tartisilmakta, savunulmakta, elestirilmekte ve kendisine dipnot dusulmektedir. Birinci Donem Wittgenstein'inbirinci donemini karakterize eden kitabinda degindigi temel konu dilin dogasinin ne oldugudur. Wittgenstein'a gore bu sorunun cevabi aciktir. Ona gore dil doganin bir resmidir. Degisik duzeylerde ortaya cikan bu resimler, ayni zamanda dusunmeyi mumkun kilan dusunce nesneleridirler. Dunya tek tek olgulara indirgenebilecek bir yapidadir. Bu yapi, olgularin degisik kombinezonlarla bir araya gelmelerinden olusmaktadir. Dil de, olgular dunyasindaki iliskilerin aynisini yansitan iliskilerle kelimelerin bir araya gelmesiyle olusur.Dolayisiyla dil, olgular dunyasini olduklari sekilde yansittigi zaman islevini yerine getirebilir. Gercekligi olgulardan ibaret sayan, dunyada sadece olgularin bulundugunu soyleyen Wittgenstein icin sadece olgularin bilgisi elde edilebilecektir. Ona gore cumle, gercekligin bir tasarimidir. Anlamli bir cumle, ancak dunyayi resmeden, yani dunyadaki nesne ve iliskilerin disinda, onlarla bagdasmayan yahut onlara ters bir iliski icermeyen bir dil yapisi icinde ifade edilebilir. Bu da dilin yapisiyla dunyanin yapisinin ayni olmasi demektir. Etik yargilar, dunyayla aralarinda boyle bir mantiksal baginti kurulamayacagindan anlamsizdirlar. Bu cercevede ahlaktan bahsetmek bosunadir. Ahlaki hukumler veya deger yargilari anlamli olarak soylenemez, yani anlamsizdirlar. Askin (transendent)gerceklik ise sadece bir kuruntudur: "Dunyanin icinde nerede rastlanabilir ki, doga otesi bir ozneye?" Mantiksal Pozitivistlerle, temel argumanlarindan biri olan dogrulanabilirlik/sinanabilirlik olcutune iliskin gorusleriyle de paralellikler gosterir Wittgenstein. Kitabi boyunca dilin dunyayi temsil ettigi ve bu temsili ortak bir yapiya sahip olmalarina borclu olduklarini inceleyen dusunur, bunun kendisinin bir olgu olmadigini farkediyor. Dilin dunya ile iliskisinin resmedilebilmesi icin, dilin disina cikilmasi gerekiyor. Fakat insanin boyle bir sansi yok. Goruldugu gibi Wittgenstein ilginc bir paradoksa ulasir. Dil ile gerceklik arasindaki iliskiyi anlamanin yolu, onu aciklayan modelin sacmaligini anlamaktan gecmektedir. Sadece bir paradoks degil, paradoks icinde paradoks bu; cunku bu sonucta bir felsefi yargi, bunu da resmetmek mumkun degil. Ikinci Donem Wittgenstein'in ikinci donemine damgasini vuran kitabi olumunden sonra yayinladir ve en az ilki kadar, hatta ondan daha fazla ilgi gorur. Bu kitabinda, ilk kitabiyla ilgili kendisine yapilan elestirilerin buyuk bir kisminin hakli oldugunu belirtir. Ilk kitabindan memnun degildir, cunku dilin dunyanin bir resmi, sadece olgularin yahut nesnelerin betimlemesi olarak tanimlanmasi durumunda gercek hayattaki dilin onemli bir bolumunun dil disi kabul edilmesi gerektigini gormustur. Ikinci donemi, bu sorunu cozme girisimidir. Ikinci donem Wittgenstein'in dil kavramsali birincisinden tamamen farklidir artik. Insanlarin icinde yasadiklari dunyayi, ancak o dunyayi anlamli hale getiren bir dil dolayimindan gecirerek taniyabilecekleri icin, dili dogru anlayabilmenin yolunun onu olusturan kelimelerin "ne anlama geldigini" degil, onlarin "nasil kullnildigini" anlamaya calismaktan gectigini savunur. Kitabin konusunu olusturan "dil oyunlari"nin ne oldugunu aciklarken Wittgenstein, daha cok dilin nasil ogrenildigi, yahut ogretildigi uzerinde durur. Wittgenstein, dil oyununu "icice gecmis dil ve eylemlerden olusan butun" olarak tanimlamaktadir. Bir hareketin, davranisin anlami gibi, kelimenin, cumlenin yahut isaretin anlami da karsilik geldigi gerceklikten degil, ogesi oldugu yahut icinde yer aldigi sistemdeki konumundan kaynaklanmaktadir. Ikinci Wittgenstein, dili dunyanin bir resmi olarak degil, tam tersi dunyanin kendisi araciligiyla anlasildigi bir arac olarak gormeye baslamistir. Yani dil, belirli yasam bicimleri sonunda ortaya cikan uylasimlarla icice olusmaktadir ve ancak o yasam bicimleriyle beraber dusunuldugunde bir anlam ifade etmektedir.
-
Althusser, bilim felsefesi tartismalarinda cok onemli bir isim sayilmaz. Fakat yine de pek cok bilim felsefesi kitabinda kendisinden soz edilmektedir. Kendisi marksist bir filozoftur. Althusser'in tanimina gore, belirli bir insan emegi ve uretim araclarinin kullanilmasi sonucunda, belirli bir hammaddenin, belirli bir urune donusturulme surecine "pratik" denir. Bu cercevede Althusser, doganin insan emegi ile donusturulmesine ekonomik pratik; mevcut toplumsal iliskilerin devrim yoluyla donusturulmesine siyasal pratik; kisilerin bilinclerinin donusturulmesine ideolojik pratik; ve kuramsal araclarla yontemleri bir araya getirerek bilgi uretmeye de teorik pratik demektedir. Althusser'in birbaska onemli kavrami "sorunsal" (problematik) kavramidir. Sorunsal, bir kavramin anlamini icinde kazandigi kavram kumesi demektir. Kavramlar ancak kendi sorunsallari cercevesinde dogru anlasilabilirler. Farkli sorunsallara ait kavramlar benzer seyleri ifade ediyor gozukseler de bu anlamsal ozdesligi gostermez. Bir sorunsal icinde anlamli bir soru, baska bir sorunsal icinde anlamini yitirebilecektir. Althusser'e gore, farkli sorunsallari icine alan bir bilgi birikiminden bahsetmek cok fazla anlamli degildir. Bir sorunsalin cercevesi icinde birikimsel bilgiden soz edilebilir. Fakat degisik sorunsallar arasinda birikimsel bilgi birikimi sozkonusu degildir. Gorulecegi gibi, buradaki anlamiyla "sorunsal" kavrami Kuhn'un "paradigma" kavramina benzemektedir. Althusser'i anlamak icin onemli olan birbaska kavram da "epistemolojik kopma" kavramidir. Bu kavram Bachelard'da, kuramsal uretim surecinde bilim oncesi kavramlar sistemi ve ideolojik aciklama biciminden bilimsel aciklama bicimine gecerken meydana gelen koklu kopusu ifade etmekteydi. Althusser, kavrami icerigini cok fazla donusume ugratmadan alip, yeni bir formulasyonla Marks'in calismalarinin ondan onceki Alman felsefesi, Ingiliz iktisadi ve Fransiz sosyalizminden farkini betimlerken kullanmaktadir. Bazi yonleriyle, bu kavramin kullanimi da Kuhn'daki "paradigma kaymasi", veya "bilimsel devrim" kavramlarini andirir. Althusser'e gore, geleneksel epistemolojilerin bilgi sorununa yaklasimlarinda temelde bir hata sozkonusudur. Bilgi, bilen ozne ile bilinen nesne arasinda bir iliski olarak tasavvur edilir. Bu yaklasima gore bilgiye konu olan nesne objektif gercekligin ta kendisidir. Yani bilgi, gercek nesnelere tekabul eden kavramlarin bir araya getirilmesiyle olusturulur. Althusser ise, bilginin nesnesiyle gercek nesneyi ayirir. Ona gore "gercekligin duzeniyle dusuncenin duzeni degisebilir ve bu ikisi arasinda bir tekabuliyet sozkonusu degildir. GErceklik ona karsilik gelmesi icin uretilen kavramlar kumesinden her zaman daha zengin ve cok yonludur. Althusser, insanin zihninden bagimsiz, onun bilgisinden once de sonra da varolan bir nesneler dunyasinin varligini kabul etmekle materyalisttir. Ama bilgi uretimini maddi uretim surecinden bagimsiz, kendine ozgu gelisme dinamikleri ve gorece ozerkligi olan ve zihinde baslayip zihinde biten bir surec olarak tanimlarken de materyalizmin sinirlarini zorlamaktadir. Ona gore, kuramsal uygulamalarin hammaddesi gercek nesneler degil, gerceklige yakistirilan ozelliklerin soyutlamalaridir. Bu nedenle bilginin nesnesi gercek nesne degildir, fakat bilginin nesnesi yoluyla hakkinda bilgi edinilen sey gercek nesnedir. Althusser'in bu baglamda verdigi ornek de ilginctir: Daire fikri daire degildir, kopek kavrami havlamaz. Burada bilgi nesnesi ile gercek nesnenin arasindaki iliskinin ne oldugu sorusu gundeme gelmektedir. Geleneksel epistemolojilerin temel ugrasi alanlarindan biri de bu yansima teorisidir. Yani dis dunya insan zihnine mi yansimaktadir yoksa insan zihni dis dunyadan bagimsiz bir sekilde isleyen kendine ozgu mekanizmalara mi sahiptir. Dis dunya ile kavramlar dunyasi iliskisi olarak bilinen bu soruna da Althusser'in yaklasimi farklidir. Althusser, nesne ile ozne arasindaki iliskiyi arastiran epistemolojilerin ideolojik oldugunu ve gercekte boyle bir sorun olmadigindan dolayi bu epistemolojilerin yanlis sorular pesinde kostuklari icin getirdikleri aciklamalara bile bakmadan reddedilmeleri gerektigini soyler.
-
"Modern" sozcugunun, Turkce'deki tam karsiligi "Cagdas"dir. Kelimeyi sozluk anlamiyla kullanacak olursak bugunku modern dunyanin onemli bolumu artik "postmodern donem"i yasamaktadir. Modern-postmodern iliskisi geleneksel-modern iliskisi gibi oncekinden farkliligi ifade etmek icin kullanilmaktadir. Bati tarihinde geleneksel donem dusuncede, toplum orgutlenmesinde ve deger yargilarinda nihai referans kaynagi olarak Tanri'nin kabul edildigi donemdir. Bu donemde bilginin uretimi ve dagitimi kilise kurumu tarafindan orgutlenmekteydi. Tanri'nin her seyin nihai kaynagi oldugu fikri tum toplumlar ve zamanlar icin gecerli hayat nizami ve aciklama bicimleri sunmayi zorunlu kiliyordu. Insanlarin gorusleri degil Tanri'nin buyruklari onemliydi. Modern donemde ise gerek bilginin degeri, kaynagi, uretimi ve bolusumu konusunda, gerekse toplum orgutlenmesinde soyut insan kategorisi Tanri'nin yerini almaya basladi. Insan akli mutlak bilginin, eger boyle bir bilgi varsa, kaynagiydi. Evrene iliskin bilgiler insan akli, duyulari ve deneyimlerinden gececekti artik. Siyasal anlamda mutlak itaat da bundan boyle goklerden yere, soyut devletlere inecekti. Bu aydinlanma projesi insanligin buyuk bir cosku ile pesinden kosacagi yeni hedefler yaratmisti. Bu hedeflerin gerceklesmesi icin yeni bilgi alanlari gerekiyordu. Bilim bu alanlardan en onemlisiydi. Dissal bilgi kategorisine basvurmadan her turlu bilginin degerli kabul edilmesi durumunda milyonlarca degisik insan gibi milyonlarca degisik bilgi ortaya cikacakti. Bu kaostan ancak bazi insani bilgileri hayatin merkezine yerlestirmek suretiyle kurtulmak mumkundu. Nitekim oyle oldu; bilim kategorisine giren bilgiler modern insanin mukaddes metinleri haline geldiler. Modern proje, insana indirgenemeyen tum bilgi ve degerleri hayattan kovma idealini uzun yillar muhafaza etmesine ragmen, 20. yuzyilin ikinci yarisindan itibaren ortaya cikan tablo, belli bir aydin kesim arasinda, bu ideallerin gerceklesme sansinin cok dusuk oldugu fikrine yol acmaya basladi. Bu kesim aydinlarinin bakis acisina gore, olaylar ve dunya soyle gorunmekteydi: Uzun yillar bir misyoner edasiyla diger ulkelere empoze edilmeye calisilan iktisadi ve siyasal modeller, sanildigi gibi evrensel ilkelere degil, tamamen gelismis ulkeler lehine kurulmus egemenlik iliskilerine dayanmaktaydi. Ornegin iktisadi kalkinma icin onerilen tum strateji ve modeller bir noktada tikanmaktaydi. Bati dunyasinin uzun yillar talan, gasp, kole emegi, kolonilestirme ve fetihler yoluyla sagladigi ve bugunku teknolojisini ustune kurdugu sermaye birikiminin, simdiki geri kalmis, az gelismis, veya yumusatilmis tabiriyle "gelismekte olan" ulkeler icin ayni yollarla saglanmasi mumkun degildi. Cunku mevcut dunya ekonomisinin kendini yeniden uretebilmesi icin belirli ulkelerin digerlerinden daha cok tuketmesi yahut tasarruf etmesi zorunlu olduguna gore, bu azgelismisligin ortadan kalkmasi teorik olarak bile mumkun gorunmuyordu. Zira, dunyadaki tum ulkelerin ayni gelismislik duzeyine ulasmalari durumunda dunya ekonomisi mevcut dinamizmini kaybedecek, yani cokecekti. Ayni sekilde siyasi modeller de eskisi kadar kutsallik tasimamaktaydi. Demokrasi ve insan haklari soylemlerinin tasidiklari cifte standartlarin da ortaya cikmasi, insan merkezli bati dusuncesinin tum versiyonlarinin sorgulanmasini kolaylastirmis, onlarin tum insanligin degil, belirli insanlarin yahut toplumlarin cikar ve mutlulugunu amacladigi inancini paylasanlarin sayisinin dunden gune artmasina sebep olmustu. Ayni zamanda, milyonlarca insanin bir hayat tarzi; kapitalizme muhalif entellektuellerin de alternatif kuramsal aciklama modellerine kaynaklik edecek bir bakis acisi olarak umit bagladigi Marksizm'in de diger buyuk anlatilar gibi tokezlemesinin yarattigi buyuk bir hayal kirikligi insan merkezli projelere karsi butunuyle bir isyan atmosferi yaratmisti. Ayrica, kendilerinin de modernist bir nitelik tasidigi seklindeki postmodern elestiriye ragmen, "feminizm" ve feminist elestiriler de postmodernizmin ortaya cikisina kaynaklik eden gelismeler arasinda onemli bir yer tutmustur. Bunlarin disinda, modern bati dusuncesinin en cok kullandigi referans noktalarindan biri olan "insan dogasi" kavraminin iceriginin buyuk oranda kultur bagimli oldugu, tum insanlari icine alan genellemelerin, aslinda belirli bir kulturun icinde anlamli olan davranis bicimlerinin ve o davranis bicimlerini sembolize eden kavramlarin diger kulturlere de dayatilmasindan baska birsey olmadigi dusunulmeye baslanmisti. Bir de, gerek bilgisayar, gerekse iletisim teknojisinde meydana gelen gelismelerin, bilginin kolay ve ucuz sekilde dunyaya yayilarak toplumsal yapida bir donusum meydana gelmesini saglamasi modernizmin ideallerinin gerceklesmesini imkansizlastirmisti bu kisilere gore. Her ne kadar makro anlamda bilgi ve iletisim aginda bir tekel sozkonusu ise de yerel olarak farkliliklar eskisinden daha hizli olarak ortadan kalkarken, hiyerarsik bilgilenme modeli delinmisti. Ayrica, dunya olceginde ortaya cikan yabancilasma, iletisim imkanlarinin artmasiyla farkli yerel kulturler arasi etkilesimin artmasinin yarattigi kulturel cogulculuk, ozellikle sanayilesmis ulkelerde refah duzeyinin artmasi buna karsilik sosyal ideallerin ortadan kalkmasi sonucu hayatin tekduzelesmesinin verdigi manevi tatminsizligin artmasi, toplumsal hiyerarsinin ve o hiyerarsiyi olusturan statulerin anlamsizlasmasi sonucu otoritelere itaat egiliminin azalmasi, insanlara kurtulus vadeden ideolojilerin gun begun dokulmesi, vs. gibi diger gelismeler de sanayi toplumunun ve "modern" kavramlarin onemli bir degisimin esiginde oldugunu ifade etmekteydi bu kesime gore. Peki postmodernizm kisaca nedir? Bu sorunun cevabi en iyi postmodernizmin ne olmadigi soylenerek verilebilir. Cunku postmodernizm diye tutarli, kendi icinde butunluk arzeden ne bir yasam tarzi ne de bir teori vardir. Zaten karsi cikilan da budur. Hayatin, toplumun, bilginin, rasyonel yeniden insaasinin insanlara umit dolu masallar sundugu dogrudur, ama sonunda sunulan sey bir masaldan baska birsey degildir. Liberalizm, esitcilik, marksizm, feminizm, vs. hep birer masaldirlar. Masalsiz hayat olmayacagina gore, postmodernizme gore buyuk masallar yerine kucuk masallari secmek daha az zararlidir. Postmodernizmin Temel Tezleri 1) Sinifsiz toplum, iscilerin kurtulusu, insanligin ilerlemesi, kalkinma, aydinlanma, vs gibi buyuk oykuler iceren aciklama bicimlerine karsi cikilmalidir. 2) Homojen bir toplum ancak baski yoluyla kurulabileceginden boyle bir toplum ideali tasiyan tum yaklasimlara karsi mucadele verilmelidir. 3) Dil ile toplum icice oldugundan, ve ozne nesneden, kisi toplumdan soyutlanamayacagi icin, hickimsenin elinde toplumun butununde zaman ve mekandan bagimsiz olarak ne olup bittigini kavrayacak ve aktaracak ne bir teori, ne de bir dil sozkonusudur. 4) Tum insanlari kapsayacak metadil ve metaanlatilar yoktur. 5) Kucuk anlatilar buyuk anlatilara tercih edilmelidir; dogruluk/yanlislik ayrimi yerine kucuk/buyuk anlati olcutune gore degerlendirme yapilmalidir. 6) Anlatilarin cazibesine kapilarak tarih felsefesi ve devlet politikasi yapilmasi tehlikelidir. 7) Insanligin kurtulusu icin buyuk anlatilar uretmek yerine, yerel degerlerle, sinirli anlatilarla, yerel olcekli mucadeleler yapilmalidir. 😎 Evrensel degerleri yakalamak ugruna ozgunlukleri yoketmemek icin yerel degerlerin pesinde kosulmali, insan ve toplumlarin benzesen ozelliklerinden ziyade farklilasan ozellikleri bilime konu edilmelidir. 9) Insanlara yol gosterecek tek bir soyut akil kategorisi islevsel degildir. Akil da, deneyim de tek tek insanlarla anlam kazanir. Bu yuzden tumel akil kategorisi arkasina saklanarak totaliter soylemler uretilmemelidir. 10) Empirizm ve rasyonalizmin yaptigi gibi gercekligin bilgisi nihai ozlere veya temellere indirgenemez. Bu yuzden indirgemecilige, ozculuge ve temelcilige karsi direnmek gerekir. Dogrular ulasilan degil, uretilen kategorilerdir. Bu yuzden hicbir anlayis yahut yaklasim bu kategorileri kendi tekeline alamaz. 11) Farkli bilgi yahut bilim onerileri, onlara sahip cikan insanlar tarafindan kendilerine yuklenen anlamlara gore deger kazanirlar. Bunun disinda olcut aramak bos bir cabadir. *** Goruldugu gibi bu dusunce bicimi, epistemolojik acidan relativist, subjektif bir dis dunya gercegine inanan ve bilgiyi insan zihnine yerlestiren idealist bir bakis acisidir. Dolayisiyla, bilimin objektiviteye inanan ve materyalist dunya gorusuyle bagdasmaz. Kisacasi, bilim alisilmis anlamiyla alindiginda, bu dusunce bicimi bilim disidir.
-
1960'li yillarin sonu ve yetmisli yillarin basindan itibaren, bilime olumsuz bir bakis acisiyla yaklasan ve bilimin yuzyillardir suren hegamonyasini sorgulayan bir sosyal ve dusunsel hareket ortaya cikti. Kendi icinde ne teorik ne de pratik bir butunlugu olmayan, fakat modern bilim ve teknolojiden rahatsizlik ortak paydasinda bulusan, ve "Antibilim" olarak nitelendirilen bu hareketin uc ana kaynaktan beslendigi soylenebilir. Bu kaynaklarin birincisi, modern bilim ve onun uygulamasi olan teknolojinin ortaya cikardigi beklenmeyen ve istenmeyen sonuclarin kamuoyunda uyandirdigi tepkilerdir. Bir digeri dogu dusuncesi ve mistisizmin bati bilimi uzerine etkisi, digeri ise neo-marksist bilim elestirisi teorileridir. Neo-marksist yaklasim taraftarlari, bilim felsefesi veya sosyolojisi tartismalarinda daha cok bilginin sosyal islevi uzerinde durmaktadirlar. Onlara gore, modern bilim hem tarihsel olarak ortaya cikisi hem de gunluk kullanilis bicimi acisindan toplumsal celiskilerden ve bu celiskilerin kurumsal yeniden uretiminden bagimsiz degildir. Bilim de somuru sisteminin bir urunudur ve onun isleyisinin en guclu araclarindan birisidir. Somurulenlere sundugu imkanlar, aynen devletin sunduklari gibidir. Devletin tarafsizligi ile bilimin tarafsizligi arasinda sadece bir alan farki vardir. Bu bakis acisi elestirel bakmanin otesinde bilime bir alternatif yaklasim getirmedigi icin cok yaygin olarak paylasilmamakla birlikte, aslinda onemli sorunlara isaret ettigi pek cok kisi tarafindan ortaya konulmaktadir. Antibilimin temel tezleri 1. Modern bilim ve onun uygulamasi olan teknoloji insanogluna daha onceki donemlerde gorulmemis oranda bir enerjiyi kullanabilme olanagi vermistir. Bu hem sosyal yasam, hem de ekosistem icin onemli bir tehdit unsurudur ve bunun da sorumlusu buyuk oranda bilimdir. 2. Bilim, sahip oldugu totaliter niteligiyle bir din bicimine burunmustur. Dinin ortacagda ustlendigi pek cok islevi gunumuzde bilim ustlenmektedir. Bu islevler ozetlenirse, ortaya kabaca sunlar cikmaktadir: - Din, hem evrene hem de onun icinde yeralan tum varliklara bir tanim getirmekteydi. - Toplumsal duzeyde kabul gorecek ve baglayici nitelikteki mesru bilme bicimi ile bilgilerin olculerini, icerigini ve sinirlarini belirlemekteydi. - Din, hem sosyal hem de bireysel hayatin idamesi amaciyla gerek duyulan sosyal denetimin saglanmasi icin devletle isbirligi yapmaktaydi. - Bireylere sosyal gelisimleri icin yol ve yordam gostermekte, onlara ruhsal destek saglamakta ve olumsuzluklari asmalari icin teselli vermekteydi. Gunumuz bilimine bakildiginda ise, ozellikle batida bu islevlerin asagi yukari tumunu artik bilimin ustlendigi gorulecektir: - Bilim, nesnel dunyayi tanimlamakta, evrendeki varliklarin yapi, konum ve davranis bicimlerini ortaya koymaktadir. - Saglam ve guvenilir bilgi yontemleri gostermektedir. - Ilerleme ve refahin nasil elde edilebileceginin yollarini gostermektedir. - Her turlu fizyolojik, biyolojik, sosyal, siyasal, psikolojik sorunun tek cozum kapisini olusturmaktadir. 3. Bilim, toplumsal orgutlenme icerisinde, sanki herkesin yararinaymis gibi bir goruntu altinda, belirli toplumsal kesimlerin lehine isleyen bir ideoloji islevi gormektedir. 4. Bilim, insanligin buyuk bir cogunlugunun aleyhine olan atom bombasi, nukleer silah, kitalar arasi fuze veya askeri teknoloji gelistirmeye hizmet etmektedir. Bu imkanlar uluslararasi gucler dengesini gucluler lehine guclendirmekte, uluslarin kendi kaderlerini tayin haklarini elde etmelerini imkansizlastirarak tam bir bagimlilik yaratmaktadir. 5. Bilim adamlari, sahip olduklari imkanlarla siyasetcilerle de isbirligi yaparak toplum uzerinde hegamonya kuran guclu bir baski grubu haline gelmektedirler. 6. Bilim, insanin diger tum alternatif bilgi uretme imkanlarini sadece devre disi birakmakla kalmayip, ayni zamanda onlari koreltmektedir de. 7. Bilimin gelistirdigi kimyasal ilaclar ve tedavi yontemleri bir taraftan insan sagligini koruyor gorunurken, diger taraftan da yeni hastaliklarla daha cok insanin neredeyse aliskanlik duzeyinde yaygin olarak hasta olmasina neden olmaktadir. 8. Her toplumda onemli bir sinif haline gelen, basta doktorlar olmak uzere tum saglik personeli icin hasta insanlar bir gecinme nesnesi haline geldiginden insana bakis niteligi degismis, insanlar bu sektor gozunde ne kadar caresiz hasta olurlarsa o kadar degerli hale gelmislerdir. 9. Bilimin gelistirdigi uretim ve medya teknolojisi sonucunda tum insanlar tekduzelesmeye ve kitlesellesmeye baslamistir. 10. Bilimsellik soylemi, nesnellik adina ortaya ciktigi ve onu tekeline aldigi icin genel anlamda elestirinin onunu kapamakta, ozel anlamda da farkli dusunce bicimlerini yok etmekle totaliter bir bakis acisinin yerlesmesine uygun zemin saglamaktadir. 11. Bilimsel ve teknolojik gelisme, dunyanin bir tarafinda aclik, sefalet, yetersiz beslenmenin oldugu, diger tarafinda ise korkunc israflarin yapildigi dengesiz bir kaynak dagilimina yardimci olmaktadir. 12. Arastirmalarda oncelik sirasi degismektedir. Bilimsel uretim, arz ve talebe gore isleyen pazara yonelik bir meta uretimi haline geldigi icin kaynaklar toplum icin gerekli olandan cok pazar degeri olan bilgi alanlarina kaydirilmaktadir. 13. Bilimin degerden uzaklastirilmasi sebebiyle, bilim neden oldugu olumsuz sonuclardan ayri gibi sunulmaktadir. Bu yuzden de tum insanligi yok edecek projelerde calisan bilim adamlari herhangi bir ahlaki kaygi tasimamakta, bunu ahlaki tercihlerinden bagimsiz yaptiklarini dusunmektedirler. *** Goruldugu gibi, Antibilimcilerin bakis acisi, uzume kizip bagciyi dovmek gibidir. Insanlarin gunumuzde kurduklari ekonomik, siyasal ve sosyal duzenin carpikliklarindan kaynaklanan sorunlari, bir gunah kecisi gibi gordukleri bilimin uzerine atmaktadirlar. Halbuki bilim, kendisiyle mesgul olanlarin amaclari ve niyetlerinden bagimsiz, objektif bir bilgi edinme cabasidir. Dogru bilgi edinmenin yontemleri ve kurallarinin bir butunudur. Kendisini kullanan insanlarin yaptiklarindan bilim sorumlu tutulamaz. Bilimin, baska bilgi alanlarinin onunu kapamasi ve bu sekliyle bilgi alaninda totaliter bir bakis acisini yerlestirmesi ise, bize gore insanliga bir faydadir, zarar degil.
-
Anarsist bilgi kuramlari, postmodern dusunceler ve bilim karsiti fikirler, kisisel fikrime gore bilime ve bilimsel dusunceye buyuk zarar veren fikirlerdir. Hatta bu tur tartismalar cercevesinde, 20. yuzyilin ikinci yarisindan itibaren, sanki bilimde bir kriz varmis, daha onceki tipik bilim anlayisi artik tikanmis ve cozum uretemez olmus havasi yaratilmis ve bu alternatif fikirlerle bilimsel ugras kirletilmek ve metafiziklestirilmek istenmistir. Halbuki bilimin 20. yuzyildaki tarihine bakildiginda basari ustune basari ve hatta cok yuksek ivmeli bir basari gorunmektedir. Ornegin, astronomiyi alalim. Kara delikler kagit uzerindeki bir teoriyken, su anda en az 12 adet kara delik saptanmistir. Baska yildizlarin da gezegen sistemleri olmasi gerektigi, sadece bir fikirken, su anda yuzden fazla yildizin gezegen sistemleri kesfedilmis, gozlenmistir. Su anda artik kendi gunes sistemimizi digerleriyle kiyaslamak ve gezegenlerin ve diger gok cisimlerinin ortaya cikisiyla ilgili teorileri daha da kesinlestirmek mumkun hale gelmistir. Modern kozmoloji, evrenimizin de diger evrenler gibi vakumdan kendiliginden ortaya ciktigini ifade ederek evrenin kokeni problemini ortadan kaldirmistir. Hatta, bu yeni evrenlerin olusturulma isleminin gelecekte laboratuarlarda cok yuksek enerjili parcaciklari carpistirarak gerceklestirilebilecegi ortaya cikmistir. Aya gidilmis, baska gezegenlere uzay araclari gonderilmistir. Notrino kaydi ve olcumu yontemleri sayesinde, ilk elde edilen olumsuz sonuclarin aksine daha sonra gunesin (ve diger yildizlarin da) enerji kaynaklari uzerine gelistirilmis teorinin gecerliligi kanitlanmistir. Cekim dalgalarinin olcumu, pek cok baska teorilerin test edilmesini saglayacaktir. Ki bunlar sadece bir bilim dalina iliskin bulgular. Tum diger bilim dallari icin benzer bir liste cikarilabilir. Tum bunlarin isiginda, bilim elestirmenlerinin bahsettigi su "bilimin krizi" nerede acaba? Max Planck, Albert Einstein ve niceleri, dis dunyanin insan zihninden bagimsiz bir gercekligi oldugu ve bu fikrin tum doga bilimlerinin temelinde yer almasi gerektigi konusundanki fikirlerini aciklikla sundular. Arastirmacilarin bu konudaki bakis acilari, bilginin evrimsel teorisini savunan filozoflar tarafindan da desteklenmektedir. Insanligin kollektif basarisi, bilimsel teorilerin ise yaradigini ve bilimin ilerledigini dogrulamaktadir. Fakat bilimin objektifligi ve guvenilirligi, dusmanlari tarafindan devamli saldiri altinda tutulmaktadir. Yuri N. Efremov'a gore, bilime bu tur saldirilari yapan Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi; fiziksel teorilere guvenilemeyecegini, cunku birinin hep digerinin yerine gectigini, onlarin gercekler degil bilim adamlarinin uydurmalari oldugunu vs. savunan gunumuz "bilgi sosyologlari"ni bilim felsefecisi bile saymamak gerekmektedir. Efremov'a gore, unlu rus fizikci V. Ginzberg, ceyrek yuzyil once Kuhn'un ulastigi sonuclarin birtakim yanlis anlamalardan kaynaklandigini tespit etmistir. Yeni bilgi, eger dogruysa, eski bilgiyi daima icinde icermektedir. Eski teori, yeni teorinin bir parcasi, ya da ozel bir durumudur. Ornegin Newton fizigi ve Einstein fizigi orneklerinde goruldugu gibi. Efremov'a gore, relativite ve kuantum fizigi bilim adamlari ve filozoflarin psikolojilerinde meydana gelen bir "devrim"dir, yoksa bilimin icinde meydana gelen bir devrim degil. Ona gore Kuhn'un bahsettigi sekliyle "bilimsel devrim"ler bulunmamaktadir. Dolayisiyla, bilimin dis dunya gercekliginin varligi, birligi ve objektifligi konusundaki temel kabulunu degistirmek icin bir sebep bulunmamaktadir.
-
Bilim, kendi bulgularini curutmeye calisan tek bilgi kaynagidir. Bilgi alanindaki diger tum etkinlikler, kendi iddialari ve fikirlerine yonelik belli bir taraf tutma egilimi gosterirler. Sadece bilimin kendi zayifliklarini bulup ortaya cikartmak icin gelistirilmis yontemleri vardir ve bu islem bilimsel etkinligin bir parcasidir. Bugun, bilim adamlarinin da yeni fikirlere karsi bagisikliklari oldugu fikri, felsefi alanda cok sozu edilen bir bulgu ve iddiadir. "Paradigma" denen ve bilimsel probleme belli bir bakis acisini ifade eden kavrama gore, bilimde de subjektif bakis acilari ve problemleri ozel algilayis bicimleri mevcuttur. Dolayisiyla, bu ve buna benzer kavramlarla gunumuzde bilimin de objektifligi sorgulanmaktadir. Fakat, neresinden bakilirsa bakilsin, bu tur noktalarin hicbiri, bilimin kendi teorilerini test etmek icin belli yontemleri bulundugu ve deney sonuclariyla uyusmayan teorileri terkettigi gercegini degistirmez. Bilim bunun icin elinden geleni yapmakta, bilgi uretimindeki subjektif faktorleri mumkun oldugu kadar ayiklamaya calismaktadir. Insanoglu nihayet dogru ve guvenilir bilgi edinmenin yolunu bulmus ve buna "bilim" adini vermistir. Son birkac yuzyilin tarihine bakildiginda da bu yontemin gayet basarili bir bicimde isledigi acikca gozler onune serilmektedir. Bilimin ise yaradigini, tarih ve olgular soyler. Tarihinin hicbir doneminde, modern bilim ve teknolojinin yontemlerinin gelistirilip uygulamaya konuldugu son yuzyillardakiyle kiyaslanabilecek duzeyde hizli bir gelisim yoktur. Diger bilgi alanlarinin (felsefi soylemler, dinler, mitolojiler, inanclar, gelenekler, vs.) eksik olduklari temel nokta "dogrulugun testi"dir. Bilim haricindeki tum bilgi alanlarinda bilgi ya hic test edilmeden, ya da cok subjektif bir bicimde, yanli bir teste tabi tutularak kabul edilir. Tumunun temelde dayandigi, kanitlanmamis hipotezleri vardir. Peki bilimin kanitlamadan inandigi birsey var midir? Cok ilginc bir sekilde bu sorunun cevabi evettir. Dunyanin yapisi oyle bir kuruludur ki, belli bir baslangic noktaniz yoksa, hicbir sonuca ulasamazsiniz. Fakat, bunun bilincinde olan bilim, kanitlamadan kabul ettigi noktalari mumkun olan en aza indirmistir. Bilimin sadece iki temel kabulu vardir. Bir, dis dunyanin gercekligine inanmak. Iki, dis dunyanin arastirma, deney ve gozlem yoluyla anlasilabilecegine inanmak. Bilimin bunlar disinda kanitlamadan kabul ettigi bir dayanagi yoktur. Diger bilgi alanlari ise, ya bu iki noktayi kanitlamadan kabul etmeye yanasmaz ve boylece hicbir bilgiye ulasilamayacagi sonucuna ulasirlar; ya da bir sonuca ulasabilmek icin bunlardan cok daha fazla kabuller yapmak zorunda kalirlar. Bilimin temel ayirt edici yonu ve onu bilgi alanindaki diger ugraslardan ayiran temel fark buradadir.
-
Insanoglu nasil bilgi edinir? Insanoglu, 1) Kendi gozlem ve tecrubelerine dayanarak, 2) Guvenilir kisilerden (genellikle yasca daha buyuk veya toplumda konum olarak daha yuksek kisilerden) aktarilan tecrubelere dayanarak, 3) Bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanarak (gunumuzde bilim) bilgi edinir. Kisinin dunya gorusu, kafa yapisi, dusunce bicimi, aliskanliklari ve kisiligi buyuk olcude yetisilen cevre tarafindan bicimlendirilir ve aile buyuklerinden, icinde yasanilan toplumdan, cevreden, arkadaslardan, ogretmenlerden, yasca buyuk ve konum olarak ustte bulunan kisilerden, otorite sembollerinden, dini karakterlerden, kisacasi guvenilen kisilerden edinilen bilgilere dayanarak olusturulur. Kisinin kendi gozlem ve tecrubelerinden edinecegi bilgilerin bile yasanilan toplumdan ve daha once yasamis kisilerin bulgularindan etkilenecegi goz onune alinirsa, eger bilincli bir bilgi edinme yontemi kullanilmiyorsa, edinilen bilgilerin hemen hemen her zaman disaridan hazir alinan ve bilincli bir sekilde dogrulanmayan bilgiler olacagi rahatca gorulebilir. Bu disaridan hazir alinan ve dogrulanmayan bilgilerin (dogmatik bilgiler) kaynaklari kucuklukten beri duyulan ogutler, sohbetler sonucu ortaya cikan bilincsiz ogrenmeler, baskalarinin basindan gecmis oldugu soylenen olaylara dair hikayeler, zaman zaman atasozleri ve efsaneler, diger zamanlarda ise gunluk yasamda erisilen yazili kaynaklardan okuyarak edinilen bilgiler olur. Ortalama insan genellikle edindigi bilginin guvenilirligini sorgulama ihtiyaci hemen hemen hic duymaz ve sorguladigi zaman da yontem olarak cogu kez deneme yanilmayi veya yine guvenilen kisilerin onayini kullanir. Gunluk hayatta karsilasilan ve dolayisiyla tipik “deneme-yanilma” ile test edilebilecek bilgilerin dogrulanmasi bu sayede mumkun olurken, diger daha teorik ve icinde yasadigimiz dunyayi ve toplumu aslinda daha derinden etkileyen prensiplere ait bilgiler ise cogu kez dogmatik bilgi olarak kalmaya devam eder. Yazili kaynaklardan edinilen bilgilerde bile, cogu kez okudugumuz kaynaklarin neler olacagi dahi daha onceki birikimimiz ve cevremiz tarafindan belirleneceginden, bilgi edinmedeki sozkonusu zinciri kirma konusunda bunun da fazla bir etkisi olacagi soylenemez. Oyleyse, eger yasadigimiz dunyayla ilgili guvenilir bilgi edinmek istiyorsak, bilincli ve kontrollu bir bilgi edinme surecine ihtiyacimiz var demektir. Guvenilir bilgi edinmek neden kritiktir? Bu nokta gunluk hayatta genellikle gozardi edilen bir gercek ile baglantili, ve o da insanoglunun gucunun ve basarisinin kaynagina dair degerlendirmelerle cok yakindan iliskili. Insanoglu bu gezegende yasayan en guclu varlik ve bu gucunu cevresini kontrol edebilmesine, degistirebilmesine, doganin sagladigi imkanlari kendi lehine kullanabilmesine (alet yapmak, ates yapmak, tarim yapmak gibi), diger canlilari kolelestirebilmesine (evcil hayvanlar), vs. borclu. Yani teknolojiye. Teknoloji bilginin yarar saglayacak sekilde kullanilmasi demek. Bugun de hala teknolojide daha ileri ulkeler digerlerinden daha guclu ve daha iyi kosullarda yasiyorlar. Peki bir toplumun “ileri” ya da “gelismis” olmasi sadece bu mu demek? Yani gelismis ve gelismemis dedigimiz toplumlar arasindaki temel farklar nelerdir? Bunu anlamak icin gelismislikten ne kasdettigimizi tanimlamak gerekiyor. Bu yazida gelismislikten sunu kastediyoruz: Bir toplumun bireylerinin ihtiyaclarini karsilayabilme basarisi, toplum genelinde saglayabildigi adalet ve ozgurluk duzeyi, yeni fikir ve denemelere toplumun gosterebildigi tolerans duzeyi ve icinde yasadigimiz evreni daha iyi anlamaya ve gelecekte daha iyi yasamaya imkan verecek gelismeleri kaydetme potansiyeli. Bu tanimdan gorulecegi gibi saydiklarimizin bir kismi teknoloji ile, bir kismi ise insani degerler, ahlak, bilgelik ve erdemle igili. Fakat tamami, dogrudan veya dolayli olarak yasadigimiz dunyayla ve evrenle ilgili sahip oldugumuz bilgiler ile ilgili. Teknoloji, dunyaya iliskin sahip oldugumuz bilgiyle ilgili. Teknoloji bilginin faydali alanlara uygulanmasi demek olduguna gore, once o bilgiye sahip olmayi, o bilgiyi edinme becerisini gerektiren bir ugras. Ahlak, bilgelik, erdem, vs, ise hayatta kendimize edindigimiz amacla, bu evrenin ozel bir maksatla kurulup kurulmadigiyla ve varligimizin bizden bu konularda birtakim davranislar ve ozveriler gerektirip gerektirmedigiyle, toplum olarak, tum bireylerin daha iyi yasamasi icin nelerin gerektigiyle, insan ve toplum davranislarini duzenleyen faktorler, prensipler ve ilkelerle, yani yine icinde yasadigimiz evrene ait bilgilerle ilgili. Kisacasi, toplumun gelismisligi icin, daha iyi yasamak icin, daha guclu olmak icin ve bu dunyanin sirlarini cozmek icin, kisacasi hemen hemen her sey icin “bilgi” gerekiyor. Tabi burada kastedilen bilgi “dogru” bilgi, “guvenilir” bilgi. Evrene ait dogru zannettigimiz fakat bizi yaniltan yanlis bilgiler veya yetersiz bilgi, yukarida sozunu ettigimiz cesitli alanlarda bizi yanilgiya ve yanlis yapmaya, dolayisiyla da basarisizliga itiyor. Daha dogru ve gecerli olan, ve bu dunyayi daha iyi tasvir eden bilgilere, ve bu tur bilgileri daha guvenilir sekilde edinme imkanina sahip olanlar her acidan digerlerine gore daha avantajli oluyorlar. Oyleyse, kontrollu ve guvenilir bir bilgi edinme yontemine ihtiyac duydugumuz asikardir. Insanoglunun gelistirmis oldugu ilk ve simdilik tek “kontrollu” bilgi edinme yontemi ise bilimdir. Cunku bilgileri “dogrulama” ve “kanitlama” kaygisiyla edinen tek bilgi edinme yontemi bilim. Ayrica kendi teorilerine saldiran, onlarda aciklar yakalayip curutmeye ve degistirmeye ugrasan tek bilgi edinme yontemi de bilim. Dini bilgiler, efsaneler, anekdotlar, gelenekler, aliskanliklar, hayatta ilk tanistigimiz ve bize bildigimiz her seyi ogreten yakin cevremizden (aile, ogretmen, arkadas, buyukler, vs.) edindigimiz bilgiler, yani sorgulamadan “guvendigimiz” kisilerden ve kaynaklardan edinilen bilgilerin tumu ise dogrulanmadan edinilmis, “dogmatik” bilgiler. Ve dolayisiyla yanlis olma, gecersiz veya eksik olma olasiliklari yuksek olan bilgiler. Bu noktada birtakim okuyucularin zihninde cesitli supheler ve itirazlar belirebilir. Neden bilimsel bilgiye o kadar kayitsiz sartsiz guvenebilecegimiz ve neden diger bilgilerden o kadar suphe etmemiz gerektigiyle ilgili olarak. Bunu cozmek icin bilimin yonteminin ne oldugu, bilginin teorik sinirlarini, bilginin guvenilirliginin ne demek oldugunu ve bilginin nasil dogrulanabilecegini tartismamiz gerekiyor.
-
İnançlılarla tartışırken pek çok tartışmanın bu noktada düğümlendiğini farkettim. Özellikle bilimsel konularda tartışma yapıldığında, inançlı kişi bilimin açıklayamadığını düşündüğü birşeyleri gündeme getiriyor ve birşeyi bilimin açıklayamadığını gösterdiği takdirde her nedense kendi teist tezleriyle ilgili birşeyler kanıtladığını zannediyor. Pek çok kez, inançlının getirdiği ve bilimin açıklayamadığını iddia ettiği konuda teistin bilimsel bilgilerinde eksiklik gözleniyor. Yani aslında bilimin güzel bir şekilde açıkladığı pek çok konuyu da teist bilimin açıklayamadığı konu zannediyor. Bu bazen teistin bilimsel konulardaki bilgi eksikliğinden, bazen yaratılışçı medyanın propagandalarının yol açtığı bilimsel şartlanmalardan, bazen ise merak edilen konunun teknik ayrıntılarının fazlalığından kaynaklanıyor. Ya da bu faktörlerin birkaçı bir arada bulunabiliyor. Özellikle evrim ve biyoloji ile ilgili konularda bu durum daha çok dikkat çekiyor. Çünkü yaratılışçı medyada teistleri kendilerinden emin hissettirecek pek çok çarpıtılmış ve yalan yanlış sunulmuş, içlerinde bilimsel terimler geçen ama kendisi bilimle ilgisiz yazilar ve bilgiler bulunuyor. Fakat sorun ne olursa olsun, konu ister bilimsel açıklaması olan fakat teistin bunun farkında olmadığı bir konu olsun, isterse gerçekten de bilimin henüz çözemediği bir konu olsun, asıl sorun başka bir noktada toplanıyor. Sorun, teistin bilimsel açıklaması olmadığını düşündüğü konuları şu veya bu sebeple Tanrı’nın varlığına delil olarak görmesi. Aslında gördüğü tam olarak bu değil teistin. Teist sadece, bilimsel açıklaması olmayan şeylerin altında doğaüstü bir faktör görüyor. Konunun gerçekten de doğal bir açıklaması olup olmadığı meçhul, eğer yoksa ileride bulunup bulunmayacağı meçhul, bulunmasa bile bunun olayın altında doğaüstü bir faktor olduğu anlamına gelip gelmediği meçhul, doğaüstü bir faktörün olaydan sorumlu olduğu farzedilse bile, bu doğaüstü faktörün ne tür birşey olduğu meçhul. Fakat bu kadar bilinmeyene rağmen, teist yine de, açıklaması olmadığını düşündüğü birşeyin altında kendi dininin Tanrısını bulabiliyor. Bunun yönlendirilmis ve şartlanmıs bir düşünce şekli olduğu gören için çok açık ama şimdilik bunu gözardı edelim ve ortada bilinmeyen olduğu durumlarda (ki bilinmeyenin gerçekten de varolduğunu farzediyoruz burada, yani teistin cehaletini görmezden geliyoruz ve gercekten de bilimin açıklayamadığı bir konudan bahsettiğimizi farzediyoruz), bu durumun bilinmeyenin altında doğaüstü bir faktör aramayı geçerli kılıp kılmadığına bakalım. “Naturalizm” (Doğalcılık) ve “Supernaturalism” (Doğaüstücülük) Bunu incelemek için, önce bir felsefi tanımlama yapmalıyız. “Naturalizm” (Doğalcılık) ve “Supernaturalism” (Doğaüstücülük) olarak ifade edilebilecek iki bakış açısı vardır felsefede. Doğalcılık adından da anlaşılabileceği gibi, her şeyin doğal bir sebebe indirgenebileceğini söyler. Nesneler, olaylar, hatta değer yargıları gibi soyut şeyler dahi, doğacılık bakış açısına göre doğada varolan gerçekler ve somut varlıklarla etkileşim bağlamında açıklanabilir. Bunun daha özel bir biçimi olan materyalist naturalizme göre ise madde varolan tek gerçekliktir. Evrendeki her şey ve tüm kanunlar maddeye indirgenebilir. Doğaüstücülük ise bunun tam tersi anlaşılabileceği gibi. Bu bakış açısına göre olaylar, kavramlar ve değerler doğaüstü güç ya da güçlerin veya doğaüstü bir otoritenin varlığını gerektiyor. İlk bakışta doğal açıklamalar kabul edilebilir, ama derine inildiğinde her şeyin özünde ve temelinde doğaüstü bir güç ve düzen vardır bu bakış açısına göre. Ayrıca doğaüstücü bakış açısına göre doğaüstünün kabulü temel önkabullerimizin zorunlu bir sonucudur. Onlara göre dünyaya ilişkin en temel önkabullerimiz, bizi zorunlu olarak doğaüstünün kabulüne götürür. Naturalistlere göre ise, doğaüstünün kabulü zorunlu önkabullerimiz arasında değildir. Bu iki bakış açısı arasındaki fark, teistlerle ateistler arasındaki temel farkı oluştuyor bana göre. Ateistler daha çok naturalist bakış açısını benimsiyorlar. Doğanın varolan tek şey ve her şey olduğunu düşünüyorlar. Ve doğayı açıklamak için doğa dışı herhangi bir faktöre gereksinim olmadığını düşünüyorlar. Teistler ise doğaüstücü bakış açısını benimsiyorlar ve varolan gerçekliğin dışında ve ötesinde, onu kapsayan bir doğaüstü gerçeklik olduğunu ve bu doğaüstü gerçeklik olmadan evrenin açıklanamayacağını düşünüyorlar. Bu iki bakış açısı birbirine zıt ve bir arada varolamayacak şeyler. Yani kişi ya birini, ya da diğerini kabul etmek zorunda. Temel sorun bu iki dünya görüşü arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanıyor. Peki bu iki bakış açısı arasında bir tercih yapabilir miyiz? Hangisi gerçeği temsil etmektedir ve bunu nasıl anlayabiliriz? Önkabuller Her düşünce ve bu düşünceyi ifade etmek için kurduğumuz her cümle, bazı önkabullerin varlığını gerektirir. Birine “Buzdolabından bana bir kola getir” dediğinizde, bu ifade birkaç önkabulde bulunmaktadır. Karşınızda konuştuğunuz bir kişi bulunduğunu, konuştuğunuzda bu kişinin sizi anlayacağını, bu talebinizi yerine getireceğini, bu kişinin bu talebi yerine getirmeye muktedir olduğunu, ortada bir buzdolabı bulunduğunu ve bu buzdolabının içinde kola bulunduğunu farzetmektesiniz böyle bir cümle kurarken. Felsefi tartışmalar, daha çok kullanılan dilin ve kelimelerin ifade ettiği anlamların analizi üzerine kurulmaktadır artık günümüzde pek çok durumda. Dolayısıyla, bu işlem önkabullerin analizini gerektirmektedir. Zorunlu ve zorunlu olmayan önkabuller, bu sebeple çok önemli bir ayrımdır. Yani hangi önkabuller olmazsa olmaz şeylerdir, hangileri keyfidir. Zorunlu önkabuller, temel olarak dört tanedir. (Burada zorunludan kasıt, bu önkabullerin kabul edilmemesi durumunda ortaya kendisiyle çelişen bir döngü çıkmasıdır). 1) Mantık kurallarının geçerliliği (Ki bunlar kısaca şu üç kanunla özetlenebilir: 1) A, A’dır, 2) A, non-A değildir, ve 3) A ile non-A bir arada doğru olamaz) 2) Başka zihinlerin varlığı 3) Başka zihinlerle ortak bir kavramsal dünyanın varlığı 4) Bu kavramsal dünyanın değişmezliği (stabilitesi) Bu önkabuller, ister naturalist, ister supernaturalist olsun, herkesin, tum insanların konuşurken ve iletişim kurarken yaptıkları önkabullerdir. Bunlar olmadan, zaten fikir iletişimi, hatta düşünce dahi mümkün değildir. Öyleyse, eğer doğaüstücülerin fikirleri doğruysa, doğaüstü fikri ya bunlardan önce gelmeli, ya da bunlardan doğrudan çıkmalıdır. Doğaüstü fikrinin bunlardan önce gelmeyeceği açıktır. Çünkü Tanrı veya herhangi bir doğaüstü kavramı daha tartışmaya, hatta tanımlamaya başlamadan önce yukarıdaki önkabullere sahip olmak gerekmektedir. Demek ki ilk olasılık geçerli değil. Öyleyse ikinci olasılığı değerlendirmeli ve doğaüstü fikrinin, bu önkabullerden doğrudan çıkan birşey olup olmadığına bakmalıyız. Bunu günlük hayattan alınmış bir örnek üzerinde inceleyelim. Diyelim ki bir Çinli adam var karşımızda. Kendisi Çin’in orta kesimlerinde bir yerde yetişmiş ve temel matematik ve bilim eğitimi almış olmasına rağmen, kendi ulkesi dışında hiçbirşey bilmiyor. Bizlerin kültürüne, tarihine, diline yabancı. En azından bizlerin Çin’e, Çin’in kültürüne, diline ve tarihine olduğumuz kadar yabancı bize. Bir taoist olarak yetiştirilmiş ve bu yüzden de Tanrı ve Tanrılar fikrine yabancı. Deneyimizin özü, bu kişiye islamı ve Tanrı inancını öğretmek üzerine kurulu. Konu, bu kişiye bunları öğretip öğretemeyeceğimiz veya ikna edip edemeyeceğimiz değil, bu kişiye bunları öğretirken neye dayanacağımız yönünde. Doğal olana mı, doğal olmayan, doğaüstü olana mı? Nereden başlarsınız? Bu kişiye ne dersiniz? Neler anlatırsınız? Anlattıklarınız doğaya, gözlenebilir ve tecrübe edilebilir olan şeylere mi dayanır, yoksa doğaüstü şeylere mi? Kuran’ın gerçekten Tanrı sözü olduğuna bu kişiyi nasıl inandırırsınız? Eğer objektif biçimde duruma bakarsanız, doğalcılığı ve gözlenebilir dünyanın devamlılığını önkabul olarak farzetmek zorunda olduğunuzu göreceksiniz. İkinizin de dünyada aşağı yukarı aynı temel tecrübelere sahip olduğunuzu farzetmeden kendisine örnek dahi veremeyeceğinizi ve birşey anlatamayacağınızı farkedeceksiniz. Yani ister istemez doğal olanı öne koymaktasınız, oradan doğal olmayana ulaşmaktasınız. Durum bunun tersi değildir. Doğal ve Doğaüstü Demek ki doğal olmayan, doğalcı bakış açısının savunduğu gibi “ekstra” birşeydir, “fazladan” birşeydir. Temel dayanak değil, sonradan ortaya çıkan ve dünya görüşüne eklenen birşeydir. Dolayısıyla da, bu fazladan faktörü hesaba katmadan dünyanın anlaşılıp anlaşılamayacağına bakmak öncelikli ve temel tavırdır. Kısacası, doğaüstücü kesimin temel tezi, yani doğaüstü fikrinin en temel anlayışımızda ve önkabullerimizde bulunduğu ve beynimize işlenmiş olduğu fikri yanlıştır. Peki sonradan da olsa, yine de doğaüstü fikrini dünya görüşümüze katmanın bir gerekcesi var mıdır? Bizi doğaüstü fikrini kabule götürecek başka herhangi bir faktör var mıdır? Bilindiği gibi, doğaüstü fikri açıklanamayan konularda gündeme getirilir. Bilinmeyenler inançlının silahı ve dayanağıdır. Ortada bilinmeyen varsa veya inançlı bilinmeyen olduğunu düşünüyorsa, bunun bir doğaüstü fikrini gerekli ve zorunlu kıldığını düşünür inançlı. Farzedelim ki tüm gözlem ve açıklama çabalarımıza rağmen ve beynimizin tüm kapasitesini kullanmamıza rağmen, bir olayı açıklayamıyoruz. Bu ne demektir? Doğa içinde kalarak ve doğal faktörlere dayanarak bu olayın açıklaması yapılamaz, demek ki doğaüstüne dayanmalıyız mı demektir, yoksa ortada çözemediğimiz bir problem var ve mevcut bakış açımız ve elimizdeki mevcut bilgiler bu problemi çözmeye yetmiyor mu demektir? Tecrübeden biliyoruz ki, pek çok konuda çözümsüz görünen problemlerle karşılaşırız. Çocukluktan itibaren hayatımız bu tür tecrübelerle doludur. Elimize bulmaca şeklinde bir oyuncak verilmiştir çocukken ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım çözememişizdir. Hatta o çocuk aklımızla o bulmacanın çözülemeyeceğine kanaat getirmişizdir. Ya da kullanmasi karışık bir elektronik alet satın almış ve o kadar kurcalamamıza rağmen kullanmayı başaramamışızdır. Elimizdeki tüm gözlem ve deney gücümüzü kullanmış, beynimizin tüm kapasitesini kullanmış, fakat yine de aleti kullanmayı başaramamışızdır. Hatta aletin bozuk olduğuna kanaat getirmişizdir. Fakat bir de şöyle tecrübelerimiz yok mudur? Örneğin o aletle ugraşmayı bırakıp, aradan biraz zaman geçtikten sonra aklımıza birden yeni bir fikir gelmesi ve gidip onu denedikten sonra aleti kullanmaya başladığımız veya çözülmez zannettiğimiz bir bulmacayı bir süre sonra çözdüğümüz, baştan hiçbir açıklaması ya da çözümü olmadığını düşündüğümüz ve düşünsel olarak tamamen tıkandığımız bir konuda aradan biraz zaman geçtikten sonra başka alternatifler görmeye başladığımız, hatta sorunun probleme temel yaklaşım şeklimizde olduğunu sonradan keşfettiğimiz durumlar az mıdır hayatta? Tüm bunları hatırlayıp, çözülmemiş ve açıklaması olmayan bir olaya baktığımızda, o olayın da bu tür birşey olabileceğini farzetmek mi daha mantıklıdır, yoksa bu problemin doğa içinde kalarak çözümü yok, açıklama için doğaüstü faktörleri kullanmamız gerek demek mi daha mantıklıdır? Bize su anda çözümsüz görünüp de, daha sonra çözümlü görünen olaylar olduğunu bilmemize rağmen, neden her çözümsüz olayla karşılaştığımızda olayın altında doğaüstü faktor arama eğiliminde olalım? Böyle bir kabule bizi zorlayan ne vardır? Dikkat edilirse böyle bir kabule bizi zorlayan hiçbirşey yoktur. Zorlayan degil ama teşvik eden birşey vardır, o da problemin çözümsüz gözükmesidir. Fakat bir problemin çözümsüz gözükmesinin, gerçekten de çözümsüz olduğu anlamına gelmediğini sayısız örnekten ve tecrübeden biliyoruz. Buna rağmen pes edip doğaüstüne sarılmak nasıl bir tavırdır ve nasıl bir gerekçedir, bunu bir de bu bakış açısından düşünün. Ayrıca, dediğimiz gibi, çözümsüz bir problemde doğaüstüne sarılmak bir çözüm değildir, bir pes ediştir. Çünkü birşeyi doğaüstüyle açıklamak aslında açıklamamaktır. Sadece açıklıyormuş gibi görünüp kendini kandırmaktır. Ayrıca, her şeye rağmen yine de farzedelim ki doğaüstü bir açıklama yapmaya karar verdiniz. Elinizdeki tek veri bu olayın mevcut kosullar altında doğal faktörlere dayanarak açıklanamaması olmasına rağmen, buradan çıkıp da nasıl bir spesifik doğaüstü açıklamaya ulaşabilirsiniz? Doğaüstü, adı üstünde doğaüstüdür. O kadar geniş bir olasılık yelpazesini kapsar ve o kadar netlikten uzaktır ki, aslında ortada bir açıklama yoktur. Doğaüstü bir açıklama yapmak için, daha önceden uydurulmuş, ya da biryerlerden hazır alınmış doğaüstü kavramlara ihtiyaç vardır. Eğer böyle bir kavram yoksa, yeni birinin icat edilmesi gerekecektir çünkü. Fakat varsa, dikkat ederseniz bu kavramın seçimi tamamen keyfidir. Kişinin geleneklerine, düşünce alışkanlıklarına, geçmişine, bildiklerine, bilgi düzeyine, hayat tecrübesine, vs. dayanır. O doğaüstü faktor birisi için hayalet, başka biri için cin ya da şeytan, bir başkası için uzaylılar, başka biri için ise Tanrı olabilir. Ya da bir ilkel kabilede yaşayan bir birey için, kabilenin dışındakı büyük agacın ruhu olabilir. Bunların hangisidir doğru olan? Bunların herhangi birini diğerine tercih etmeye bizi itecek ve önyargılardan ve geçmişten gelen şartlanmalardan arınmış, objektif bir yol var mıdır? Yoksa aslında bunların hepsi keyfi ve uydurma olan seyler midir? Bir de olaya böyle bakın ve elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, doğalcılık mıdır daha mantıklı olan ve tercih edilmesi gereken, yoksa doğaüstücülük mü?
-
Güvenilir bilginin teorik olarak sınırı var mıdır? Güvenilir bir "metafizik" mümkün müdür? Bu sorulara cevap verebilmek için "analitik yargı", "sentetik yargı", "a priori" bilgi, "a posteriori" bilgi ve "transendent" (aşkın) bilgi kavramlarını tanımlamamız gerekiyor. "Analitik yargı"lar, öznesinde yüklemi içeren yargılardır. Örneğin "Her çemberin merkezi vardır" önermesi, analitik bir önermedir. Çünkü merkez kavramı, çember kavramı tarafından içerilir. Çemberin tanımı "Bir merkeze eşit uzaklıkta olan noktalar kümesi" dir. Yani merkez kavramı, çemberin tanımında zaten vardır. Dolayısıyla, her çemberin bir merkezi vardır" dediğimizde aslında yeni bir bilgi vermiş olmuyoruz. Sadece öznede içerilen gizli bilgiyi açığa çıkarmış oluyoruz. Elbette ki bu tür bir yargının da yeri ve anlamı vardır. Örneğin matematikte bu tür yargılar çok kullanılır. Ya da "dedüktif" çıkarımın ("tumdengelimsel" çıkarım) kullandığı herhangi bir akıl yürütmede bu tür yargılar kullanılır. (Dedüktif çıkarım, genel bir prensipten yola çıkıp özel ile ilgili bir bilgiye, bir sonuca ulaşmaktır. Örneğin: Öncül-1: "Sağlıklı her insan nefes alır", Öncül-2: "Ahmet sağlıklı bir insandır", Sonuç: "Ahmet nefes alır"). Bu tür yargıların özelliği zorunlu olarak doğru olmalarıdır. Analitik yargılar " a priori" doğrudur. Yani kanıtlanmaya ihtiyaç göstermezler. Çünkü fazladan bilgi kullanmazlar. "Sentetik yargı"lar, öznelerinde yüklemi içermezler. Genel olarak, birbirlerinden bağımsız bilgileri birleştirirler. Örneğin "Babamın kazağı yeşildir" önermesi sentetik bir önermedir. Çünkü kazak kavramı zorunlu olarak yeşil olmayı gerektirmez. Kazaklar başka renk de olabilir. Yani burada birbirinden bağımsız bilgilerin (kazak ve renk) sentezi yapılmakta, ve yeni bir bilgi üretilmektedir. Dolayısıyla dışarıdan bilgi, "algı bilgisi" ışın içine girer. Fakat bir sorunla karşılaşılmaktadır, o da sentetik yargıların, birbirinden bağımsız bilgiler (ve algı bilgisi) kullanmaları yüzünden zorunlu olarak doğru olmamaları, "a posteriori" olmaları, yani doğrulanmaya ihtiyaç göstermeleridir. "İndüktif" çıkarımlar, ("tümevarımsal" çıkarım) normal olarak sentetik yargılar kullanır. Dikkat edilirse, bilgi arttırmanın tek yolu sentetik yargı kullanmaktır ve onlar da doğrulanmaya ihtiyaç gösterirler. Bilimsel araştırmaların ürettiği yargılar sentetiktir. Bu yüzden bilim, sadece algılarımızla ulaşabileceğimiz dünyayla ilgilenir. Bunun da sonucu, bilimde, veya genel olarak bilgi dağarcığımızı arttıran ve bize yeni bilgi verme iddiasında olan herhangi bir bilgi edinme yönteminde, yargıların kanıtlanmasının zorunluluğudur. Bu süreç içinde, elbette analitik yargılardan da yararlanılır. Fakat onların görevi yeni bilgi vermek değildir. Eski bilgiyi açığa çıkartmaktır. Eğer analitik yargıları yeni bilgi edinmede kullanmaya kalkarsak "döngüsel akıl yürütme" (circular reasoning) kullanmış oluruz. Yani bir kabul yapar, bu kabulden yola çıkar, döner dolaşır yine o kabulün içerdiği bilgiye ulaşırız. (Dinde bunun örneği çoktur). Burada "transentent" (aşkın) bilgi ve "metafizik" in de tanımını yapmamız gerekiyor. Transendent bilgi, mevcut fiziksel dünyanın ve mevcut bilginin sınırlarını aşan bilgidir. Örneğin öbür dünya bilgisi transendent bilgidir. Yada evrenin dışında ne olduğu bilgisi transendent bilgidir. Metafizik ise, transendent bilgi ile ilgilenen bir felsefe alanıdır. Fakat ünlü filozof Immanuel Kant'dan beri bilinmektedir ki, güvenilir bir metafizik bilgiye ulaşmak için "Sentetik a priori" yargılara ihtiyaç vardır. Yani yeni bilgi veren, fakat kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeden doğruluğu bilinen yargılar. (Yukarıda ifade ettiğimiz gibi normal olarak sentetik yargılar "a posteriori" dir). Kant "Salt Aklın Kritigi" eserinde büyük ölçüde bu konuyu işlemiş ve sentetik a priori yargıların varlığını ve güvenilir bir metafiziğin mümkünlüğünü araştırmıştır. Salt akıl ile bilinebilen ve bilinemeyen şeyleri ayıklamaya ve 'bilme' eyleminin tecrübe öncesi koşullarını ortaya koymaya çalıştığı için, kendinden önceki, dogmatik metafizik geleneğini de büyük ölçüde yıkmıştır. Kendisi ve kendisinden sonra gelen başka filozoflar başka metafizikler kurmaya çalıştıysa da, Kant'ın başlattığı analizlerin devamı sonucunda, bugün metafizik diye bir felsefi alanın güvenilmezliği tüm filozoflar için açıktır. Yani kısacası, doğaötesinin, ve dolayısıyla herhangi bir tür metafizik kavramın (tanrı, ölümden sonra hayat, evrenin ötesi, vs) sağlıklı ve güvenilir bir bilgisine ulaşılamaz. Buradan açıkça dini bilgiye bel bağlamış kişilerin beklentilerinin boş olduğu sonucu çıkmaktadır. Fakat elbette ki, bu anlattıklarımızı anlasalar da, inançlı kesim bildiğinden vazgeçmeyecektir. Hala doğaötesinin güvenilir bilgisine "kalp gözü", ya da "gönül gözü" dedikleri kavramlarla ulaşılabileceklerini düşüneceklerdir. Bunların toplumsal yaşam içinde geliştirdikleri psikolojik şartlanmalar olduğunun bilincine varmadan.
-
Felsefede materyalist tarafta olmak, her şeyin somut faktörler tarafından, yani madde tarafından belirlendiğini söylemektir. (Manevi, soyut, tinsel olanın değil, maddi, somut ve özdeksel olanın öncelikli olduğunu ve maddi olanın manevi olana sebep olduğunu, bunun tersinin geçerli olmadığını savunmaktır). Dolayısıyla, bu kritere uyan her görüş materyalisttir. Bu kadarıyla materyalizm ne tarihsel maddeciliği, ne de diyalektik maddeciliği zorunlu kılar. Diyalektik olmayan her maddeciliği kaba materyalizm diye adlandırmak da yine marksistlerin başvurduğu bir ideolojik manevradır. Marks ve Engels kendilerinden önceki materyalizmi mekanik bir materyalizm olarak görüp beğenmemiş olabilirler. Ama bu onlara kendilerinden sonra gelen veya kendilerininkiyle uyuşmayan her maddeciliği küçümseme hakkı vermez. Hegel'den aldıkları ve kendi iddialarına göre Hegel'de başaşağı duran diyalektiği, materyalizme çekip ayakları üstüne oturtmuşlardır iddia ettiklerine göre. Ama tam tersi bunu yaparak idealist bir kavramı materyalist bir felsefeye dahil edip, o felsefeye idealist bir unsur katmış olduklarını iddia edenler de var. Diyalektik kavramının ne tanımlanış şekli, ne de Marks ve Engels tarafından çeşitli vesilelerle kullanılma şekli tutarlıdır. Tüm değişimin ilkesinin diyalektik olduğunu söylerler ama düşünen herkes diyalektik denen şablona uymayan değişim türleri bulabilir. Diyalektik diye birşey tanımlayıp, ona uyan birkaç örnek verip, uymayan tüm örnekleri gözardı ederek ve örnek vermenin kanıtlama olduğunu zannederek çağdaş felsefe yapılmaz. Bunun dincilerin yaptığından farkı kalmaz. Analojiler açıklayıcılık için kullanılır, delil kabul edilemez. Ama hem dinlerde hem de diyalektik materyalizmde analojilerin delil gibi kullanıldığına tanık olunabilir. Niceliğin birikip niteliğe dönüşmesine uyan örnekler de verilebilir, uymayanlar da. Sadece bir çeşit örnek bulup, başka türlüsüne gözünü kapamak felsefe yapmak değildir. Bu yapılan dincilerin yaptığından farksız olur. Diyalektik materyalizm evrenin sonsuz olduğunu söyler. Halbuki böyle bir yargıda bulunmak herhangi bir felsefeye düşecek birşey değildir. Bu tür bir yargı, ampirik veri gerektirir. Bu veri olmadan böyle bir yargıda bulunmak metafiziktir. Tarihsel materyalizmde de geçersiz nokta çok. Bir insan, toplumların değişiminin hala somut faktörlere dayandığını söylüyor ama Marks'ın getirdiği sınıf çatışması teorisini kabul etmiyor olabilir. Toplumları geliştiren faktörün ve insan uygarlığının itici gücünün sınıf savaşları olduğu fikrini kabul etmiyor olabilir. Böyle düşünen birine sen materyalist değilsin mi diyeceğiz yani? Unutulmasin ki, materyalizmin tanımı bellidir. Yukarıda verdik. O kritere uyan fikirler materyalisttir. Bilim adamları da genel olarak materyalisttir. İdeolojik felsefelere dayanarak bilgi edinilemez. Bilgi üretecek tek alan bilimdir. İdeolojik felsefelere çok güvenecek olursan, olsa olsa o felsefenin çıktığı çağda kalırsın. Değişmeyen tek şey değişimdir diyen bir düşüncenin, kendi ilkelerinin evrensel olduğunu iddia etmesi de zaten bir çelişkidir. Marksist materyalizm ideolojiktir, dinden farksızdır.
-
Lee Smolin adlı bir fizikçinin 2006 basımı The Trouble with Physics adlı kitabını okumaya başladım son günlerde ve daha henüz yeni başlamış olmama rağmen adamın daha kitabın başında yaptığı bazı tespitler çok hoşuma gitti. Nihayet aklı başında, materyalist ve realist bir fizikçinin, günümüz fiziğinin içinde bulunduğu durum ile ilgili benim bile dışarıdan bakan bir amatör olarak gördüğüm bazı sorunlarını açık bir şekilde dile getirdiğine tanık oldum ve adamın kitabın başında bahsettiği bazı bilgileri burada da paylaşmak istedim. Bilim tarihinde daha önce rastlanan dönemlere bakarak, günümüzde fiziğin bulunduğu durumu eski dönemlerde bilimsel devrimlerin ortaya çıkışından önce rastlanan durumlara benzetiyor. 1975'ten bu yana fizikte hiçbir ciddi gelişme olmadığını söylüyor ve evreni anlayış düzeyimizde son 30 yıldır herhangi bir ilerleme olmadığından yakınıyor. Bu dönemde ortaya çıkan yeni bazı deneysel bulguların olduğunu (örneğin kara madde ve kara enerji), fakat bunların evren anlayışımızı ilerletmekten ziyade soru işaretlerini arttırdığını söylüyor. Daha kötüsü tıkanan fiziğin çıkış yolu olarak ortada bulunan ve akademik kadrolarda fiziğin geleceği olarak görülen ve son derece popüler olan sicim teorisinin (string theory) ciddi ilerleme yaratmak bu yana sorunu daha da büyüten bazi özellikler içerdiğini söylüyor. Bilimin ne olduğu ve ne olması gerektiğiyle ilgili problemler ortaya çıkardığını söylüyor sicim teorisinin. Eskiden fizik bilimi diğer bilimlere örnek olarak verilen ve bilimin nasıl çalışması gerektiğini gösteren bir alanken sicim teorisinin popülerleştiği son birkaç onyılda fizik biliminin gerçek bir bilimden beklenecek bazı temel özelliklerden uzaklaşma eğiliminde olduğundan yakınıyor. Çünkü her şeyden önce, bilimin en önemli özelliği yeterli delil ortaya çıkmadan herhangi bir fikrin benimsenmemesi gerektiğidir, fakat sicim teorisi taraftarlarının, sırf teorinin matematiksel güzelliği yüzünden işin delil ve deneysel doğrulama kısımlarını atlayıp, sanki teoriden gerçekmiş gibi bahsetmekte olduklarını ve kamuoyunu bu şekilde yanılttıklarını söylüyor. Sicim teorisi, günümüz teknolojisi ile test edilebilecek hiçbir öngörü içermiyor. Hatta günümüzde hayal edilebilece hiçbir teknoloji bile mevcut değil bu teorinin testi için. Ayrıca yazara göre teorinin sonsuz sayıda versiyonu mevcut ve herhangi bir deneysel sonucun tüm bu versiyonları yanlışlayabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla teori "yanlışlanabilir" değil. Nobel ödüllü bir fizikçiye göre sicim teorisine bir teori veya bir model bile denemez, daha çok bir "ipucu" sicim teorisi. Ya da altta yatan asıl gerçeğin belli yönlerine işaret eden bir sezgi gibi birşey, bir açıklama veya teori olmaktan ziyade. Fakat buna rağmen dediğine göre tüm saygın üniversitelerin fizik kürsüleri sicim teorisyenleri ile doldurulmaya başlandı son birkaç onyılda. Zamanında Einstein'in çalıştığı Institute of Advanced Study'deki daimi pozisyona sahip tüm fizikçiler sicim teorisyeni yazara göre, direktör dahil olmak üzere. Aynı şey Kavli Institute of Theoretical Physics için de geçerli. 1981'den beri, parçacık fizikçilerine verilen 9 MacArthur Fellowship'liğinin 8'i sicim teorisyenlerine gitmiş yazarın dediğine göre. Ayrıca ABD'nin üst fizik fakültelerinde (Berkeley, Caltech, Harvard, MIT, Princeton ve Stanford) 1981'den beri verilen 22 profesörlük kadrosunun 20'si de yine sicim teorisyenlerine gitmiş. Genç fizikçilerin, sicim teorisine inanmasalar bile, eğer kariyerlerini tehlikeye atmak istemiyorlarsa sicim teorisi konusunda çalışmak zorunda kaldığını, sicim teorisinin bilimsel alanda ve fizikteki problemler çözme konusunda değil ama akademik alanda rekabeti kazanmış olduğunu söylüyor. Ünlü bir sicim teorisyenine "Sicim Teorisinin alternatifleri nelerdir?" sorusunun sorulduğunu, verilen cevabın ise "Sicim teorisinin bir alternatifi olmadığı" şeklinde olduğunu, sicim teorisyenleri tarafından "Bütün güzel fikirlerin sicim teorisinin bir parçası olduğu"nun iddia edildiğini söylüyor. Ve burada şu soruyu soruyor: Neler oluyor? Bilimin ne olduğunu ve nasıl çalışması gerektiğini mi unuttuk? Hakkında en ufak bir deneysel doğrulamanın olmadığı bir alan olan sicim teorisinin, nasıl alternatifsiz olduğunu soruyor yazar. Hatta yazara göre sicim teorisyenleri sicim teorisinin ne olduğunu dahi bilmiyorlar aslında. Bunu sicim teorisyenlerinin bazılarının da itiraf ettiğini söylüyor. Ünlü bir sicim teorisyeninin verdiği bir konferansı "We don't know what we are talking about" cümlesiyle bitirdiğini söylüyor. (Yani "Biz neden bahsettiğimizi bilmiyoruz"). Bilimde ilerleme kaydedilebilmesi için farklı ve sıradışı düşünen kişilerin önünün açılması gerektiğini, fakat genç fizikçilerin sicim teorisinden farklı bir konuya yönelmeye cesaret edemediği bu akademik ortamda bunun yolunun tıkandığını söylüyor. Özellikle çözülmemiş ciddi problemlerin bulunduğu dönemlerde, çözümler ancak devrimsel yeni bazı fikirlerin ve bakış açılarının ortaya çıkmasıyla geçekleşeceğinden (örneğin 20. yüzyılın başındaki dönem gibi, ki burada Einstein ve Planck gibi fizikçiler devrimsel fikirlerle mevcut çözümsüz problemleri çözümlü hale getirdiler), farklı fikirlere destek verilmesinin daha da önemli hale geldiğini söylüyor. Yazara göre günümüzde fiziğin tıkandığı ve çözüme ihtiyaç gösteren 5 alan var. Bunları şöyle özetlemiş: 1) Genel relativite ile kuantum fiziğinin birleştirilmesi Burada temel sorunun kuantum fiziğinin felsefede "realizm" denen bakış açısıyla bağdaşmaması olduğunu söylüyor. Realizm, bizim algılamamızdan bağımsız bir dış dünyanın varolduğunu söyler, dolayısıyla da dış dünyayı tarif eden herhangi bir teori bizim ne şekilde ölçüm yapıp yapmadığımız ile ilgili terim içermemelidir. Yazara göre bu sorun kuantum fiziğinin ilk kuruluşundan beri teoride bulunan bir problemdir. Bu teoride incelenen sistem ve gözlemci tek bir sistem kabul edilir ve gözlem sonuçları gözlemcinin gözlem yapma eylemine bağlı olarak tanımlanır. Kuantum fiziğinde kullanılan dil bile ölçümler ve hazırlıklarda bahseder ve o durumda ne gözleneceğine dair tespitlerde bulunur. Bizim bulunmadığımız bir durumda dünyanın nasıl olacağına dair hiçbir şey söylemez. Einsten, Schrödinger, Broglie gibi teorinin kurulmasına katkıda bulunan pek çok bilim adamı bu bakış açısını beğenmemiştir. Realist bakış açısını benimsemişlerdir. Fakat kuantum fiziğinin günümüzde bilinen şeklini geliştiren Bohr, Heisenberg gibi fizikçiler işin bu yönünü önemsememiş ve kuantum fiziğinin bugün bildiğimiz şekilde yapılan çalışma biçimini benimsemişlerdir. Genel relativite realist bilim geleneğinden gelen bir teoridir ve dolayısıyla kuantum fiziği ile zaten bu temel bakış açısı bakımından uyuşmamaktadır. 2) Kuantum teorisinin kuruluşunda ve temel yapısındaki problemleri gidermek, ya teoriyi akla uygun hale getirerek, ya da yeni bir teori geliştirerek. Bu da yukarıdaki maddeyle bağlantılı bir konu. Yazara göre, kuantum fiziğini akla yatkın ve anlaşılır yapabilecek 3 yol vardır: * Teorinin dilini değiştirmek ve teoriyi gözlemci ve gözlenen ayrımını içinde barındıracak bir şekle dönüştürmek * Teorinin yorumlanışını değiştirmek ve denklemlerin ölçüm ve gözlem ile ilgili faktörlerden etkilenmeden anlaşılmasına imkan veren realist bir yorumunu ortaya çıkarmak * Doğayı kuantum fiziğinin verdiği açıklamadan daha derin bir şekilde açıklayan yeni bir teori icat etmek Yazara göre, kuantum fiziğinin problemleri çok önemli bir uğraş olması gerekirken, bu konuda bilim dünyasında çalışılmamaktadır. Bu konuyla uğraşan çok az sayıda cesur fizikçi vardır ve diğer fizikçiler sorunu ya görmezden gelmekte veya kuantum fiziğinin yaptığı bilim yapma şeklini benimsemekte ve doğa karşılamaktadırlar. 3) Çeşitli parçacıkların ve kuvvetlerin aynı çatı altında toplandığı bir birleşik fizik teorisinin geliştirilip geliştirilemeyeceğini anlamak ve mümkünse bu teoriyi geliştirmek Yazara göre standart model çekim kuvveti hariç diğer tüm kuvvetleri birleştirmekte ve içinde hiçbir sonsuzluk veya belirsizlik içermeyen denklemlerle her şeyi güzelce açıklamaktadır. Fakat teorideki denklemler çok sayıda sabite ait değerlerin gözlemler sonucu elde edilip denklemlere katılmasına ihtiyaç duyar ve bu sabitlerin neden bu değerlerde olduğunu açıklamaz. (Teorideki denklemler bu sabitler başka değerlerde de olsa geçerli gözüken denklemlerdir fakat sabitlerin neden o değerlerde olduğu teorinin açıklayabildiği bir konu değildir). Dolayısıyla, standart model henüz eksik bir model. 4) Yukarıdaki maddeyle bağlantılı olarak, standart modeldeki evrensel sabitlerin doğada neden o değerlerde olduğunu açıklamak 1900 yılında Lord Kelvin, fiziğin bitmek üzere olduğunu, birkaç bulanık konu hariç herşeyin açıklandığını söylemişti. Fakat o birkaç bulanık konu dediği konuların birinden relativite teorisi, diğerinden ise kauntum fiziği doğru. Yazara göre şu anda da fizikçiler sona çok yakın olduklarını hissetmektedir. Standart modeldeki birkaç bulanıklığın kara madde ve kara enerji denen konular etrafında olduğunu ve onlar çözüldüğü takdirde herşeyin anlaşılacağı şeklinde bir düşüncenin yaygın olduğunu söylemektedir yazar. Fakat geçmiş tecrübelere dayanarak, belki de bu bulanıklıkların aslında temel bazı sorunlara işaret ediyor olabileceğini söylemektedir. Çünkü, konuya aşina olanların bileceği üzere, fizikçilerin evren ile ilgili yaptıkları gözlemlerden çıkan iki muamma vardır: kara madde ve kara enerji. Eğer genel relativite teorisi, kütle çekimini doğru şekilde açıklıyorsa, evrende gözlediğimizden daha fazla madde olması gerekir. Fakat bilinen tüm madde türleri ya ışık yaymakta, ya da yansıtmaktadır. Bu yüzden ya ortada bilmediğimiz, farklı tür bir madde vardır (ki denklemlere göre bu madde görünen maddeden miktar olarak belki 10 kat fazladır), ya da genel relativite teorisinde bir yanlışlık bulunmaktadır. İkinci olasılıktan fizikçiler çok korktuklarından, çoğunun tahmini ilk olasılığın gerçek olduğu ve ortada algılanmayan çok miktarda madde (kara madde) olduğu yönündedir. Fakat çok uzun süredir devam eden çalışmalara rağmen bu kara maddenin kökeninin ne olduğu konusunda bir gelişme kaydedilememiştir. Benzer bir durum, kara enerji denen kavram için de vardır. Gözlenen madde miktarı ve henüz ne olduğu bilinmeyen kara maddenin hepsinin işin içine katılmasıyla yapılan hesaplar, evrenin genişlemesinin yavaşlaması gerektiğini göstermektedir. Fakat yapılan hassas gözlemler bunun tam tersinin doğru olduğunu ortaya çıkarmıştır, yani evrenin genişleme hızı bırakın yavaşlamayı, tam tersine artmaktadır. Evren gittikçe daha hızlı genişlemektedir. Bu etkiden sorumlu faktöre de bilim adamları "kara enerji" adını vermektedir. Yakın zamanlarda yapılan gözlemler, evrenin büyük ölçüde bilinmeyen şeylerden oluştuğunu göstermektedir. Çünkü, evrendeki madde yoğunluğunun yüzde 70'i kara enerjiden, yüzde 26'si kara maddeden ve sadece yüzde 4'ü görünür madde ve enerjiden kaynaklanıyor gibidir. Bu ise ortadaki tabloda ciddi bir sorun ve ciddi bir eksik olduğuna işaret etmektedir. 5) Yukarıdaki maddeyle bağlantılı olarak, kara madde ve kara enerjinin mahiyetinin çözülmesi, yazara göre 5 numaralı ve son büyük problemdir günümüz fiziğinde. Evreni doğru dürüst açıkladığını iddia eden herhangi bir teorinin bu 5 maddenin 5'ine de doyurucu cevap vermesi gerekmektedir yazara göre. Yazarın bu kitapta şimdiye kadar dediklerinin hemen hepsine katılıyorum. Kanımca, aklı başında, materyalist ve bilimin ne olduğunu bilen bu tür bilim adamlarının, gerçekleri bu şekilde kamuoyuna duyurmaya devam etmeleri gerekmektedir.
-
Önceki makalede sözünü ettigim "The Trouble with Physics" kitabını bitirdim bir süre önce. Kitapta uzunca sicim teorisinden bahsediyor. Burada o konulara çok fazla girmek istemiyorum. Özetle, konuyla ilgili olanların bildiği gibi, sicim teorisi teorik fizikteki popüler teorilerden biridir. Tum fizigin birlestirilmesi konusunda en fazla umut vaadettigi dusunulen teoridir. Gecmisi 1960'lara dayanmasina ragmen, 1985'ten sonra populer olmustur, cunku o yil teoride onemli bir gelisme kaydedilmistir. Gunumuzde ise tum dunyada teorik fizikcilerin uzerinde en cok calistiklari teoridir. Hatta yukaridaki yazimda bahsettigim gibi, akademik alanda dominant teori olmustur ve akademik kadrolarin seciminde sicim teorisi konusunda calismayan fizikcilerin sansi cok azalmistir. Bu teori maddenin en kucuk birimini parcaciklar degil titresen kucuk sicimler olarak gorur. Parcacik fiziginde bulunmus yuzlerce parcacik, bu sicimlerin degisik frekanslarda titresmeleri prensibiyle aciklanmaktadir. Ayrica fizikteki en buyuk sorunlardan biri olan, kuantum fiziginin genel relativite ile birlestirilmesi konusunda cok fazla umut vaadeden ve bu birlestirmeye matematiksel denklemlerde sonsuzluklara yol acmadan ulasabilecek gibi gozuken ender teorilerdendir. Teorinin matematiksel acidan cok sik ve guzel oldugu soylenmektedir. Fakat teorinin sorunlari da vardir. En onemlisi bu teoriye gore evren 10 boyutlu olmak zorundadir. Teorinin yeni bicimlerinde sonsuz sayida paralel evrenlerden, sicimlerden daha ust boyutlu cisimler olan 'brane'lerden, vs. bahsedilmektedir. Bu sekliyle teorinin realiteden uzaklasip fantastiklestirildigini dusunen uzmanlar vardir. Teori ilk ciktiginda 5 degisik versiyonu uretilmistir. Daha sonra bu 5 versiyonun hepsinin daha ust bir teorinin ozel durumlari oldugu gosterilmis olsa da, bu daha ust teori henuz kesfedilememistir. Ayrica, teoriyi gunumuzde yeni yapilmis bazi gozlemlerle bagdastirabilmek icin (ornegin kara enerji ve evrenin genisleme hizinin azalmak yerine tam tersi cogalmakta oldugu) teoride onerilen degisiklikler, sicim teorisinin neredeyse sonsuz sayida versiyonunun ortaya cikmasini saglamistir. Bu sekliyle teori, karsilasilabilecek her turlu gozlemi aciklayabilecek bir versiyonu bulunabilecek bir teori haline gelmistir. Dolayisiyla da "yanlislanabilirlik" ozelligini kaybetmis, bilimsellikten uzaklasmistir. Daha kotusu, teorinin daha sade oldugu donemlerde bile teori test edilebilir hicbir ongorude bulunamamistir. Teorinin gunumuz teknolojisiyle, hatta gunumuzde hayal edilebilecek herhangi bir teknolojiyle test edilebilmesi mumkun degildir. Dolayisiyla, bir fizik teorisinden ziyade dayanaksiz bir felsefi spekulasyonu andirmaktadir bazi uzmanlara gore. The Trouble with Physics kitabinin yazari Lee Smolin'in teoride en cok elestirdigi noktalar da bu son bahsettigim konulardir. String teorisyenleri ise gunumuz fiziginin problemleri icin string teorisinden baska bir alternatif olmadigini dusunmektedirler. Bazilari teorinin ileride test edilebilir ongorulerde bulunabilecek duruma gelecegini, bazilari ise teorinin matematiksel guzelliginin test edilebilirlik konusundaki zayifligini orttugunu dusunmektedir. Yine bazilari, belki de bilim yapma yontemimizi gozden gecirmemiz gerektigini, belki de cagimizda artik eski bilim anlayisinin demode hale geldigini dusunmektedir. Lee Smolin ise tum bu ifadelerin ve teorinin zorlama yontemlerle olgulari aciklayacak duruma getirilmeye calisilmasini pek hayra alamet olmadigini dusunmektedir. Bu durumu Ptolemy'nin dunya merkezli evren modelinin gezegenlerin yorungelerini aciklayamamasi yuzunden teoride zorlama yontemlerle yapilan degisikliklere benzetmektedir. Daha kotusu, tum o teoriler gozlemler ve deneylerle test edilebilirken, bugun teorik fizik kursulerinde ezici bir cogunlugun test edilemeyen ve test edilebilecek gibi de gozukmeyen bir teoriyle ugrastiklarini, bunun ise son 30 yildir neden fizikte ciddi bir ilerleme olmadigini acik bir sekilde gosterdigini soylemektedir. Fizigin bugun, hatta 20. yuzyilin ikinci yarisindan beri yeni bir bilimsel devrim icin haykirdigini, fakat bu devrimin bir turlu gerceklesmedigini soylemektedir. Hatta 'yeni fikirlere ihtiyacimiz var', 'birseyler eksik', 'tablonun onemli bir parcasi eksik' gibi ifadelerin fizikciler arasinda (string teorisyenleri de dahil olmak uzere) sikca kullanildigini, bunun ise fizikte yeni fikirlere ve yeni bir paradigmaya ihtiyac duyuldugunu acik bir sekilde gosterdigini soylemektedir. Yani yerlesik fizik teorilerini gelistirenler, dogruluklarini kabul edenler de dahil olmak uzere, konunun uzmanlari arasinda hemen herkesin acik veya gizli olarak bu durumun farkinda oldugunu, fakat evreni anlayisimizi arttiracak yeni fikirlerin bir turlu ortaya cikartilamadigini soylemektedir. Bunu ise akademik ortamin gecmise gore cok daha farkli olmasiyla aciklamaktadir. 20. yuzyilin baslarinda fizikte meydana gelen iki buyuk devrimin (relativite ve kuantum mekanigi), genel dusunceden farkli dusunen kisiler tarafindan gelistirildigini, fakat o donemde bu tur kisilerin bilime ve akademik hayata gecisinin daha kolay oldugunu, gunumuzde bilim dunyasinin profesyonellesmesi ve bu alanda yer edinmenin zorlasmasinin yeni fikir getirme olasiligi en yuksek olan turde kisilerin akedemik hayata girisini de zorlastirdigini soylemektedir. Yeni fikirler, farkli dusunenler tarafindan getirilecektir dogal olarak. Fakat gunumuzde, akademik kadrolarin seciminde, ilgili burslarin dagitiminda, hatta yayinlanacak yazilarin seciminde dahi cok kati bir eleme ve ancak alanda ust duzey kisilerin onayladigi turde fikirlerin ve bu fikirler uzerine calisanlarin basarili olacagi, digerlerinin bilim dunyasina bile giremeyecegi bir ortamin mevcut oldugunu soylemektedir. Fizikcilerin sayisi o zamanlara gore cok artmis, ortalama bir fizikcinin bilgi ve yetenek duzeyi yukselmis, ve bu konulara ayrilan fonlarin miktari da o doneme gore astronomik bir sekilde artmis olmasina ragmen, alinan sonuclarin o doneme kiyasla cok daha kotu oldugunu soylemektedir yazar. Bilim adamlarini iki kategoriye ayirmaktadir Lee Smolin. 'Craftspeople' ve 'Seers'. Bu terimlerin en guzel cevirileri olmasa da craftspeople icin 'Becerikliler' , Seers icin de 'Gorenler' ifadelerini kullanirsak, Becerikliler, matematik ve zihinsel becerisi yuksek olan, kavramlari kolay ogrenip, problemleri hizli ve kolay bir sekilde cozebilen, fakat mevcut dusunsel paradigmanin disina pek cikmayan, ya da cikamayan kisilere verdigi isim yazarin. Gorenler ise matematiksel ve teknik acidan her zaman becerikliler kadar becerikli olmayabilen, fakat yeni bakis acilari ve fikirler uretebilen, farkli paradigmalar gelistirebilecek kisiler. Bilimsel ilerlemenin, 'normal bilim' ve 'devrimsel bilim' olarak nitelendirilebilecek asamalardan gectigini, normal bilimin mevcut ve genel kabul goren bir paradigma uzerinde calisilan ve insanlagin bilgi birikiminin o paradigma cercevesinde arttirildigi bir donem oldugunu (ornegin 20. yuzyilin basindaki devrimsel teorilerin ortaya ciktigi donemden, parcacik fiziginde Standard Model'in ortaya ciktigi yillara kadar olan donem gibi), devrimsel bilimin ise mevcut paradigmanin olgulari basariyla aciklayamadigi kriz donemlerinde yapilan ve bambaska fikirlerle problemleri cozecek yeni teorilerin uretildigi donemler oldugunu soylemektedir. Normal bilimin genel olarak 'Becerikliler' tarafindan yapildigini, ya da 'Becerikliler'in bu tur bilime daha uygun oldugunu, devrimsel bilimin ise 'Gorenler' tarafindan yapildigini, ya da 'Gorenler'in bu tur bilime daha uygun oldugunu soylemektedir yazar. Gunumuzdeki problemin, devrimsel bilim gerektiren bir kriz doneminde, hala normal bilim yapilmaya calisilmasindan, normal bilimin yontemlerinin uygulandigi ve o tur bilimde basarili olacak kisilerin secildigi ve calistirildigi bir akademik ortamda, devrimsel bilim yapilmaya calisilmasindan kaynaklandigini dusunmektedir yazar. Gorenler dedigi kisilerin bilim tarihinde pek cok ornekte, uzun sure akademik hayatin disinda kalmis ya da disinda kalmak zorunda birakilmis, ancak sonradan, getirdigi onemli katkilar sonucu akademik hayata kabul edilmis kisiler oldugunu soylemektedir Lee Smolin. Bunun en guzel orneginin Einstein oldugunu anlatarak soze baslamis ve gunumuzde de benzer kisiler bulundugunu soyleyerek cesitli ornekler vermistir. Yazarin ornek verdigi kisilerin birkacindan burada da bahsetmek istiyorum. Bir tanesi Loop Quantum Gravity denen ve genel relativiteyi kuantum fizigiyle bagdastirma konusunda string teorisinin en buyuk alternatifi olan bir alanda yazarla birlikte calismis ve relativite prensibinin dogrulugundan kusku duyan bir fizikci. Gunumuzde relativiteden kusku duyan uzmanlarin sayisinin cok az olmasindan dolayi, en temel kabuller ve bakis acilarini sorgulayan bu kisiyi (adi Ted Jacobson) potansiyel bir 'Goren' olarak gormektedir yazar. Benzer bir kisi Joao Magueijo adinda bir kozmologdur ve isik hizinin evrenin ilk zamanlarinda gunumuzden daha hizli oldugunu bulan kisidir. Yazara gore bu kisi de relativiteden suphe etmektedir. Verdigi birbaska ornek, Holger Bech Nielsen, ki kendisi Nobel odullu bir fizikcidir ve uzun yillar akademik dunyadan izole bir sekilde random dynamics (rastgele dinamik) denen bir fikir uzerinde calismistir. Fizikteki temel kanunlarin rastgele oldugunu dusunmekte, bu yuzden 'unification'a, yani tum kanunlari aciklayacak bir ust kanun fikrine inanmamaktadir. Fakat bu kisinin yazara soyledigine gore, Nobel odulunu kazanmis ve yerini haketmis boyle bir fizikci olmasina ragmen calistigi universitede uzay, zaman ve cekim teorisi uzerine yaptigi siradisi calismalardan uzaklasip, normal bilim yapmasi yonunde kendisine baski uygulanmaktadir. Bunlar relativiteden kusku duyan bazi kisilere ornekti. Yazar bir de kuantum fiziginden kusku duyan uzmanlara ornekler vermis ve bu liste cok daha uzun. Onlarin da birkacindan bahsetmek istiyorum. Eger kuantum fizigi yanlissa diyor yazar, bunu relativite ile birlestirmeye calismak bir zaman kaybindan baska birsey degildir. Bu konuda ornek verdigi isimlerden biri Gerard 't Hooft. Bu fizikci de standart modelin gelistirilmesine katkida bulunmus ve bu sayede Nobel odulu kazanmis onemli fizikcilerden biri. Hooft, Holografik Prensip denen fikri gelistirmis kisi yazarin dedigine gore ve bu fikre gore uzay diye birsey yok. Bizim uzay diye dusundugumuz bolgede olan biten her sey, bu fizikciye gore o bolgeyi cevreleyen bir yuzeyde gerceklesen seylerle aciklanabilir. Ayrica bu sinirdaki dunyanin tanimi kuantum teorisiyle degil, onun yerine gececek deterministik bir teoriyle yapilabilir bu fizikciye gore. Bazilari bu prensibi biraz degisik bir sekliyle string teorisine uygulamistir ve bazi uzmanlar bu tur fikirlerin string teorisinin temel prensipleri arasinda yer alacagina inanmaktadir. Bu durum, yazara gore Hooft'u string teorisinin liderlerinden biri haline getirebilirdi, eger kendisi bu yonde calissaydi. Fakat 1980'lerden itibaren Hooft kendi yolunda gitmektedir ve bu gecisi en tepe noktasinda, teknik acidan cok guclu bir fizikciyken yapmistir. Fakat fizigin ana yolundan saptigi andan itibaren arkasindan kendisine gulunmeye baslanmistir. Fakat buna ragmen kendi yolundan gitmekten vazgecmemistir ve Hooft'un en temel inanclarindan biri kuantum fiziginin yanlis oldugudur. Yazar bu kisiden baska, kuantum fiziginden suphe duyan Louis Crane, Carlo Rovelli ve Fotini Markopoulo gibi fizikcilerden bahsetmistir. Crane, kuantum fiziginin bir sisteme ait statik bir betimleme olmadigini, fakat evrenin bir alt sisteminin diger bir alt sistemi hakkinda aralarindaki iletisim baglaminda sahip olabilecegi bilgilerin bir kaydi oldugunu soylemistir. Evreni her cesit ikiye bolus yoluyla baglantili bir kuantum makaniksel betimleme oldugunu soylemektedir. Kuantum durumlari evrenin bir ya da diger alt sisteminde degil, onlari ayiran sinirdadir bu bakis acisina gore. Yazara gore bu bakis acisi kuantum fizigi konusunda 'iliskisel kuantum fizigi' denilen bir grup yaklasimin ortaya cikmasini saglamistir. Carlo Rovelli, bu bakis acisinin normal kuantum fizigi yapma bicimimizle uyumlu oldugunu gostermistir. Benzer bakis acisindan yola cikan Markopoulo, evrenin dinamik bir lojik ureten bir kuantum bilgisayarina benzedigini gostermistir. Evrenin bir tur kuantum bilgisayari oldugu fikri, kuantum bilgisayarlari konusundaki oncu arastirmacilardan biri olan Seth Lloyd tarafindan da onerilmistir. Ayrica, unlu fizikci ve matematikci Roger Penrose da kuantum fiziginin yanlis oldugunu dusunmektedir yazara gore. Penrose gravitenin kuantum fizigine katilmasinin teoriyi nonlineer hale getirdigini soylemektedir. Bu ise olcum probleminin cozumlenmesine yol acmaktadir ona gore, cunku kuantum duzeyindeki gravitasyonel etkiler kuantum durumunun cokmesine sebep olmaktadir. Penrose'un fikirleri kitaplarinda ayrintili olarak aciklanmis olmasina ragmen, henuz ayrintili bir teori durumuna getirilememistir. Fakat kendisi ve baskalari bu fikirlerden yola cikarak deneylerle test edilebilecek bazi ongorulerde bulunmuslardir. Ve yazara gore bu deneylerin bazilari su anda gelistirilme asamasindadir. Yazara gore cok az kisi Penrose'un fikirlerini ciddiye almaktadir. Ciddiye alanlarin da cok azi dogruluguna inanmaktadir. Fakat cogu string teorisyeni bu fikirleri dinlememektedir bile. En buyuk isimlerin bile temel kabulleri sorguladiklarinda nasil ciddiye alinmadiklarini gosteren yazar, bir de kendisi 'Goren'lerden olan, fakat henuz genel kabul gormus herhangi bir katkida bulunmamis kisilerin karsilasacagi durumu dusunun demektedir. Eger fizigin en buyuk isimlerinden ciddi sayida kisi bile relativite ve kuantum fiziginin temel kabullerini sorguluyorsa, kariyerlerinin balangicinda bu tur fikirleri sorgulayanlara ne olmaktadir peki diye sormaktadir yazar ve o tur kisilerden de ornekler vermistir. Pek cok kisinin kariyerlerinin baslangicinda kuantum teorisini ogrendigini, kullanmaya ve o teoriyi kullanarak hesaplamalar yapmaya basladiklarini, fakat teoriye inanmadiklarini soylemektedir yazar. Bu kisilerin ikiye ayrildigini soylemektedir. Bu tavirlarinda durust ve icten olanlar, ve olmayanlar. Yazar kendisinin bu kategoriye giren ve durust ve icten olmayanlardan biri oldugunu soyluyor. Yani bastan beri kuantum fizigine inanmadigini, fakat bu teoriyi anlasilir hale getirmeye odaklandigi takdirde dogru durust bir fizik kariyeri edinmesinin mumkun olmayacagini gordugu icin isin bu yonune bulasmadigini, fizigin normal alanlarinda calisanlarin anlayip takdir edebilecegi konulara odaklandigini soyluyor. Fakat yine de sansli oldugunu, cunku hem bu tur konulardaki supheleri uzerine dusunebilecegi, hem de fizigin ana alanlarindan biri sayilabilecek kuantum gravite konusunda calistigini anlatiyor. Kuantum fizigine inanmadigi icin, kuantum grative gibi bir cabanin basarisizliga ugrayacagindan daha bastan beri emin oldugunu, fakat bu basarisizligi inceleyerek belki kuantum fiziginin yerine ne gecmesi gerektigini anlama konusunda ilerleme kaydedilebilecegini dusundugunu, bu yuzden kuantum gravite konusunda calistigini yaziyor. Kendisi lisansustu ogrencisi iken, standart modeli incelemek icin gelistirilmis bazi yontemlerin kuantum gravite konusunda uygulanmasi gibi imkanin ortaya ciktigini, daha once bunu kimse yapmamis oldugu icin de normal fizik yapan turde bir fizikci olarak yetisip, ana konularda calisan fizikcilerin anlayip takdir edebilecekleri turde yontemleri kullanarak kuantum gravite konusuna yonelmenin mumkun hale geldigini, kendisinin de bunu yaparak cok muhtesem olmasa bile saygin ve iyi bir kariyere sahip olabildigini soyluyor. Fakat bir de kuantum fizigi konusundaki suphelerinde icten ve durust olanlarin varoldugunu ve bu kisilerin daha bastan beri iclerinden gelen sezgilerini takip etmeye calistigini, bu yuzden de onemli bolumunun fizik konusunda dogru durust akademik bir kariyer edinemedigini anlatiyor. Bu tur kisilerden birkac ornek veriyor. Bir tanesi Julian Barbour. Kendisi 1968 yilinda Oxford'tan fizik doktorasini aldiktan sonra akademik bir kariyer edinmemis. Fakat gelistirdigi fikirlerle kuantum gravite konusunda calisan kucuk bir grubu oldukca etkilemeyi basarmis yazara gore. Hatta 'arkaplandan bagimsiz' teori gelistirme kavramini kendilerine bu kisinin ogrettigini yaziyor yazar. Arkaplandan bagimsiz teoriden kasit, somut ve varolan bir uzay ya da uzayzaman fikrinden yola cikmadan teori gelistirmek. Normalde teoriler, sabit ve varolan bir uzayzamanda olan bitenleri incelemek uzerine kurulu. Fakat diyor yazar, Einstein bize maddenin uzayin yapisini degistirdigi, dolayisiyla uzayzamanin dinamik bir yapiya sahip oldugunu gosterdikten sonra, ayni dusunce cizgisinden gitmeye devam etmemiz ve uzayi, uzayzamanin olusumunu daha temel presiplere baglamaya calismamiz gerekirdi diyor. Hatta yazarin kendisi de uzayin 'nedensellik' gibi cok temel gorunen bazi prensiplerden yola cikarak gelistirilen denklemler yoluyla, bu daha temel prensiplere dayali bir durum olarak ortaya ciktigi 'loop quantum gravity' gibi bir konuda calistigini, bunun arkaplandan bagimsiz bir teori oldugunu anlatiyor. String teorisinin arkaplandan bagimsiz bir teori olmadigini, pek cok string teorisyeninin de kabul ettigi gibi, String teorisi veya kuantum fizigiyle graviteyi birlestirme konusunda umut vaadedecek herhangi bir teorinin arkaplandan bagimsiz bir teori olarak gelistirilmesi gerektigini soyluyor. Gunumuzde 'loop quantum gravity' basta olmak uzere, cesitli arkaplandan bagimsiz teori yaklasimlarinin bulundugunu, bir teorinin arkaplandan bagimsiz olmasi konusunu ise kendilerine ilk olarak Julian Barbour'un ogrettigini soyluyor. Barbour, doktorasini yaparken ciktigi bir dagcilik gezisinde bir anda 'zaman' kavraminin bir illuzyon oldugu hissine kapildigini, bunun ise kendisini genel relativite teorisi ve zamanin dogasi uzerine dusunmeye ittigini, fakat zamanin dogasi uzerine dusunerek normal bir fizik kariyeri edinemeyecegini gordugu icin de daha o donemde Oxford yakinlarindaki bir koyde bir ciftlikevi satin alip karisiyla birlikte oraya yerleserek zaman ve zamanin dogasi uzerine dusunmeye basladigini anlatiyor. 10 yil boyunca bu konuda calisiyor, ve bu sure icinde part time tercumanlik yaparak ailesini gecindiriyor, bu surenin sonunda ise uzay ve zamanin bir iliskiler sisteminden baska birsey olmadigi fikrine dayanan yeni bir teori cesidi gelistiriyor. Yazdigi makaleler zaman icinde dikkat cekmeye basliyor ve kuantum grative toplulugunun saygin bir uyesi haline geliyor zaman icinde. Yazar, Einstein'in genel relativite teorisini bu tur bir 'iliskisel teori' olarak yorumlamayi Barbour'dan ogrendiklerini, ve su anda bu alanda calisanlarin genel olarak teoriyi bu sekilde algiladigini anlatiyor. Bu sekliyle Babour'un gercek bir 'Goren' kategorisine girdigini, fakat gorulecegi gibi boyle birinin kariyerinin genellikle digerlerinden daha farkli bir sekilde gelistigini anlatiyor. Yazarin verdigi birbaska ornek, Anthony Valentini. Valentini, Cambridge'den fizik derecesini aldiktan sonra, Dennis Sciama ile calisiyor (yine Cambridge'de). Sciama, Stephen Hawking, Roger Penrose, Martin Rees gibi unlu fizikci ve kozmologlari yetistirmis, onlarin Cambridge'de hocaligini yapmis bir kisi. Sciama'nin ogrencisi olan Valentini, digerleri gibi astrofizik uzerine calismak yerine kuantum fizigi uzerine calisiyor. Bu teorinin yanlis ve anlamsiz oldugunu dusundugu icin. Bu konuda 1920'de Louis de Broglie tarafindan gelistirilmis eski fikirlerden biri olan hidden variables theory (gizli degiskenler teorisi) uzerinde calisiyor. (Bu fikre gore kuantum fiziginin ardinda tek bir gerceklik bulunmaktadir). Bu fikir uzun yillar Einstein, Schrodinger ve benzerleri tarafindan desteklenmis olmasina ragmen sonra terkedilmistir. Bunun en onemli sebebi, 1932'de John von Neumann tarafindan bu tur teorilerin varolamayacaginin gosteren yanlis bir kanit yayinlanmis olmasidir. Nihayet 1950'lerde David Bohm tarafindan bu kanittaki yanlis gosterilmis ve bu gelisme Broglie'nin teorisinin tekrar canlanmasina sebep olmustur. Valentini, bu teoride yeni ve onemli bir degisiklik yapmistir ki bu sozkonusu teoride uzun zamandir gerceklestirilmis ilk gelismedir.Valentini'nin makalelerinin cogu fizik journal'lari tarafindan reddedilmis, fakat makalelerin icerigi kuantum fiziginin temelleri uzerine calisan uzmanlar tarafindan genel kabul gormektedir yazara gore. Sciama, Valentini'ye yardim etmek istemis fakat calismalari temel konular uzerine yogunlasmis boyle bir kisi icin ne Italya'da ne de baska bir yerde bir akademik kadro bulamamistir. Fakat kendisine, eger bulgularini basacak bir yayin bulamazsa, bir kitap cikarmasini onermistir. Valentini nihayet Roma'da bir postdoktora pozisyonu bulmus, ogrencilere ozel ders vererek ek gelir edinmis ve o arada teorisi uzerinde calismaya devam ederek bulgularini kitabina eklemistir. 1999 yilinda, Roma'da 7 yil izalasyonda kaldiktan sonra Valentini tekrar Londra'ya donuyor ve ailesi satin aldiklari kucuk bir dukkan ile kendisine maddi destek oluyor. Ellerinden geldigince onun calismalarini destekliyorlar. Yazar ise bir arkadasi ile birlikte Valentini'ye yardim etmek istiyor ve zar zor ona bir postdoktora pozisyonu ayarliyorlar. Bunu saglayabiliyorlar, cunku sans eseri, kuantum fiziginin temelleri ile ilgili calismalara ilgi duyan comert bir yardimsever kisi maddi destek olmak istiyor. Su anda ise Valentini yazar ile birlikte, yazarin kurulmasina onayak oldugu Perimeter adli bir fizik arastirma kurumunda calisiyor. Hala kendi kitabi uzerinde ugrasiyor, fakat ayni zamanda kuantum fiziginin temelleri konusunda saygi duyulan ve lider kisilerden biri haline gelmis durumda. Makaleleri artik duzenli olarak yayinlaniyor ve kitabi merakla bekleniyor. Yazar kitabinda bu tur pek cok baska kisiden bahsediyor. Bir cogunun enteresan kariyerleri ya da hayatlari olmus. Iste yazara gore fizigin gunumuzde ihtiyac duydugu fikirleri ancak bu tur kisiler gelistirebilir, fakat mevcut akademik yapi bu kisileri icinde barindirmiyor, onlarin kariyerlerini cok ama cok zorlastiriyor. Bu kitap bana cok ilginc geldigi icin icinde bahsedilen bazi konulari burada da paylasmak istedim. Aslinda kitapta cok daha fazla sey var tabi. Keske mumkun olsaydi da tum kitabi cevirip burada yayinlayabilseydik. Ama bu kadari bile en azindan kitapta ne tur seylerden bahsedildigi konusunda bir fikir verebilir.
-
Günümüz fiziğinde evrenin kökeniyle ilgili mevcut en popüler teori olan Big Bang (Büyük Patlama) teorisi her ne kadar evrenin başlangıç anı ve onun sebebiyle ilgilenmese de (daha çok sonrası ile ilgilenir), bu konuda kafa yoran fizikçiler arasında bu konuyu açıklamaya çalışanlar olmuştur. Bu açıkalamalardan en popüler olanlardan bir tanesi fizikte "simetri kırılımı" denen bir prensibe dayalı bir açıklamadır. Big Bang teorisine göre evrenin ilk 10 üzeri -43 saniyelik döneminde tüm kuvvetler birleşik durumaydı. 10 üzeri -35 inci saniyede GUT simetrisi bozuldu. 10 üzeri -32 inci saniyede 'inflation' (şişme) sona erdi ve 'strong' (kuvvetli) ve 'electroweak' (elektromanyetik kuvvet ile zayıf nükleer kuvvetin birleşimi) ayrıldı. 10 üzeri -12 inci saniyede zayıf kuvvet ile elektromanyetik kuvvet ayrıldı. Matematikte ve fizikte "Spontaneous Symmetry Breaking" (Kendiliğinden simetri kırılımı) diye bir kavram vardır. Bu kavramı anlatmak için bir tepenin üzerinde duran bir top örneği verilir. Top burada hareketsiz dururken simetriktir. Fakat kararlı değildir. Her an bir tarafa doğru yuvarlanabilir. Zaman içinde er ya da geç bu top şu veya bu tarafa yuvarlanacaktır. Yuvarlandığında ise, simetri bozulmus olacaktır, çünkü topun yuvarlandığı yön diğer tüm olası yönlerden ayırt edilmiş olacaktır. Işte Big Bang'in ortaya çıkışı bu tür bir şey gibi düşünülüyor. Boşluk kendi başına simetrik fakat kararsızdır. Kuantum teorisine göre boşlukta sürekli kuantum dalgalanmaları gerçekleşir. Arada bir atomaltı parçacıklar ortaya çıkıp kaybolur. Fizikte sanal parçacık diye de bir kavram vardır. Parçacıkların birbiriyle etkileşimleri Feynman diyagramı denen bir tür diagramla gösterilir. Örneğin elektron ve pozitron etkileşime girdiğinde, sanal bir parçacık olarak bir gluon salınır. Elektronlar etkileşime girdiğinde, foton salınır. Nükleon'lar etkileşime girdiğinde pion salınır, vs. Bunlar Feynman diagramında noktalı çizgi ile gösterilen sanal parçacıklardır. (Reel parçacıklar düz çizgi ile gösterilir). Boşluktaki kuantum dalgalanmalarına bu sanal parçacıkların ortaya çıkıp yok olmalarının sebep olduğu söylenir. (Bu parçacıklar çok kısa ömürlüdür). Fizikte 'CP-violation' denen bir etki sonucunda, boşlukta sanal parçacıklar ile sanal antiparçacıklar arasında bir dengesizlik oluşur ve ortaya fazlalık parçacıklar çıkar. Bunlar ise evrendeki görünür maddeye denk gelir. İşte Big Bang'in neden meydana gelmiş olabileceğine dair mevcut açıklamalarin biri, hatta belki en popüleri budur.
-
Gunumuz parcacik fiziginde parcaciklar hem dalga hem de parcacik kabul edilir bilindigi gibi. Bilim adamlarini boyle dusunmeye iten bazi tuhaf deney sonuclarindan burada bahsetmek istiyorum. Isik veya elektron gibi atomalti parcaciklarla tek yarik ve cift yarik deneyleri yapildiginda, ortaya ilginc sonuclar cikiyor. Tek yarik deneyi, uzak bir isik ya da parcacik kaynaginin, uzerinde cok kucuk bir delik olan bir yuzeye gonderilmesine dayaniyor. Bu yuzeyin obur tarafinda fosforlu baska bir yuzey var, ki arkadaki yuzeyde hangi noktalarin ya da bolgelerin aydinlandigina bakarak parcaciklarin nereye dustugunu ve nasil davrandigini goruyorlar. Tek yarik deneyinde parcaciklar arka duvarda kucuk deligin hizasinda bir dairesel bolgeye dusuyorlar, yani parcacik gibi davraniyorlar. Fakat deliklerin sayisi ikiye cikarilirsa, yani cok kucuk iki delik yan yana, birbirine cok yakin bir mesafeyle yerlestirilir, deney tekrarlanirsa, o zaman arkadaki yuzeyde karanlik ve aydinlik bolgeler olusuyor. Yani bir girisim paterni gozleniyor. Isik bir dalga gibi davraniyor. Bu yuzden fizikcilerin kafasi karismis durumda, bu deneyleri ilk yapmaya basladiklari gunden beri. Nitekim cift yarik deneyinde, eger deliklerin ikisinin de obur tarafina birer parcacik dedektoru konursa, parcacigin bir delikten mi yoksa digerinden mi gectigini anlayabiliyorlar. O durumda elektron bir parcacik gibi davraniyor ve dalga ozelligi olan girisim paterni olusmuyor. Isin garip tarafi, dedektorleri kaldirir, sadece cift yarik ve ekrandan olusan duzenek olusturursaniz, ekranda girisim paterni gozleniyor, tam bir dalga davranisi yani. (Iki delikten de ayni gecen bir dalga gibi davraniyor). Tekrar dedektorlerin birini ya da ikisini birden parcacigin yoluna yerlestirirseniz, o zaman parcacik sanki parcacik ozelligini olctugumuzu biliyormus gibi girisim paterni olusturmuyor ve deliklerin sadece birinden geciyor. (Bir dedektor ya da digeri parcacigi seziyor). O kadar tuhaf ki, sanki elektron (ya da foton, vs) hangi ozelligini olcmek istedigimizi anlayip, ona uygun ozelligini gozler onune seriyor, digerini gizliyor. Hatta, parcacigi bir bakima kandirmak icin, oyle deneyler duzenliyorlar ki, ornegin yerlestirdikleri dedektorler ancak parcacik hangi delikten gececegine karar verip, bir delikten gectikten sonra aktive olacak sekilde bir duzenek kuruyorlar. Boylece belki girisim paternini goreceklerini umuyorlar. Ama hayir, dedektorler sonradan calistirilsa bile sanki parcacik biraz sonra basina ne gelecegini biliyormus gibi davraniyor ve madem dedektoru biraz sonra calistiracaksiniz, ben de o zaman parcacik gibi davranirim diyor ve girisim paterni olusturmuyor, deliklerin sadece birinden geciyor. Hatta deneyi daha da ileri goturuyorlar. Daha karmasik bir duzenek kuruyorlar ve parcacigin olculen ozelligini kaydeden, fakat sonradan silen bir dedektor mekanizmasi olusturuyorlar. Deneyi bu kosullarda tekrarladiklarinda goruyorlar ki, sanki parcacik olculen ozelliginin silinecegini, bu bilgiye ulasamayacagimizi biliyormus gibi davraniyor ve girisim paterni olusturuyor. Bunun benzerini baska turlu de yapiyorlar. Ornegin parcacigin hangi delikten gectigi bilgisini sakli tutup, uzun sure sonra, ornegin 5 yil sonra kutuyu acip gorecek sekilde bir duzenek olusturuyorlar. Fakat parcacik oyle tuhaf davraniyor ki, eger eninde sonunda ozelligini ogreneceksek, ona uygun davraniyor (parcacik gibi), ogrenemeyeceksek, o zaman girisim paterni olusturup dalga gibi davraniyor. Sanki evren fizikcilerle dalga gecip bir oyun oynar gibi bu deneylerde. Tum evren, bu atomalti parcaciklardan olustugu icin, varlik felsefemiz bu parcaciklari da icine alan, onlari da aciklayan bir felsefe olmak zorunda. Fakat mikrodunyaya indigimizde, hersey cilgin bir sekilde davraniyor gibi. Biraz once acikladigim parcacik dalga deneylerinin tuhafligi kadar, bir de pek cok baska tuhaflik var bu mikrodunyada. Ornegin lokalite ve non-lokalite konusu. Normal olarak, klasik fizige gore (ayni zamanda sagduyumuza gore de) bir cisim uzaysal olarak izole oldugu baska bir cismi etkileyemez. Ancak "lokal" etkide bulunabilir, yani kendi cevresini etkileyebilir. Eger 100 metre uzakta bir etkide bulunmak istiyorsak, o 100 metre uzaktaki mesafeye birsey gondermek zorundayiz. Ornegin ses molekullerini titrestirip, o mesafeye ses olarak ulasabiliriz. Ya da kendimiz gidip dokunarak o mesafede yapmak istedigimizi yapariz. Ya da uygun durumlarda foton gondererek (isik ile) uzak mesafeye etkide bulunabiliriz. Fakat Bell deneyi gosteriyor ki, evren klasik fizigin farzettigi lokalite ozelligini gostermiyor. Non-lokal davraniyor evren, en azindan parcaciklar dunyasi icin. Bir parcacik, bir digerine hicbir bilgi gondermemesine ragmen, birinde olan degisiklik ayni anda oburune yansiyor. Biri digerini es zamanli olarak uzaktan etkiliyor gibi. Ayrica, tum makro dunya, bu tuhaf davranan mikro parcaciklardan olustugu icin, makrodunyanin anlasilmasi, bu mikrodunyanin ozelliklerinin anlasilip, bu ozelliklerin makro dunyaya da bir kopru ile baglanmasindan geciyor. Ornegin fizikcilerin "coherence" dedikleri bir calisma, kuantum dunyasindaki davranislari, makro dunyada alistirimiz davranislara donusturen donusumlerin nasil oldugu ve nasil yapilacagi uzerine. Bu konuda cok calisma yapilmis. Bazi fizikciler bu donusumun tatminkar olarak yapildigini iddia ederken, diger pek cok kisi yapilan calismalari etkileyici bulmakla beraber henuz bir sonuca ulasilmis olmadigi kanisinda. Eger mikrodunya ile makrodunya arasinda bir kopru kuramazsak, evreni tam olarak anlamis olmayacagiz. Birseyler hep eksik kalacak.
-
İnternette Big Bang teorisiyle ilgili çok ilginç tartışmalarla karşılaştım. Öğrendiğim bazı şeyleri sizlerle de paylaşmak istiyorum. Anlaşıldığı kadarıyla, uzun zamandır Big Bang karşıtı pek çok ciddi fizikçi ve kozmolog var ortalıkta. Ama ne sayıları ne de etkinlikleri seslerini geniş çapta duyurmalarına yetmemiş. Thomas Kuhn'un duysa hoşuna gideceği bazı sebeplerle, kozmolojide ve teorik fizikte mevcut bazı paradigmaların ve kabul gören fikirlerin barajını aşamamaktan yakınıyorlar. Pek çoğu fizikle gayet ciddi ve ve akademik düzeyde uğraşan bu kesimin - ki bu kesim dediğim kişiler birbirlerinden bağımsız, pek çoğu birbirini tanımayan ve tamamen kendi fikirleri ve araştırmaları çerçevesinde konuşan kişiler - iddialarına göre, aslında kozmolojideki Big Bang teorisi pek çok problem içeriyor, pek çok noktada gözlemsel verilerle çelişiyor, fakat yerleşmiş bir teori olduğundan bilim dünyası ondan kolay kolay vazgeçemiyor. Bu tür fikirlerin kamuoyuna duyurulduğu popüler bilim kitaplarından biri Eric Lerner'ın "Is the Big Bang a Bust? The Big Bang Never Happened: A Startling Refutation of the Dominant Theory of the Origin of the Universe." isimli kitabı. 1991'de basılmış anladığım kadarıyla. Lerner'ın ortaya koyduğu sorunlardan biri, büyük galaksi gruplarının nasıl oluştuğu sorunu. Bu konu fizikçilerin hala kafasını kurcalıyor. Evrenin yaşı Big Bang teorisine göre 15-20 miyar yıl civarı olmalıdır. Fakat, bu büyük yapıların oluşması için Lerner'a göre 100 milyar yıldan fazla zamana ihtiyaç vardır. Astronomiyle ilgilenenlerin bileceği "kızıla kayma" fenomeni, hem galaksilerin bize uzaklığını, hem de birbirlerine olan göreceli hızlarını verir. Gözlenen galaksilerin kızıla kayma oranlarının mesafeyle arttığı tespit edilmiştir. Tully ve Fisher yöntemi gibi başka mesafe ölçüm yöntemleri de kullanan fizikçiler, galaksilerin hızlarının ve uzaklıkların yaklaşık olarak ne olduğunu tespit edebilmektedirler. Lerner'a göre, bu ölçümler sonucunda tespit edilmiştir ki, galaksiler hiçbir zaman saniyede 1000 km'den daha yüksek bir hızla hareket etmemektedir. Bu durumda ise 20 milyar yılda, olsa olsa 65 milyon ışık yılı kadar hareket etmiş olabilirler. O zaman, milyarlarca ışık yılı genişliğindeki alanlara dağılmış büyük galaksi grupları, tek bir noktadan yayılarak nasıl oluşmuş olabilir diye soruyor. Big Bang kozmologlarının bu sorunu çözmek için önerdikleri açıklama, iki aşamalı bir yayılmayı gerektiriyor. Bu yüzden bazı bilim kitaplarında ya da dergilerinde "big bang iki kere oldu" türünden yorumlar görürsünüz. Bu fikre göre, bir ilk patlama gerçekleşmiştir, bunu büyük yapıların oluşmasına imkan verecek birkaç yüz milyarlık bir duraklama dönemi izlemiş ve sonra ikinci bir patlama gerçekleşerek her şeyi daha uzak bölgelere yaymıştır. Lerner'a göre, sırf teoriyi gözlemlere uydurmak için yapılmış ve yapay olduğu çok açıkça sırıtan bir açıklamadır bu. Fakat bu kadarıyla bitmiyor. Teoriye yapılan bu yama, diğer bazı gözlemleri açıklamaya yetmiyor. Örneğin, bilim adamları, yaşı çok büyük galaksiler tespit etmiş durumdalar, ki bunların oluşmuş olması gereken dönemde Big Bang modeline göre evren henuz bu tür yapıların oluşmasına izin verecek kadar soğumuş durumda değildi. Ayrıca, ilk dönemlerinde evrende madde dağılımı homojendi Big Bang teorisine göre. Fakat bugün gözlediğimiz evrenin yapısı homojen değildir. Madde bölge bölge gruplaşmış durumdadır. Homojen bir yapıdan, ilk zamanlarda mevcut olan tek kuvvet olan gravitenin etkisiyle, bu gün gördüğümüz topaklı yapının nasıl ortaya çıkmış olabileceği de Big Bang teorisinin açıklamakta çok zorlandığı noktalardan biridir. Lerner'a göre, bu gözlem de çok açıkça evrenin tek bir noktadan yayılarak oluşmuş olamayacağını göstermektedir. Bir başka sorun ise, iyi bilinen "dark matter" (kara madde) sorunu. Big Bang teorisine göre, gözlenen kızıla kayma hızlarını açıklamak için gerekli çekim gücünü sağlayacak miktarda madde evrende gözlenememektedir. Nötrinolar ve kayıp kütle hesaplarını açıklayabilecek pek çok başka açıklamaların tümü hesaba katıldığında bile, gerekli kayıp maddenin ancak yüzde biri açıklanabilmektedir. (Özellikle bu "dark matter" sorunuyla ilgili, bilim dergilerinde bu konunun Big Bang teorisiyle ilgili ciddi bir sorun olduğu ve artık teoriyi krize sokar hale geldiği şeklinde pek çok yorum ve fikir okuduğumu hatırlıyorum son yıllarda. Ki bunlar bilim dünyasında hala yaygın kabul gören Big Bang teorisinin destekleyicileri tarafından yazılmış makalelerde geçen yorumlar. Okuduğum bir yerde diyordu ki, Big Bang teorisiyle ilgili ortaya konan diğer problemlerin tümünün şu ya da bu şekilde üstesinden gelinebilmektedir, fakat bu kayıp "dark matter" sorunu bir türlü çözülememektedir). Yine Lerner'ın kitabına dönersek, Finlandiya'lı ve Amerika'lı bir grup bilim adamı tarafından Lerner'ın kitabının basılmasından kısa zaman önce ortaya çıkartılan bir bulguya göre, aslında aranan "dark matter" evrende gerçekten de yok. Çünkü, galaksilerin hızlarının ölçümlerinde, astronomların iyi bildiği bazı problemler vardır. Örneğin, bir galaksi grubundaki bazı yakın tarafta bulunan bir galaksi, bize yaklaşıyormuş gibi görünebilir. Veya, gruptan daha uzakta olan bir galaksi grubun bir üyesi zannedilebilir. Özellikle bu ikinci duruma uyan galaksiler, hasaplara katıldığında, galaksi grubunun kendi etrafında dönme hızını gerçekte olduğundan yüksek göstermektedir. Galaksi gruplarındaki madde miktarı hesaplanırken, bu ölçüm hızları kullanıldığından, bu hızlar yanlış hesaplandığında, örneğin olduğundan fazla çıktığında, galaksi grubunun kütlesi de olduğundan fazla hesaplanmaktadır. Sözkonusu Finlandiya'lı ve Amerika'lı grubun çalışmaları göstermiştir ki, bu durum aşağı yukarı tüm "dark matter" gerektiren durumları açıklamaya yetecek kadar önemli bir faktör bile olabilir. Çünkü yine aynı grubun dikkatleri çektiği bir gözlem var ki, her galaksi grubunun en parlak galaksisinin grup merkezi etrafında dönme hızı, grubun ortalama hızından daha yavaş. Bu ya çok tuhaf bir rastlantı, ya da aslında grubun gerçek hızı zannedilenden daha yavaş, ama gruba gerçekte dahil olmayan galaksilerin de hesaba katılması yüzünden hız olduğundan yüksek çıkıyor. Benzer şekilde, birbirinin çekim alanına kapılmış ve gruptan uzaklaşmakta olan bir galaksi çiftinin hızı hesaba katıldığında benzer bir problem ortaya çıkmaktadır aynı grubun çalışmalarına göre. Kısacası, Lerner'ın dediğine göre aslında bu çalışmalar, belki de ortada gerçekten de hiç "dark matter" olmadığını gösteriyor. Evren, neyi gözlüyorsak ondan ibarettir görünüşe göre diyor. Fakat ekliyor, bu durumda ise, ortaya bir sorun çıkıyor: Big Bang teorisine göre, eğer aranan kara madde yoksa, galaksiler, yıldızlar ve gezegenler oluşamaz! Kısacası, kitap çok önemli konulara parmak basıyor. Fakat tek bir kitaba bakıp, bilimsel teoriler hakkında hüküm vermek elbette ki çok doğru değil. Bu yüzden, bu kitapla ilgili eleştirileri vs. de inceledim. Kitapta sözü edilen iddialara cevap vermeye çalışan Big Bang fizikçilerinin veya kitabın kritiğini yapan kitap eleştirmenlerinin yazılarını okudum. Karşı çıkılan noktaların genellikle "Popüler bilim kitabı yazarak yerleşik teoriler çürütülemez", "Uzmanlar hala Big Bang'den vazgeçmiş durumda değiller", vs. türünde olduğunu gördüm. Teknik ayrıntılarla ilgili açıklamalar da var yer yer, fakat hiç birinde Lerner'ın yanlış bilgi verdiği söylenmiyor. Sadece sorunları biraz abarttığını söyleyenler var. Bir de Lerner'ın Big Bang'e alternatif olarak sunduğu Plazma Kozmolojisi kuramının gözlemleri açıklamada Big Bang'den çok daha zayıf olduğu türünde yorumlara rastladım. (Fakat örneğin bu son nokta, kitabın asıl önemli kısmıyla, yani Big Bang teorisinin sorunlarıyla ilgili bir çözüm ortaya koyan bir çaba değil tabi ki. Lerner'ın önerdiği alternatif daha bile zayıf olabilir, ama bu Big Bang doğru demek değil). Bilinenler haricinde ve Lerner'ın zaten hesaba kattığı açıklamalar haricinde, gerçekten sorunları ortadan kaldıran veya Lerner'ın ciddi şekilde yanıldığını gösteren açıklama ise pek göremedim. Yalnız şunlar deniyor. Örneğin, Lerner'ın teorinin iyi açıkladığı konularla ilgili bir yorum yapmadığı, fakat iyi açıklayamadığı konulara aşırı yüklendiği söyleniyor. Çünkü örneğin, Big Bang teorisinin en önemli kanıtlarından biri sayılan Kozmik Arkaplan Radyasyonunun ölçülmüş olması ve bu değerin Big Bang teorisinin öngördüğünden biraz da düşük çıkmış olmasına rağmen yine de pek çoğunun fikrine göre yeterince yakın olması, hatta bütün bunlar bir yana, böyle bir radyasyonun varlığının bile tek başına Big Bang teorisinin önemli bir dayanağı olduğu söyleniyor. Çünkü bu fenomeni, Big Bang teorisinden başka açıklayabilen, hatta açıklamaya yaklaşan bir fikrin dahi olmadığı söyleniyor. (Fakat aşağıda açıklayacağım gibi, aslında bu tür bir fikir var. Kozmik arkaplan radyasyonunu, yıldızların uzayı ısıtması fikriyle açıklamaya çalışanlar var). Bu şekliyle, Lerner'ın eleştirilerini yaratılışçıların Evrim'e saldırılarına bile benzetenler var. Nasıl ki yaratılışçılar doğru dürüst bir alternatif getirmeden, biyolojideki yerleşik bir teori olan evrime saldırıp dururlar ve teorinin iyi açıkladığı noktaları gözardı ederler, Lerner ve diğerlerinin de kozmolojinin yerleşik bir teorisi olan Big Bang için aynı şeyi yaptığını söyleyenler var. Fakat bu tartışmada olaylar ilginç şekilde tersine dönmüş görünüyor. Lerner ve benzer düşünenler, Big Bang teorisinin bu kadar popüler hale gelmesinin, yaygın kabul görmesinin ve aleyhinde bunca delile rağmen bilim adamları tarafından bile hala kolay kolay terkedilememesinin altında bu teorinin dinsel yaratılış fikirlerine destek sağlaması (daha doğrusu destek sağladığının zannedilmesi) olduğunu söylüyorlar. Aslında bu konu çok ilginç, çünkü big bang teorisi şimdiye kadar Evrim-Yaratılış tartışmalarında iki taraf tarafından da değişik vesilelerle kendi teorilerini desteklemek amacıyla kullanılmış durumda. Bu yüzden, ilginçtir, pek çok yaratılışçılık propagandası yapan kaynak, bu teoriden öfkeyle bahseder ve şiddetle reddeder. Bunların arasında, özellikle bizim Harun Yahya'nın bolca çevirilerini yaptığı ICR (Institute for Creation Research) kurumunun yayınları da bulunmakta. Bu tür yaratılışçılar, Big Bang ve sonrasıyla ilgili fikirleri, bilim adamları tarafından evrenin gelişimini Tanrı'nın işin içine girmesine ihtiyaç duymadan evrimsel bir şekilde açıklamakta kullanılmaları sebebiyle sevmiyorlar. Fakat, bu teorinin kendi dinsel yaratılış dogmalarına destek sağlayacak şekilde yorumlanabileceğini gören pek çok yaratılışçı ise Big Bang'e sahip çıkıyor. İşte özellikle bu kesimin toplum üzerindeki etkileri ve dinsel dogmaların yüzyıllardır toplumsal hayata girmiş etkileri yüzünden, Lerner ve benzerlerine göre, Big Bang bugün bilinen popülerliğine ulaşmıştır ve aleyhindeki onca delile rağmen hala terkedilememektedir. Tabi, yazının başında da belirttiğim gibi, Big Bang teorisine inanmayanlar Lerner'dan ibaret değil. Bu yazıda büyük ölçüde ondan bahsetmemin sebebi, Lerner'ın bu konuda özel olarak popüler bir bilim kitabı yazmış bir kişi olması. Benzer şekide Big Bang teorisini beğenmeyen ve aslında yanlışlarla ve deliklerle dolu olduğunu söyleyen başka pek çok bilim adamı da var. Hatta bu tür bilim adamlarının çalışmalarına fon sağlamak üzere kurulmuş Meta Research diye kar amacı gütmeyen bir kurum bile var. Çünkü Big Bang aleyhinde çalışma yapan bilim adamlarının, bu çalışmaları için normal kaynaklardan kolay kolay fon bulamadığını söylüyor bu kurumun kurucuları. (Meta Research'ün web sayfası: http://www.metaresearch.org/home.asp). Bu kurumun web sayfasında, Big Bang teorisinin en büyük 10 problemi diye bir liste de verilmiş durumda. Bu listeyi kısaca çevirmeye çalışırsak: 1) Statik evren modelleri, eldeki verilere genişleyen evren modellerinden daha iyi uyuyor. 2) Kozmik arkaplan radyasyonunun Big Bang'den kalma bir artık olduğu fikrinden ziyade, uzay boşluğunun yıldızların ışığı tarafından ısıtılması yoluyla oluştuğu açıklaması daha akla yatkın. 3) Elementlerin oluşumunu açıklamak için Big Bang modelinde çok fazla parametre ayarlaması yapmak gerekiyor. 4) Evrenin Big Bang teorisine göre hesaplanan yaşı (15-20 milyar yıl) evrende gözlenen büyük yapıların (galaksi grupları) ve onların arasındaki büyük boşlukların oluşmasına yetecek kadar fazla değil. 5) Kuasarların ortalama ışık şiddetinin zaman içinde tam belli bir şekilde azalması gerekiyor ki, ortalama parlaklıkları tüm kızıla kaymalarda aynı kalsın. (Ki böyle birşeyin olasılığı çok düşük). 6) Galaksi gruplarının yaşı, evrenin yaşından daha büyük gözüküyor. 7) Galaksilerin yerel hareketleri, her tarafı üniform olması gereken bir sonlu evren modeli için fazla yüksek görünüyor. 😎 Big Bang teorisine göre, evreni oluşturan asıl baskın maddenin, içeriği ve varlığı belirsiz olan "kara madde" olması gerekiyor. (Kara maddenin normal maddeden çok daha fazla olması gerekiyor). 9) Gözlenen en uzak galaksiler (ki bunların en eski galaksiler olması gerekiyor) galaksilerin evrimi konusunda yeterli kanıt göstermiyor. (Yani daha yeni galaksilerle aynı gelişmişlik düzeyinde görünüyorlar, ki Big Bang teorisine göre zaman içinde galaksilerin evrim geçirmiş olmaları gerekiyor). Ve bunların bazıları en sönük kuasarlardan daha yüksek bir kızıla kayma gösteriyor. 10) Günümüzde gözlediğimiz açık evren eğer başlangıç anına döndürülseydi, evrende gözlenen maddenin gerçek yoğunluğunun kritik yoğunluğa oranının 1'den sadece 10 üzeri 59'da bir kadar farklı olması gerekirdi. Daha fazla bir fark ya çoktan kendi üzerine çökmüş, ya da çoktan dağılıp gitmiş bir evren ortaya çıkartırdı. Bu maddeler, dediğim gibi Meta Research'ten alınmış bilgiler. Fakat pek çoğu, big bang aleyhine olarak rastladığım diğer fikirlerle de paralellik içeriyor. Dolayısıyla, Big Bang'in sorunları konusunda, teoriyi kabul etmeyen bilim adamları arasında aşağı yukarı bir hemfikirlik var gibi. Ayrıca, yine önemli bulduğum için burada belirtmek istediğim birbaşka nokta, evrendeki tüm galaksilerde gözlenen kızıla kaymanın Doppler etkisinden değil, Compton etkisinden kaynaklandığını iddia eden uzmanlar da var. Bilindiği gibi, Doppler etkisi, bizden uzaklaşan veya yaklaşan bir dalga kaynağının ürettiği dalgaların dalga boyundaki kaymayı ifade ediyor. Kızıla kayma uzaklaşma, mora kayma yaklaşma anlamına geliyor. Tüm galaksilerin ise kızıla kaydığı tespit edildiğinden, tüm evrenin her an genişlediği düşünülüyor. Bu etki, konsantre elektronların içinden geçen ışığın bu elektronlara enerji kaybetmesi anlamına geliyor ve bu etki de kızıla kayma üretiyor. Galaksiler arasındaki boşluk eğer serbest elektronlar ve pozitronlarla doluysa, bu boşluk içinden geçen ışığın kızıla kayma göstereceği de tespit edilmiş. Bu durumda, ışık böyle bir ortamda ne kadar uzun süre seyahat ederse kızıla kayması da o kadar yüksek olacağından, bu durum galaksiler ne kadar uzaksa kızıla kaymalarının da o kadar fazla olduğunu söyleyen o gözlemleri de açıklamış olur. Kuasarların ise, kendi bünyelerinde yer alan bulanık bir atmosfer içinde bulunan serbest elektronların sebep olduğu Compton etkisinden dolayı çok daha yüksek bir kızıla kayma gösteriyor olabileceğini düşünüyorlar. Göründüğü kadarıyla Big Bang ile ilgili çok ilginç fikirler ve tartışmalara rastlamak mümkün internette. Bu yazıda yazdıklarım, bilim dünyasında hala yerini koruyan önemli teorilerden biri olan Big Bang'i ne derece çürütür, işin o kısmını okurların takdirine bırakıyorum. Ben kişisel olarak, Big Bang aleyhine yazılmış fikirlerden oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. Fakat tüm bunlar, Big Bang gibi yerleşik bir teoriyi bir çırpıda silip atmak için yeterli olur mu, orasını bilemem. Bilim dünyasının kuralları ve işleyişi bellidir. Elbette ki Thomas Kuhn gibilerin de belirttiği gibi, kimi zaman bilim dünyasında paradigmaların terkedilmesi zor da olsa (ve bu duraklamalara, veya yanlış fikirlerin uzun süre tüm bilim kamuoyu tarafından korunmasına da sebep olsa), herhangi bir bilimsel teoriyi bu tür ithamlarla kolayca terketmek de iyi bir bilimsel pratik olmasa gerek. Sonuçta eğer bilimin yöntemine güveniyorsak, eninde sonunda da olsa, ağır aksak da olsa doğrulara ulaşacağına güvenmemiz gerekiyor.
-
Bilindiği gibi, daha önce de Big Bang teorisinden ve bu teoriden şüphe duyan bazı bilim adamlarının fikirlerinden bahsetmiştim. Şimdi iki yeni bilimsel gelişmeden bahsederek bu konuya devam etmek istiyorum. 1. Bu konuların ilki şu meşhur "kara enerji" konusu. Bilindiği gibi, "kara enerji" kavramı, astronomların evren ile ilgili yaptıkları bazı gözlemler sonucu ortaya atmak zorunda kaldıkları bir fikirdir. Evrenin genişlemesi, 100 yıl boyunca düşünüldüğü gibi çekim kuvvetinin etkisiyle yavaşlayacağına, yaklaşık 5 milyar yıl önce birden hızlanmaya başlamıştır. 6 yıl kadar önce yapılan bu keşfin açıklamasını yapabilmek için bilim adamları kara enerji dedikleri bir kavram geliştirmişlerdir. Kara enerji antigravitasyonel bir güçtür. Çekim kuvvetinin yapmaya çalıştığının aksine, evreni genişletme yönünde etki gösterir. Big Bang'in gelişmiş şekli olan inflation teorisine göre, Big Bang'in ilk zamanlarında yine buna benzer bir etki, evrenin ışık hızını kat kat aşan bir hızla genişlemesine sebep olmuştur. İlk duyulduğunda çok tuhaf gelen ve ne kökeni ne de mahiyeti konusunda hiçbirşey söylenemeyen bu kara enerji kavramı, kozmologlara bile önceleri tuhaf gelmiş, fakat zamanla gözlemleri açıkladığı için benimsenmek zorunda kalınmıştır. Kara enerjinin sırrını çözebilmek için, bilim adamları w denen bir oranı ve bu oranın zaman içindeki değişimini ölçmeye çalışmaktadırlar. Kara enerjinin basıncı ve yoğunluğu arasındaki oranı veren w'nun zaman içinde nasıl değiştiğini (eğer değişti ise) çözebilirlerse, bu bilgi bilim adamlarına kara enerjinin mahiyeti ve kökeni konusunda önemli ipuçları verecektir. Bu bilgi aynı zamanda evrenin geleceği konusunda da çeşitli olasılıkların hangisinin gerçekleşeceğini tespit etmede yardımcı olacaktır. Evrenin geleceği içinmevcut 3 olasılık "Big Rip", "Big Collapse" ve "Big Fizzle" isimleriyle bilinmektedir. "Big Collapse" (büyük çöküş) ve "Big Fizzle" (evrenin genişleme hızının gittikçe yavaşlayarak galaksilerin ve maddenin seyrekleşmesi ve zamanla ısı ölümünün gerçekleşmesine verilen kısa isim) baştan beri hesaba katılan ve iyi bilinen iki olasılık idi. "Big Rip" ise ("büyük yırtılma", ya da "büyük kopma" diye çevrilebilir belki) teorik olarak baştan beri denklemlerin içinde bulunan bir olasılık olmasına rağmen kulağa çok tuhaf geldiği için baştan beri kozmologların kendileri tarafından bile ciddiye alınmamıştır. Eğer w'nun değeri -1'den daha küçük ise, bu uzak bir gelecekte (w'nun değerine bağlı olarak, 14 milyar yıl sonra, veya 55 milyar yıl sonra) evrenin genişleme gücünün çekim gücünü bastıracağı bir sınırın aşılıp, tüm galaksilerin ve evrende bulunan tüm maddenin bir anda yüksek bir hızla dağılıp yok olacağı anlamına geliyor. Kozmologların sağduyularına ve beklentilerine uymayan bu tür bir olasılık başlangıçta ciddiye alınmamıştı. Ta ki yakın zamanda yapılan bir analiz w'nun değerinin -0.8 ile -1.25 arasında olabileceğini ortaya koyana kadar. Bu durum, "big rip" olasılığının da gayet mümkün bir olasılık olduğu anlamına geliyordu. Kara enerjinin kökeni konusunda ise bilim adamları arasında en popüler açıklamalardan biri, daha Einstein zamanına dayanan (ilk olarak Einstein'ın denklemlerine kattığı ve sonradan evrenin genişlediği anlaşıldıktan sonra çıkarttığı) "evrensel sabit" açıklaması. Bu sabit, Einstein'ın fikrine göre boşluğun enerjisinden kaynaklanmaktaydı. Bu sabitin etkisindeki bir evren sonsuza dek hızlanarak genişlemeye devam etmeliydi. Evrendeki enerji yoğunluğu sabit kalmasına rağmen, evren genişledikçe genişleme hızı artmalı idi, çünkü daha fazla boşluk meydana gelmiş olacağından, boşluk enerjisi de daha fazla olacaktı. Bu şekilde bir süre sonra galaksiler ışık hızını aşan hızlarla birbirlerinden uzaklaşmalı idi. Fakat "evrensel sabit"in hesaplanmasına yönelik çabalar, "kara enerji" fizikçilerinin gözlediğinden 10 üzeri 60 defa büyük değerler vermekteydi ki bu öyle büyük bir değerdir ki, bu hesaba göre evren daha ilk saniyesinde parçalanıp dağılmalı idi. Kısacası, kozmologlar bu konuda bir kayıp içinde olduklarını kabul etmektedirler. Kara enerjinin kökeni konusunda string teorisine dayanan bazı açıklama girişimleri de bulunmaktadır, fakat henüz kesin birer açıklama olmaktan uzaktır bu girişimler. String kökenli girişimlerin bir varyasyonu olan başka bir açıklama ise, gravite alanına kapılmış çok hafif bir parçacığın sebep olduğu bir güç alanı evrenin genişlemesinden sorumlu olabilir. Bu açıklama da Einstein'ın denklemlerinde değişiklik gerektirmektedir ve kara enerjinin kökeni konusunda umut vaadeder görünmektedir. Bu hesaplamalara göre, galaksiler tipik Einstein çekimine uyan bir balon içinde bulunurken, bu balonun dışında ve galaksiler arasındaki boşlukta çekim kuvveti değişmektedir. Kısacası, kara enerji konusunda araştırmalar devam ededursun, dışarıdan bakan ve konuya ilgili gözlemciler açısından olay, bilim adamlarının ellerindeki gözlemleri bir türlü mantıklı ve birbirine uyan bir şekilde bir araya getiremedikleri yönünde olmaktadır. En azından benim kişisel olarak izlenimim budur. 2. Çok kısa zaman önce bir grup Fransız bilim adamının yaptığı açıklamalara göre, evrendeki en büyük galaksi grupları, evrenin ortaya çıkışı ve evrimi konusundaki yaygın açıklamalara radikal bir şekilde aykırı bazı özellikler göstermektedir. New York Times'da çıkan habere göre, bu gelişme, şu anki popüler teorinin tasvir ettiği tuhaf evreni kabullenmeye kendilerini hazır hissetmeyen bazı bilim adamlarını yüreklendirmiştir. Avrupa uydusu XMM-Newton tarafından toplanan X ışını ölçümlerine göre, galaksi grupları Big Bang/Inflation modelinin öngördüğü türde bir davranış göstermemektedir. Galaksi gruplarının içinde bulunan sıcak gazların yaydığı X ışınlarını inceleyen bilim adamları, uzak geçmişte, bu ışınları yayan galaksi grubu sayısının beklenenin çok altında olduğunu bulmuştur. Elde edilen sonuçlara göre, uzak geçmişte mevcut galaksi grubu sayısı, Big Bang/Inflation modelinin öngördüğünün aşağı yukarı 10 katı daha azdır, ki bu beklentiden önemli bir sapma demek. Evrendeki kara madde ve kara enerjinin ölçümü ve açıklanması üzerine düzenlenen bir konferansın düzenleyicisi University of California profesörlerinden Dr. David B. Cline, mevcut popüler teorinin hala gizemli, tuhaf ve potansiyel olarak yanlış olduğunu söylemektedir. Evreni oluşturan madde ve enerjinin önemli bölümünün, kimsenin hala bırakın kökenini açıklamayı, henüz gözlemeyi bile başaramadığı kara madde ve enerjiden oluştuğunu iddia etmenin, inanılması çok güç bir açıklama olduğunu söyleyen bilim adamlarının sayısı artmaktadır. University of Pennsylvania kozmologlarından Dr. Max Tegmark ise, mevcut teorinin geçmişteki başarılarının gözleri körelttiğini ve mevcut bazı problemlerin gözardı edilmesine ya da önemsenmemesine sebep olduğunu söylemektedir. "Ölçülmesi gereken birşeyin neden ölçülemediğini hiçkimse teorik bir argüman ile açıklamaya kalkmamalıdır" demektedir. Araştırmayı yapan grubun üyelerinden Dr. Blanchard'a göre ise, yaptıkları hesaplara göre, mevcut teoride biryerlerde bir problem bulunmaktadır. *** Kısacası, tüm bu gelişmelerden benim çıkarttığım sonuç, daha önce de bu forumda yazdığım gibi, mevcut Big Bang/Inflation modeli güven vermemektedir ve içinde çeşitli yanlışlıklar bulunmaktadır. İnsanlık olarak henüz evrenin kökeni konusundaki sırları yeni yeni açığa çıkarmaya çalışıyoruz ve ben durumumuzu, dünyanın yuvarlak olduğunun ve güneş etrafında döndüğünün ilk anlaşıldığı zamanlara benzetiyorum. O zaman nasıl ki, dönemin mevcut teorileri yeni yapılan gözlemleri açıklamakta zorlanıyordu ve teorileri değiştirdikçe değiştiriyorlar, sağında solunda düzeltmeler yapıyorlar ama yine de gözlemlere uyduramıyorlardı (ta ki dünyanın ve güneş sisteminin yapısıyla ilgili güneş merkezli gerçek teoriler ortaya çıkana kadar), benzer bir gelişmenin şu anda da evrenin açıklanması konusunda yaşandığını düşünüyorum. Ve başından beri bir yerlerinde bir eksiklik veya bir yanlışlık bulunduğunu düşündüğüm Big Bang kuramı konusundaki sezgilerimin doğru çıktığına dair güvenim de günden güne artmaktadır.
-
Ünlü bilim dergisi Discover'ın Şubat 2004 sayısının baş makalesi "Big Bang'den Önce" başlığını taşıyor. Makalede kısaca Big Bang'in sebebinin bizimki gibi üç boyutlu fakat daha yüksek boyutlarda gizlenmiş birbaşka evrenin bizimkiyle çarpışması olduğunu savlayan yeni bir teoriden bahsediliyor. Yazıda söylenene göre bu model, kozmik tarih ile ilgili elimizdeki bilgileri radikal bir biçimde değiştiriyor. Paul Steinhardt ve Neil Turok isimli iki kozmoloğun fikrine göre, evren hiçbir zaman daha önce düşünüldüğü gibi tek bir noktada toplanmış değildi ve hiçbir zaman şiddetli bir biçimde dağılmadı. Onların fikrine göre evrenimiz, gerçek büyüklüğü bizim erişemeyeceğimiz üst boyutlarda saklı olan çok daha büyük başka bir evrenin bir kesitinden ibaret. (Üç boyutlu bir küp düşünün. Bu küpün bir kenarı, küpün iki boyutlu bir kesitine örnek teşkil edecektir. Benzer şekilde, bizim evrenimiz de bu teoriye göre daha yüksek boyutlu bir üst evrenin küçük bir kesitinden ibaret). Bizim Big Bang diye algıladığımız şey, bu kozmologların fikrine göre bizim üç boyutlu evrenimizle, bizimkine sadece bir proton uzaklıktaki başka bir üç boyutlu evrenin (fakat bizden ayrılma şekli yüzünden bizim için görünmez olan bir evrenin) çarpışmasından ibaret. (Yine küp örneğine göre, bir küpü, bir yüzeyle, örneğin bir ince levhayla kestiğinizi farzedin, küpün bir kesitiyle sizin levhanız bir düzlemde kesişmiş olacaktır. Ya da daha güzel bir analoji, küpün katı olmadığını farzedin ve bir levhanın küpün içinden geçirildiğini farzedin. Bu durumda bu levha, küpü oluşturan tüm iki boyutlu kesitlerle ayrı ayrı düzlemlerde kesişecektir. İşte bahsedilen çarpışma, bu kesişmelerin bir tanesi gibi). Yazının anlattığına göre, bu yeni teori, süperstring teorisinden çıkma bir teoridir. Süperstringdeki bazı fikirlerin kozmolojiye uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Teorik fizik konularına aşinalığı olanların bileceği gibi, günümüz fiziğinde, birbiriyle bir türlü bağdaştırılamayan ve aynı çatı altında toplanamayan iki ana alan vardır. Kuantum fiziği ve relativite. Bildiğimiz evrenin ayrı yönlerini açıklayan bu iki bağımsız teoriyi tek bir çatı altında toplamak maksadıyla çok çalışma yapılmış fakat şimdiye kadar başarılı olunamamıştır. Şimdiye kadar, bu iki teoriyi birleştirme konusunda en fazla ümit vaadeden teori string teorisi (daha sonraki geliştirilmiş adıyla süperstring teorisi)dir. Süpersting teorisi yirminci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmış bir teoridir ve bazı fizikçilerin yorumuna göre, 21. yüzyıl fiziğinin rastlantı eseri 20. yüzyıla düşmüş halidir. Bu teori son derece kompleks bir teoridir ve bu teoriye göre evren bizim algıladığımız gibi 3 (ya da 4) boyutlu değildir, string modelinin işlemesi için evrenin 10 boyutlu kabul edilmesi gerekmektedir. Fakat yüksek boyutlarda herşey kolaylaşmakta ve daha önce bağdaşamaz zannedilen pek çok kavram, fikir, ve teori, işin içine üst boyutlar fikri girdiğinde çok güzel şekilde, hatta bulmaca parçalarının birbirlerini tamamlamalarına benzer şekilde birleşmektedir. Fakat fizikçilerin bu konudaki en büyük sorunları, eldeki matematiğin süpersting teorisine yetmemesidir. Bu teorinin geliştirilmesi aşamasında, elimizdeki tüm gelişmiş matematik yetersiz kalmıştır. Teorinin gerektirdiği hesaplamalar o derece karmaşıktır. Yatağın kenarından sarkan bir çarşaf, nasıl ki üç boyutlu bir evrende bulunan bir iki boyutlu cisim gibidir, benzer şekilde bu teorinin bakış açısına göre, bildiğimiz tüm uzayzaman, daha üst boyutlarda yer alan bir üç boyutlu kesittir. Bu iki boyutlu analojiyi akılda tutarak, fizikçiler, bildiğimiz gözlenebilir evreni gerçek 10 boyutlu evrendeki rüzgarda sallanan bir iki boyutlu zara benzetmektedir. Süpersting teorisinin teorik fiziğe getireceği yeniliklerin boyutlarını, fizikçiler daha yeni yeni (ve yavaş yavaş) görmeye başlamaktadır. Bunun bir örneği University of Pennsylvania'dan bir bilim adamı olan Burt Ovrut'un 1998'de Cambridge'de (İngiltere) yapılan bir konferansta sorduğu bir sorudur. Ovrut sormuştur ki, eğer biz çok boyutlu bir evrende titreşen bir zar üzerinde yaşıyorsak, bu çok boyutlu evrende bizimkine benzer başka zarların bulunmaması için ne sebep var? Teorideki hiçbir faktör, bu olasılığı dışlamamaktadır. Ve eğer diğer zarlar mevcutsa, bunlar birbiriyle etkileşime de girebilirler demektir. Bu fikirden etkilenen Princeton Üniversitesi profesörlerinden Steinhardt ve Cambridge üniversitesi profesörlerinden Turok, sözkonusu konferansta dinleyiciler arasında bulunuyorlardı. Daha sonra bu fikir üzerinde birlikte çalışan Steinhardt ve Turok, eğer zarlar çarpışırsa, bunun çok güçlü bir etki ortaya çıkartacağını buldu. Bu çarpışma öyle muazzam miktarda enerji ortaya çıkartıyordu ki, bu enerjinin miktarı, Big Bang'de ortaya çıkan enerji salınımıyla karşılaştırılabilecek düzeydeydi. Böylece, Steinhardt, Turok ve doktora öğrencisi Justin Khouri, süpersting'deki fikirlerin kozmolojiye olan etkilerinin ne düzeyde olacağını incelemeye karar verdi. Sonuçta da ortaya yazının başında bahsettiğimiz teori çıkmış oldu. Discover'ın anlattığına göre, sadece süpersting'e ait fikirlerin kozmolojiye ne gibi bir etkisi olacağını görmek gibi bir merak yüzünden kalkışmamışlardı bu işe. İşin içinde ayrıca özellikle Steinhardt'ın geleneksel Big Bang modelinden soğumaya başlamış olmasının da rolü vardı. Steinhardt'a göre geleneksel Big Bang teorisinin tek sorunu uzay ve zaman için bir başlangıç gerektirmesi değildi. Aynı zamanda bu teori, bilim adamları kendisini düzeltmeye ve mükemmelleştirmeye çalıştıkça daha da dağınıklaşmış ve şık olmayan bir hal almıştı. Orijinal Big Bang modeli basitti. Sıcak ve yoğun bir enerji paketi dağılmış ve genişlemeye devam etmişti. Fakat 1980'lerde fizikçiler Big Bang'in daha kompleks bir versiyonu olan "inflation" teorisini benimsediler. Buna göre evren Big Bang'i izleyen ve saniyenin çok küçük kesirli kısa bir süresi içinde ışık hızında çok daha hızlı bir biçimde yayılmış ve sonra yavaşlamıştı. Böyle birşeyin gerçekleşmesinin tek yolu, yeni doğmuş evrende, çok güçlü, fakat sadece saniyenin küçük kesirli bir süresi kadar varolup sonra ortadan kalkmış bir enerji alanının varlığıydı. Teorilere bu tür komplikasyonlar eklemek hem sağduyuya, hem de geleneksel bilimde iyi bilinen "occam's razor" (occam'ın bıçağı) ilkesine aykırıydı. (Bu prensibe göre fazlalık faktörlerden arındırılmış, en basit açıklama en doğru olanıdır). Fakat bu kadarı da yetmedi. Zaman içinde bilim adamları Big Bang teorisini astronomların evrenin haritasını çıkartırken topladıkları verilerle bağdaştırabilmek için tekrar değiştirip teoriye yeni bir komplikasyon eklemek zorunda kaldı. Buna göre, evrenin genişleme hızı, evren ortaya çıktıktan çok daha sonra bir dönem tekrar yükselmiş ve sonra yine yavaşlamıştır. Yani neredeyse Big Bang iki aşamalı olmuş, önce birincisi, aradan milyarlarca yıl geçtikten sonra da ikincisi meydana gelmiştir. Bilim adamları bu ikinci genişlemeyi açıklamak için yeni bir bilinmeyen enerji alanı ortaya komuşlar ve buna "kara enerji" demişlerdir. Bu fikir adeta teorinin "öngördüğü" birşey olmaktan ziyade, teoriyi düzeltmek ve gözlem verilerine uygurabilmek için icat edilmiş birşey gibi durmaktadır. Steinhardt'a göre, "Kara enerji kavramı modele uymaktadır, fakat bu kara enerjinin ne olduğu meçhuldür. Standart Big Bang/Inflation modeli, gittikçe daha dolambaçlı ve karmaşık hale gelmektedir ve geçerli olması hala mümkün gözükmesine rağmen sürekli bu modele birşeyler eklemek zorunda kalmamız iyi bir işaret değildir." İşin ilginci, Steinhardt'ın inflation modelini geliştiren bilim adamlarından biri olmasıdır. Ve şimdi kendisi bu modelde hoşuna gitmeyen bazı yönler olduğunu söylemektedir. Bilim tarihinin incelenmesi, yaygın modellerdeki bu tür ayarlama gereksinimlerinin uzun vadede iyiye işaret etmediğini göstermektedir. Bu konuda Discover dergisindeki yazıda verilen örnek Ptolemy'nin dünya merkezli evren modelidir. Bu model, batı biliminde yaklaşık 1000 yıl boyunca kabul edilmiştir. Ptolemist teorisyenler, gezegenlerin teori tarafından öngörülen şekilde basit bir paterne uyarak dönmediğini keşfettiklerinde, teoriye bir ekleme yaptılar. Gezegenlerin düşünüldüğü gibi sadece basit dairesel yörüngeler çizmediğini, bu dairesel yörüngelerin üzerinde bir de çok daha küçük dairesel hareketler ("epicycles")yaptıklarını düşündüler. Teorinin ve gözlemlerin daha da yakından incelenmesi, bunun da gözlemleri tam olarak açıklayamadığını ortaya koydu ve teorisyenler epicycle'lar üzerine başka epicycle'lar ekleyerek teori gözlemlere uyana kadar değiştirdiler. Sonuç yine çok kompleks bir teoriydi. Fakat sonra Kopernik güneş merkezli evren modeliyle ve Kepler gezegenlerin haketlerini dairesel değil eliptik olarak açıklayan teorisiyle geldi ve tüm gözlemler ortaya çıkan bu yeni modele hiçbir "epicycle" veya herhangi bir komplekslik gerektirmeden rahatça oturdu. Dolayısıyla, daha basit olan açıklama, daha doğru bir açıklama oldu. Bundan örnek çıkaran bazı bilim adamları, standart Big Bang/Inflation modelini bu sebeple çok fazla beğenmemektedir. Kısacası, tekrar süpersting teorisinden ortaya çıkmış yeni kozmoloji teorisi konusuna dönersek, eğer iki zar kesişirse, çarpışma ikisini yine birbirinden uzaklaştıracaktır. Çarpışmanın neticesinde bizim zarımızda (evrenimizde) ortaya çıkan ateş topu daha sonra soğumaya başlayacak ve bir faz değişimine girecektir. (Suyun donup buz olması gibi). Bu faz değişimi ise, evrenin genişlemeye başlamasına sebep olacak bir kuvvet ortaya çıkartacaktır. Ateş topundaki sıcak noktalar madde yığınları halinde soğuyup kalacak ve zaman içinde galaksi gruplarını oluşturacaklardır. Soğuk noktalar ise galaksi grupları arasında kalan boş bölgeler haline gelecektir. Teori, günümüzde gözlenen evrenle uyuşmaktadır. Ayrıca, işin güzel tarafı "inflation" gibi bir komplilasyona, hatta "kara enerji" gibi fikirlere dahi gerek yoktur. Başlangıçtaki çarpışmanın yarattığı kuvvet, tüm mevcut gözlemsel verileri açıklamaktadır. Ayrıca bu teori daha fazlasını da yapmakta, sadece evrenin bu zamana kadarki halini değil, bundan sonrasını da açıklamaktadır. Steinhardt ve Turok'un hesaplamalarına göre, evren genişlemeye devam edecek ve trilyonlarca yıl sonra, madde yoğunluğu bir katrilyon küp ışık yılı genişliğindeki alana tek bir elektron düşecek kadar seyrekleşecektir. Bu ise pratik olarak madde yoğunluğunun sıfıra inmesidir. Fakat teorinin öngörüsüne göre, çok daha sonra, yakınlardaki başka bir üç boyutlu evren (ki zaman içinde bizimki gibi boşamış durumda olacaktır) bizimkine yakın bir bölgede bulunmaya devam edecektir. Her ne kadar önceki çarpışmadan sonra birbirlerinden ayrılmış olsalar da, birbirlerine bizim çekim kuvvetine benzetebileceğimiz türde bir kuvvet uygulayacaklardır ve zaman içinde başka bir çarpışmaya sebebiyet verecek şekilde tekrar bir araya geleceklerdir. Bu ise başka bir Big Bang oluşturacak ve bu işlem sonsuz bir döngü olarak devam edecektir. Steinhardt, döngüsel evren modellerinin 1920'lerde ve 30'larda popüler olduğunu, fakat bu modellerin bir Big Bang (büyük patlama), ardından bir Big Crunch (büyük çökme) ve sonra yine bir Big Bang, vs. tarzında olduğunu söylemektedir ve bu modellerde aynı madde miktarı sonsuz şekilde tekrar kullanıldığından, her döngüde entropi artmakta ve bu yüzden her döngü bir öncekine göre daha uzun zaman almaktadır. Dolayısıyla, geçmişe gittiğinizde de dögüler kısalmaktadır. Yani sonuçya, yine bir başlangıç ortaya çıkmaktadır. Fakat bu yeni döngüsel modelde, her çarpışmada evren bir boşluktan başladığından, maddenin yeniden kullanımı diye birşey yoktur ve dolayısıyla entropi artmamaktadır. Yani bu model ne bir başlangıç, ne de bir son gerektirmektedir. MIT profesörlerinden ve Inflation teorisinin kurucularından Alan Guth, Steinhardt ve Turok'un fikirlerini kanıtlamaya henüz yaklaşmadıklarını, fakat bu fikirlerin kesinlikle incelemeye değer olduğunu söylemektedir. Fakat, elde gözlemleri açıklayan standart bir model varken, bu konudan bu derece fazla miktarda sonuç çıkartan bu teoriyi gereksiz bir çaba olarak niteleyen bilim adamları da bulunmaktadır. Örneğin University of California Santa Cruz'dan Joel Primack, bu fikirlerin doğru olup olmadığıyla dahi ilgilenmemektedir. Ona göre, eldeki sağlam teoriler üzerinde çalışarak kara madde ve kara enerji üzerinde fikir yürütmeye çalışmak, daha verimli bir çabadır. Bu teorideki fikirlerin test edilebilir olmadığını söylemektedir Joel Primack. Fakat, test edilebilirlik konusundaki problemler, süpersting teorisinde zaten varolan bir problemdir. Çünkü süperstring teorisinin test edilebilmesi için ortaya çok yüksek miktarlarda enerji çıkartılması gerekmektedir ki bunun için günümüz teknolojik imkanlarının çok çok üstünde bir teknoloji gerekmektedir. Fakat bu konu bir yana, süpersting teorisinin test edilmesine bağlı olmaksızın, Steinhardt ve Turok kendi teorilerinin test edilmesi konusunda bir öneri getirmektedirler. LISA adı verilen ve evrenin ilk zamanlarındaki çekim dalgalarını inceleyecek bir uzay "probe"unun 2020 yılında işlerliğe geçmesiyle toplanacak verilerin ya Inflation teorisini, ya da kendi önerdikleri teoriyi destekleyecek sonuçlar ortaya çıkatacağını söylemektedirler. Eğer evren Inflation teorisinin öngürdüğü gibi saniyenin çok kısa bir kesitinde ışık hızının kat kat fazlası bir hızla genişlediyse, tüm evren ilk zamanlar gravite dalgalarıyla titreşiyor olmalıdır. Fakat eğer Big Bang'in sebebi, Steinhardt ve Turok'un "Ekpyrosis" teorisinin savladığı gibi iki evrenin yavaş bir çarpışmasıysa, bu gözle görünür bir gravite dalgalanması yaratmayacaktır. Dolayısıyla, teorinin doğru olup olmadığı konusunda ilk gözlemsel verilerin o zaman elde edilebileceğini söylüyor Steinhardt ve Turok. Princeton üniversitesi astrofizikçilerinden David Spergel, kozmolojinin süpersting teorisiyle er ya da geç birleştirilmesi gerekeceğini ve bu konuda Inflation teorisiyle yarışan çeşitli fikirler bulunduğunu ve belki zaman içinde bunların tümünün yanlış olduğunun ortaya çıkacağını, fakat aralarında doğru çıkma ihtimali en fazla olan teorinin Steinhardt ve Turok'ın "Ekpyrosis" teorisi olduğunu söylemektedir. Kısacası, Discover dergisinde okuduğum ve buraya özetleyerek aktarmaya çalıştığım yazı, daha önce de Big Bang teorisi hakkında şüphelerini dile getirmiş biri olarak benim bakış açımı destekler gözükmektedir. Steinhardt ve Turok'un teorisinin doğru çıkıp çıkmaması çok önemli değil, fakat bu yazıda benim en çok ilgimi çeken nokta, işin asıl uzmanlarının dahi Inflation teorisinde beğenilmeyen taraflar bulmaları ve daha basit ve şık teoriler aramalarıdır. Bu vesileyle, daha önce de dile getirdiğim bir fikrimi yinelemek istiyorum. Bence kozmoloji henüz emekleme çağını yaşamaktadır ve dünyanın yapısı ve ortaya çıkışıyla ilgili teorilerimiz nasıl geçmişte devamlı biçim değiştirip sonunda orijinal haliyle hiç alakası olmayan biçimlere büründüyse, benzeri bir gelişimin kozmoloji alanında da yaşanacağını ve insanlık gelecekte bu konuyu az çok çözdüğü zaman, ortaya bugün düşündüklerimizden çok daha farklı bir açıklama çıkacağını düşünüyorum. Günümüzün modern fiziği, gelecekteki bu açıklamaların kapılarını daha yeni yeni aralamaya başlamıştır bence ve fiziğin şu anki düzeyinde, görebildiğimiz sadece gerçeğin belli bir kesitidir diye düşünüyorum.
-
Bence bu konudaki problem 'zaman' dedigimiz kavramin taniminda. Tum fizik yasalari zamanin yonune gore simetrik olmasina ragmen evrende gozledigimiz duzenli entropi artisi zamanin okunun bu prensip bazinda tanimlanmasina sebep olmus. Klasik anlamda anladigimiz sekliyle zamanin oku entropinin degisimiyle ilgili. Bu anlamda ise elbette bir baslangic noktasina ulasilacaktir, fakat burada ulasilan baslangic entropi dedigimiz kavramla ilgilidir, yoksa bizim saniyeleri sayma yetimizle degil. Biz entropinin en dusuk oldugu noktaya sifir zamani dersek, elbette ki bu anlamda tanimli zamanin baslangicina ulasiriz. Cunku saniyeleri saymaya o noktadan itibaren baslariz. Ondan oncesini saymayiz. Fakat ayni zamanda da sayi dogrusu uzerinde sectigimiz bir baslangic noktasindan iki yone dogru da (pozitif ve negatif) sonsuza kadar bir saymanin mumkun oldugunu biliriz. Dolayisiyla, entopinin sifirlandigi andan onceki saniyelerin sayilmasi, eger bu sayma entropiye dayanarak yapilmazsa, Big Bang oncesi zaman anlamina gelecektir. Kimbilir, belki de baslangic noktasi degil, bitis noktasi sifir entropi olan bir surec vardir Big Bang'den once. Bunun boyle olmadigini bilemeyiz. Ve de zamani entropiden bagimsiz degerlendirirsek, Big Bang'in oncesinden bahsetmemek icin bir sebep kalmaz ortada. Peki entropiye dayanarak yapilmazsa, neye dayanarak sayim yapilacaktir denebilir, ki bu cok yerinde bir soru. O doneme ait hicbirsey bilmedigimiz icin, boyle bir sayimin o donem icin neye dayanarak yapilabilecegini bilmemize de imkan yok. Bizim bildigimiz anlamda degisim, Big Bang ile basliyor. Fakat 'zaman'in anlami ve kokenine ait hem felsefede hem de gunumuzde teorik fizikte pek cok, hatta bir kismi oldukca ilginc olan fikirler var. Ornegin Ernst Mach'in goreceli hareket ve eylemsizligin kokenine ait fikirlerinin, Einstein'in genel relativite teorisini gelistirmesine sebep olan belli basli fikirlerden oldugu soylenir. Mach soyle diyordu: "Seylerin degisimini zaman ile olcmek, tamamen gucumuz otesinde olan birseydir. Tam tersi, zaman denen sey, seylerin degisimi sebebiyle ulastigimiz bir soyutlamadir". Dolayisiyla Mach'a gore zaman diye birsey yoktur. Sadece degisim vardir. Bu prensipten yola cikan cok fazla calisma yapilmis durumda fizikte. En ilginclerinden biri ise unlu fizikci Barbour'un zamanin varolmadigi, bir illuzyon olduguna dair fikirleri. Bu fizikci, zamansiz bir fizik gelistirmis. Dusunun, denklemlerinde zaman diye bir degisken yok adamin. Genel relativite ile kuantum mekaniginin birlestirilmesinde ortaya cikan en buyuk zorlugun, bu iki teorinin zamani ele alis sekli oldugu soylenir. Barbour ise burada demis ki, o zaman bu zaman denen seyi oldugu gibi ortadan kaldiralim. Bu sayede de bu birlestirme konusunda cok onemli bir yol katetmis. Cunku kuantum evreni statik hale getirildiginde, pek cok sorun ortadan kalkiyor. Barbour'un gelistirdigi evren modelinde gecmis ve gelecek diye birsey bulunmamakta. Bu, ayni anda hem olu, hem de canli oldugumuz tuhaf bir evren modeli. Bu evrende zaman denen sey, tamamen bir illuzyondan ibaret. Tabi adamin teorisinin ayrintilarini bilmiyorum. Tek bildigim, kendisinin son zamanlarda fizikteki en orijinal ve ilgic fikirlerden birini gelistirdigi soyleniyor. Kendisinin hem bir filozof, hem de bir fizikci oldugu soyleniyor ve fikirlerinin onemli oldugu, gelecek vaadettigi dusunuluyor. Bu adamdan ve fikirlerinden bahsetmemin temel sebebi, zaman kavrami, onu tanimlayis ve anlama seklimizin sorgulamaya acik oldugunu vurgulamak. Pek cok kavram, nasil tanimlarsak odur ve 'zaman' da oyle. Dolayisiyla, 'zaman' farkli bir sekilde tanimlandigi takdirde, Big Bang'den oncesi diye birseyden bahsetmenin de belki mumkun hale gelebilecegini dusunuyorum. Ama bunun ne sekilde yapilabilecegine dair en ufak bir fikrim yok tabi.
-
Scientific American dergisinin 2008 Mart sayisi, "The End of Cosmology" (Kozmolojinin Sonu) isimli bir kapak iceriyor ve ilgili yazida ilginc bir konu isleniyor. Fizikciler farkediyorlar ki genisleme hizi artmakta olan evren, kendi kokenine ait izleri de zaman gectikce silmekte. Yaklasik 10 yil once, evrenin genisleme hizinin arttigi tespit edildiginden beri bu yeni veri kozmologlari cok dusundurmekte ve bu bilgiyi mevcut teori icinde nereye sikistiracaklarini ve nasil degerlendireceklerini bilememektedirler. Bu gozlemi aciklamak icin 'kara enerji' denen bir kavram gelistirilmistir, fakat bu kara enerjinin kokeni bilinmemektedir. Einstein'in zamaninda ortaya attigi ve evrenin genislediginin ortaya cikmasindan sonra 'en buyuk hatam' diye niteleyerek terkettigi 'kozmolojik sabit' fikri tekrar canlandirilmaya calisilmakta, fakat mevcut kozmolojiye guveni tam olanlarda bile bir soru isareti ve 'acaba?' hissi uyandiran supheleri onlemek mumkun olmamaktadir. Bugun, durust sohbetlerde pek cok kozmolog insanligin bugunku doneminde evrenin kokeni ve yapisi konusundaki buyuk tabloda onemli bazi ayrintilari goremedigimizi itiraf etmektedir. Ben bu yazida bunun sebeplerine ve ayrintilarina degil, meselenin tek bir kismina deginecegim. Fizikciler farkediyorlar ki, evrenin bu yeni kesfedilen ozelligi, yani genisleme hizinin artmakta olusu, Big Bang teorisini dayandirdigimiz tum gozlemsel verileri zaman icinde etkiliyor ve yeteri kadar zaman gectiginde Big Bang'in tum izlerinin silinmesine yol acacak. Evrende samanyolundan baska galaksilerin de oldugu ve bu galaksiler arasindaki mesafenin artmakta oldugu (yani evrenin genislemekte oldugu) tespit edilmeden once kabul edilen evren modeli, 1916'da Einstein Genel Relativite Teorisini ortaya attiktan kisa sure sonra fizikci Willem de Sitter'in Eistein'in denklemlerini cozerek gelistirdigi 'Ada evren' modeliydi. Bu modelde, bizim galaksimiz, etrafi sonsuz bir statik bosluk ile cevrili bir ada galaksi idi. Daha sonra 1920'de evrenin genislediginin tespit edilmesinden sonra Big Bang modeli dogru ve zaman icinde, ozellikle de 1965'te Kozmik Arkaplan Radyasyonunun kesfedilmesinden sonra yavas yavas bugunku seklini aldi. Su anda evrenin kokeni ile ilgili mevcut yaygin teori Big Bang'in gelistirilmis hali olan Inflation teorisidir. Fakat genisleyen evrenin uzak gelecekteki durumu dusunuldugunde, ozellikle de genisleme hizi artmakta olan bir evren icin, ortaya ilginc bir durum cikmaktadir. Evreni ic ice iki kureden ibaret gibi dusunun. Bu kurelerden dista olani evrenin tamami, icte olani ise bizim gorebildigimiz kismi olsun. Su anda evrenin gorebildigimiz kisminda cok sayida galaksi bulunmaktadir. Evren genisledikce gorunen ic kure genislemekte, fakat dis kure daha hizli genislemektedir. Dolayisiyla, onceden gorunur bolgede olan galaksiler, zaman icinde tek tek gorunur olmayan bolgeye kaymaktadir. Bu, evrenin genisleme hizinin artmakta olusunun bir sonucudur. Fakat bu gidisin sonucu, yaklasik 100 milyar yil sonra, samanyolunun gorunur evrendeki tek galaksi olarak kalacak olmasidir. (Tum diger galaksiler o zaman artik gorunur evrenin disina cikmis olacaktir). Simdi dusunun, insanligin gunumuzdeki uygarligina benzer bir uygarlik 100 milyar yil sonra ortaya cikmis olsun. Ve de bizim su anda yaptigimizi yapiyor olsunlar. Yani ellerinde teleskoplar evreni inceliyorlar ve kokenini anlamaya calisiyorlar. Gorecekleri nedir? Dikkat ederseniz gorecekleri, tam olarak Sitter'in 'Ada evren' modelidir. Yani 1916'da gelistirilen model. Fakat biz 1916'da bu modeli gelistirdigimizde, eldeki veriler eksikti, diger galaksilerden ve evrenin genislediginden bihaberdik. Fakat 100 milyar yil sonrasinin fizikcileri, gercekten de Sitter'in evrenini gozleyecekler. Yaptiklari dogru gozlemler buna isaret edecek. Peki bu fizikcilerin, bizim su anda izlerini gordugumuz Big Bang'e ait baska izler gormesi mumkun mudur diye dusunuldugunde ilginc bir sekilde ortaya cikiyor ki, genisleme hizi artan evren modeli, 100 milyar yil sonra, bizim su anda Big Bang'e destek olarak gordugumuz diger tum onemli gostergelerin de ortadan kalkmasina sebep olacak. Ornegin kozmik arkaplan radyasyonunun dalga boyu 100 milyar yil sonra metreler duzeyine ulasmis olacak ve mikrodalgalara degil, radyo dalgalarina denk gelecek. Bu yuzden tespit edilse de diger radyo dalgalarinin gurultusu icinde kaybolacak. Ayrica da siddeti bugunkunun trilyonda birine dusecek, dolayisiyla da muhtemelen hic tespit edilemeyecek. Ayrica, galaksimizde yildizlar arasi uzay iyonize gaz halindeki elektronlarla doludur ve dusuk frekansli radyo dalgalari boyle bir gazi delip gecemez. Mikrodalgalar bunu gecebildiginden kozmik arkaplan radyasyonunu gozleyebiliyoruz. Fakat bu radyasyonun dalga boyu radyo dalgalari duzeyine ulastiginda, bu sebeple de tespit edilmesi olanaksiz hale gelecek. Peki gozlenebilir kimyasal elementlerin coklugu o zamanin fizikcilerini Big Bang gibi bir fikre goturebilir mi diye dusunuldugunde, bunun da cevabinin buyuk ihtimalle hayir olacagi ortaya cikiyor. Bizim Big Bang nukleosentezini inceleyebilmemizin sebebi, evrendeki doteryum ve helyum miktarinin 14 milyar yil onceki olusumlarindan beri cok fazla degismemis olmasidir. Big Bang'den sonraki birkac dakikada evrendeki maddenin %76'si hidrojen, %24'u ise helyum idi. Gunumuzde ise %70'i hidrojen, %28'i helyum ve %2'si de daha agir elementlerdir. Bu cok ciddi bir fark degil ve Big Bang'den hemen sonraki kosullara yeterince yakin. 1 trilyon yil sonra ise evrendeki maddenin %20'si hidrojen, %60'i helyum ve %20'si daha agir elementler olacaktir. Gelecekteki fizikcilerin, yildizlarda meydana gelen nukleer reaksiyonlarin agir elementler urettigini bizim gibi kesfedeceklerini varsayarsak, evrende gozledikleri agir elementleri (helyum dahil) bu surecin bir sonucu olarak gormeleri kuvvetle muhtemeldir. Dolayisiyla, bu mekanizmaya ve eldeki maddelerin oranina bakarak, evrenin yasinin sinirli oldugunu anlamalari ve bu yasa bir ust sinir koymalari muhtemeldir, fakat bu dogal olarak dogru sinir olmayacaktir. Ayrica da, evrenin sinirli buyuklukte ve sonlu bir yasa sahip oldugunu belki tespit edecekler, fakat evrendeki maddenin kokenini cozemeyeceklerdir. En onemlisi de, bizim su anda ulastigimiz sonuca, yani evrenin genisledigi sonucuna ulasmayacaklar, cunku boyle bir sonuca ulasmalari icin ortada hicbir sebep olmayacaktir. Dolayisiyla, evren gecmisini gizlemis olacaktir. Buradan da dogal olarak ortaya cikan soru, bizim gozledigimiz evrenin de bizden neler gizlemekte oldugudur. Biz evreni ancak kendi gorduklerimize bakarak degerlendiriyoruz. Elimizdeki teoriler sadece onlarin bir sonucudur. Fakat goruldugu gibi, ayni mekanizmalar yeteri kadar zaman gectikten sonra evrenin cehresini degistirmekte ve gozlenen evren modelinin farkli olmasina sebep olabilmektedir. Dolayisiyla da, bizim de su anki evren modelimizden suphe etmeye hakkimiz vardir. Elimizdeki sinirli bilgi ve gozlem miktariyla evrenin tam kokenini cozdugumuzu soyleyemeyiz. Elbette ki bilimsel bir zihin elindeki verilere gore konusmak zorundadir ve elimizdeki veriler bize su anda Big Bang'i isaret ediyorsa onu kabul etmemiz dogaldir. Fakat bu yazida bahsettigimiz noktalarin da hesaba katilmasi ve evren modelimizin yaniltici olabileceginin mutlaka aklimizin bir kosesinde bulundurulmasi bana gore cok onemlidir. Her seyden once, fizik acisindan zaman, bir sayma isleminde ibarettir ve evrenin bilinen ve gozlenen yonlerinin gecmiste bir noktada kaybolmasi, bu sayma isleminin kaybolmasi anlamina gelmeyeceginden, bana gore zamanin da evren ile basladigi ve Big Bang'den onceki zamandan bahsedilemeyecegi de supheli bir iddiadir. Zaman bizim anladigimiz anlamda, degisimin bir olcusudur ve zihin sayabildigi surece, baslangictaki zamanin da otesinden bahsedilebilir. Sonsuza dek sayabildigimizden, sonsuza dek uzanan bir zaman da bu yuzden bana gore olasidir. Dolayisiyla, fizikcilerin 'zaman big bang ile basladi' iddiasina supheyle yaklasiyorum. Zaten Big Bang'in daha oncesinden bahseden, hatta 'zaman' diye birseyin varligindan dahi suphe eden fizik teorileri oldugunu bildigimden, populer teorilerin gerceklerle her zaman ortusmedigini aklimizin bir kosesinde bulundurmamiz gerekmektedir ve bu konulardaki yorumlarimizi mutlak dogrular olarak degil 'gunumuzde bildigimiz kadariyla dogrular' olarak sunmamiz gerekmektedir. Populer teoriler gunluk hayatimizda yavas degisiyor gibi gozukse de, kusbakisi olarak tum tarih acisindan degerlendirildiginde cok cabuk degistikleri gorulmektedir. Bugunun populer bir teorisi yarin demode olabilir. Tabi buradan 'bilim bosuna kurek cekiyor, gercekleri bulamiyor' sonucu cikmaz, cunku demode olan teorilerin yerine gecen yeni populer teoriler eski teorinin acikladigi kisimlari da aciklamaya devam etmekte, fakat aciklayamadigi kisimlari baska bir acilimla daha iyi bir sekilde aciklamaktadir. Tabi bazi durumlarda, eski teorinin acikladigi kisimlar, yeni teoride eski teorinin acikladigindan cok daha farkli bir temelde ele alinarak aciklanmakta, bu ise olayi yeterince derin goremeyen kisilerde sanki bilim 180 derece donus yapmis ve bir dedigi digerini tutmaz hale gelmis izlenimi uyandirabilmektedir. Fakat isin gercegi, bilim teorilerini ve paradigmalarini degistirip dursa da, uzun vadede insanligin bilgi dagarcigini arttirmaktadir. Bugun dun bildigimizden daha cok biliyoruz evren hakkinda, yarin da bugun bildigimizden daha cok bilecegiz. Yeni bilgimiz, bugunku Big Bang teorisini reddeden bir bilgi olsa bile. Cunku yeni bilgi, ornegin Big Bang'in yerini alacak bir teori, ki oyle bir teori olacagini varsayiyoruz burada, belki Big Bang'den bambaska temellere oturacak, fakat Big Bang ile bugun acikladigimiz tum gozlemleri aciklayacak. Ayrica, bugun Big Bang'in aciklayamadigi su kara madde ve kara enerji gibi unsurlari da muhtemelen aciklayacak. Ta ki o teorinin de bir acigi ortaya cikana kadar. Yani bilimden umidi kesmemeliyiz, fakat ayaklari tam olarak yere basmayan teorilerden de suphe etmeliyiz diye dusunuyorum.
-
Whatreallyhappened.com'dan Michael Rivero'ya ait bir makalenin biraz kısaltılmış çevirisi: Evvel zaman içinde, uzun zaman önce, Aristo denen bir adam vardı. Çok zeki biriydi; pek çok iyi şey düşündü. Fakat arada bir hata da yaptı. Yaptığı hataların biri bir portakalı havaya atıp eline düşmesini izleyerek yaptığı çıkarımdır. Aristo düşündü ki, eğer kendisi hareket ediyor olsaydı, portakal elini terkeder etmez uçar giderdi. Portakal böyle yapmadığından, Aristo kendisinin hareket etmediği sonucuna ulaştı. Bu gözlemlenebilir gerçeğe dayalı olarak ve bu gözlem için başka bir açıklama olmadığı kabulü aldında, Aristo dünyanın hareket etmediği ve evrenin geri kalanının dünyanın etrafında hareket ediyor olması gerektiği sonucuna ulaştı. Aristo çok zeki bir adamdı, fakat portakalın neden eline geri düştüğünün birbaşka açıklaması daha vardı ve bu açıklama 2000 yıl kadar (Sir Isaac Newton'a kadar) beklemek zorunda kaldı. Fakat eski kilise açısından, Aristo'nun açıklamaları teoloji ile iyi örtüşüyordu, çünkü dünyayı hareketsiz bir nesne olarak evrenin merkezine yerleştiriyor, evrenin geri kalanını dünya etrafında döndürüyordu. Elbette kilise onaylı kozmos modelinden şüphe etmeye yol açacak empirik gözlemler de mevcuttu. Ay ve güneş tutulmalarında dünyanın düz olmadığı açıkça görünüyordu. Dünyanın ay üzerine düşen gölgesi, tutulma sırasında ayın göğün hangi noktasında olduğuna bağlı olmaksızın hep eğimliydi. Küre şeklindeki bir dünya, bu sonucu üretebilecek tek açıklamaydı. Denize açılan gemiler, ufukta eğri bir rota üzerinde kayboluyorlardı (ki bu gözlem zaman için Kolomb'un seyahatlerine ilham teşkil etmiştir). Foucault'un sarkacını hiçkimse dünyanın bu sarkacın altında dönmesi açıklaması dışında açıklayamıyordu. Fakat dünya merkezli evren modelinin en problemli yönü, gezegenlerin hareketiydi. Televizyon, hatta kitaplardan önceki bir çağda gece gökyüzünün nasıl göründüğü hemen herkesin farkında olduğu bir gerçekti. Uzun dönem içinde gece gökyüzünü inceleyenler, gezegenlerin hareketinin arada bir duraklamaya uğradığını, hatta bir süre geriye doğru hareket ettiğini, ondan sonra tekrar ileri doğru yoluna devam ettiğini gözlüyordu. Bu bir problemdi. Kilise onaylı model, bu hareketi açıklayamıyordu. Bu hareketin açıklaması basittir aslında. Dünya, iç yörüngesinde döndükçe, dış gezegenlerden birini yakaladığı zaman, gezegen tereddüt ediyor gibi görünüyor, hatta bir süre gökyüzünde geri doğru hareket ediyor ve sonra normal hareketine devam ediyordu. Fakat dünyanın hareket ettiği fikri kilisenin dogmasına ve Aristo'nun fikirlerine aykırıydı. Aristo'nun temel iddiasını sorgulamak yerine, dönemin okumuş kişileri, Claudius Ptolemy tarafından önerilmiş "epicycles" denen bir açıklamayı kabul etmeyi tercih ettiler. Bu teori, gezegenlerin hareketini, dünyanın etrafındaki büyük yörüngelerinin üzerine yerleşmiş küçük ek yörüngelerle açıklamaya çalışıyordu. Bu teori kilisede çok popülerdi ve dönemin din ve kilise bağlantılı üniversiteleri bu teoriyi daha da geliştirmeye teşvik ediliyordu. Ve teorinin daha da geliştirilmeye gerçekten de ihtiyacı vardı, çünkü epicycle teorisi gökyüzünde görünenleri doğru dürüst açıklamaya yetmiyordu. Nesiller boyu süren çalışmalar neden modellerin gezegenlerin gerçek hareketlerini yansıtmadığını açıklamaya uğraşmıştı. Belli bir noktada, epicycle'ların da epicycle'ları olduğu fikri dahi önerilmişti. Yani ikinci ek yörüngenin üstüne eklenmiş üçüncü bir daha küçük yörünge. Hatta devamı olan başka yörüngeler de. Gözlemler eldeki teoriyle uyuşmamaya devam etmesine rağmen, temel kabulü sorgulamak yerine çabalar eldeki teoriyi daha da geliştirip karmaşıklaştırmaya harcanıyordu. Aristo'nun ve kilisenin yanıldığına dayalı varsayımlar direnç ile karşılaşıyor ve önleri kapatılıyordu. Galileo dünyanın hareket ettiğine dair fikirleri yüzünden işkenceye tabi tutulmuştu. Bruno, güneşin de diğerleri gibi alelade bir yıldız olduğu ve diğer yıldızların da gezegenleri olduğuna dair fikirleri yüzünden canlı canlı yakılarak öldürülmüştü. Yakın zamanlarda, gelişen teknolojimiz Galileo ve Bruno'nun haklı, Aristo ve kilisenin ise tamamen haksız olduğunu açıkça ortaya çıkardı. Dünya dönüyor, epicycle'lar veya epicycle'ların epicycle'ları, vs diye şeyler yok. Dünya merkezli evren modeli ve epicycle'lar bilim falan değildi. Sadece kendini bilim gibi göstermeye çalışan dinsel doktrin idi. Kilise evren gerçeği ile hiçbir zaman başarılı bir şekilde ilgilenememiştir. Galileo'ya yapılanlar için ancak bu devirde özür dilemiştir ve Bruno'nun hala lafını bile etmemektedir. Tanrı'nın sözü olduğu iddia edilen incil hala dünyanın düz olduğunu, sütünlar üzerinde durduğunu (Job 26:11) ve hareket etmediğini (Psalms 19:5-6 93:1 96:10 104:5) söylemektedir. Öyle görünüyor ki, bazı yanlışlar tekrar edilmeye mahkumdur, elimizdeki onca teknolojiye rağmen. 1929'da Cal-Tech astronomu Edwin Hubble evrende çok uzaktaki objelerin spektrumun kızıl tarafına doğru kayma gösterdiğini tespit etti. Hubble'ın buluşu üzerine kafa yoran bilim adamları, nesneler ne kadar uzaksa, kızıla kaymalarının da o kadar fazla olduğunu tespit ettiler. Bu gözlemlenebilir gerçeğe ve bu gözlem için başka bir açıklama olmadığı kabulüne dayanarak evrenin genişlemekte olduğu sonucuna ulaştılar. Dini çevreler genişleyen evren fikrini çok sevdiler, çünkü evrenin genişliyor olabilmesi için, bir noktadan genişlemeye başlamış olması gerekiyordu. Gerçekten de, 'Big Bang' kavramı Edwin Hubble'dan değil, katolik bir rahip olan Georges Lemaitre'den 1927'de çıkmıştır. (Hubble'ın gözlemlerini yayınlamasından 2 yıl önce). Big Bang aynen epicycle'lar gibi dinsel doktrin ile iyi uyuşmuştu ve dini kurumlar diğer alternatif fikirlere nazaran (ki bunlara o zamanlar daha popüler olan steady state evren modeli de dahildir) bu yeni modeli teşvik etmeye başladılar. Bundan sonra ise tarih kendini tekrar etti. 'BigBang'in genel relativite bağlamında iş görebilir bir teori olmadığına dair deliller ortaya çıktı örneğin. Bunların en basit ve açık olanı, çok büyük kütleli nesnelerin ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkan olmayacağı, yani evrenin doğmasının mümkün olmadığı düşüncesi idi. Tabi ki Big Bang'in meydana gelemeyeceği türündeki fikirler, dünyanın herşeyin merkezi olmadığı fikrinin karşılaştığı tepki ile karşılaştı. Temel kabulün sorgulanması yerine, çabalar mevcut teorinin yeni verileri açıkmasını sağlayacak şekilde geliştirilmesi yönünde harcandı. Zamanın ilk birkaç milisaniyesinde temel fizik prensiplerinin neden farklı davrandığını açıklamaya yönelik karmaşık bir kozmoloji teorisi ortaya çıktı. Teorinin matematiği gerçekten etkileyici idi, fakat aslında sadece "Kurallara uyulmasını istemediğimiz yerde kurallara uyulmadı" ifadesinin kibar şeklinden ibaretti. Big Bang'i kanıtlamak için ilk patlamanın günümüzdeki yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arkaplan Radyasyonunu araştırmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyal bulundu. Aynen Aristo ve Hubble gibi, Kozmik Arkaplan Radyasyonu fikrinin öncüleri de sinyalin kendi düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması olamayacağını farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big Bang teorisinin büyük kanıtı olarak ilan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar kutlandı. Fakat sonra ortaya çıktı ki, epicycle teorisinin gezegenlerin haretini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big Bang teorisi de uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu. Birinci sorun olarak "ufuk problemi" vardı. Şu anda evren 28 milyar ışık yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında olduğu düşünülmektedir. (Tabi ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde değilsek, evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiçbirşey ışık hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı radyasyonunun iki ufuk arasında big bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri dengeleyecek ve şu anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket etmiş olması mümkün değildi. COBE uydusu, Kozmik Arkaplan Radyasyonunu incelemek için uzaya gönderildiğinde, uydu teorinin beklediği düz ve özelliksiz ışıma yerine yüksek derecede kompleks ve ayrıntılı bir yapı buldu. Tabi, yine teorinin temel kabulünü sorgulamak yerine, bu ışıma için başka bir açıklama olamayacağı kabulü altında, araştırmacılar bu verileri mevcut teoriye uydurmanın yolunu bulmaları yönünde teşvik edildi. Fakat aslında alternatif bir açıklama zaten elde mevcuttu. Güneş sistemimizde ağır elementler bulunmaktadır (bunlarsız var olamazdık), çünkü güneş sisteminin oluşumundan önceki bir zamanda yakındaki başka bir yıldız patlamış ve güneşin etrafındaki gezegenleri ve bizleri oluşturan ağır elementleri ortaya çıkarmıştır. Patlayan her yıldız bir nebula ortaya çıkarır, amatör teleskobu olanların bile kolayca görebileceği Lyra yakımyıldızındaki nebula gibi. Nebula, uzaydaki bir gaz, toz ve madde yığını/bulutu'dur ve güneş sistemindeki ağır elementler düşünüldüğünde, güneş sistemimizi içine alan yakın çevrede milyarlarca yaşında bir nebula bulunuyor olmalıdır. Ki dünyayı bir süperovadan arta kalan bir nebulanın ortalarında bir yerlerde gösteren bu model, aynen COBE uydusunun bulduğuna benzer bir yapıya uymaktadır. Fakat Galileo ve Bruno örneklerinde olduğu gibi, onaylanmış yaratılış mitine karşı çıkanlar zorluklarla karşılaşmışlar, ve işkence veya yakılarak öldürülmek, yerini araştırma fonlarının kesilmesine bırakmıştır. Evreni incil ile uyumlu big bang modeli ile açıklama önyargısı o derece güçlüdür ki, William G. Tifft'in gözlenen kızıla kaymanın kuantizasyonu üzerine Astrophysıcal Journal'a sunduğu ilk makalesini dergi yetkilileri içinde hata bulamadıkları için basmak zorunda kalmış, fakat editörün yazızında makalenin sonuçlarından kendilerini uzaklaştırmak durumunda hissetmişlerdir kendilerini. Kızıla kaymanın kuantizasyondan çıkarılan sonuçlar, big bang modeli için Galileo'nun ilk teleskobunun dünya merkezli evren teorisi için ifade ettiği düzeyde tahrip edicidir çünkü. Georges Lemaitre, aynen Aristo gibi, dünyadan uzak nesnelerde gözlenen kızıla kaymanın başka açıklaması olmadığını farzetmişti. Fakat evren üniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da üniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı relatif hıza dayalı olarak açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma oluşturmaktadır. Toplumumuzun ne kadar dinsel düşünce etkisinde olduğunun bir göstergesi olarak çıkarılabilecek bir ders de kuantize edilmiş kızıla kayma keşfinin aslında yeni bir keşif olmaması gerçeğidir. Bu konudaki gözlemlere dayalı ilk data 1976'da yayınlanmıştır. O zamandan beri, zamanında epicycle'ları çalışan bilim adamları gibi, mevcut doktrini çalışan bilim adamları Tifft ve Cocke'un gözlemlerini yanlışlamanın yollarını defalarca arayıp durmuşlar, fakat her seferinde tekrar tekrar kuantize kızıla kayma olgusunu sadece doğrulayabilmişlerdir. Fakat, Big Bang teorisinin tekrar gözden geçirilmesini gerektirecek eldeki güçlü kanıtlara rağmen, bilim derslerinde ve televizyon programlarında Big Bang teorisi gündeme getirilmeye devam edilmektedir, aynen Aristo'nun yanlış teorisinin Galileo yanlışlığını kanıtladıktan sonra bile uzun süre öğretilmesi gibi. Çünkü bir tanesi teolojiye uymaktadır, fakat diğeri uymamaktadır. İnsanlığın gelişimi bilimin eriştiği noktalarla değil, batıl inancının sınırları ile ölçülmelidir. Gerçek bilinir, fakat gerçek her zaman popüler değildir. Evrenin bir başlangıcı olması gerektiği fikri insan icadı bir fikirdir. Önümüzde başlangıcı ve sonu olan şeyler gördüğümüzü düşünürüz, halbuki gördüğümüz sadece maddenin biçim değiştirmesidir. Maddenin belli bir biçimi ya da konfigürasyonunun bir başlangıcı ya da sonu olabilir, fakat madde ve enerjinin yaratılamayacağı ve yok edilemeyeceği fiziğin temel aksiyomlarından biridir. Bayan Nisan 20 yaşında olabilir, fakat onu oluşturan atomlar milyarlarca yıl önce patlamış yıldızların artıkları olan milyarlarca yıl yaşındaki atomlardır. Eskiler dünyanın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz ise şu anda hoşumuza gitmeyerek dünyanın güneş etrafında döndüğünü ve güneşin de samanyolunun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kabul etsek de, dünyanın her şeyin merkezinde olduğu fikri big bang teorisinin temel kabulleri arasındadır. Big Bang'ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere bakarlar (şu anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar (şu anda 14 milyar yıl). Fakat bu, ancak dünyayı gözlenebilir evrenin merkezinde kabul ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her yönde gördüğümüz doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut olan çok geniş bir evrenin sadece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı, Big Bang'in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta olduğumuz kabulünü terkedersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik tamamen çöker. Gerçekten de bir toplu iğnenin ucundaki meleklerin sayısını hesaplamaya çalışıyoruz hala. Big Bang'in olmadığının kanıtları: Big Bang teorisinin en büyük çelişkisi muhtemelen tekillik sorunudur. Bu ilk evrensel yumurta, süper kütleli bir kara delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa olsun, hiçbir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir. Big Bang teorisini savunmaya hevesli kozmologlar fizik kanunlarının, gravitenin, vs evrenin ilk birkaç saniyesinde geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big Bang teorisine göre, evren 3 saniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik kanunları (çekim bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini göstermeye başlamıştır. Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam kütlesine dair tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6 * 10 üzeri 60'tır. Kütleden, tekilliğin olay ufku hesaplanabilir. Buradan ışık yılları genişliğinde bir olay ufku ortaya çıkmaktadır. Yani kısacası, Big Bang teorisyenlerinin evrenin günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi kendi çekim alanının yarattığı olay ufkunun hala içinde olmak durumundadır! Dolayısıyla, Big Bang, günümüzde tarif edilen şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç saniye sonra, yani günümüzde bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim alanının hala etkisinde olmalıdır, dolayısıyla ışık hızını aşan bir kaçış hızına ulaşamayıp kendi üzerine çökmek durumundadır. Big Bang'in olmadığının birbaşka kanıtı: Bu düşünce deneyi açısından farzedelim ki Tanrı elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big Bang yoluyla ortaya çıktı ve de kendi çekim alanından kurtulmayı başardı. 2.6 * 10 üzeri 60'lık bir kütle/enerji bir süper süpernova'ya eşdeğer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır. Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, evren ilk zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış olmalıdır. Peki o zaman Population II türü yıldızları nasıl açıklayacağız? Population II türü yıldızlar, içlerinde hiçbir ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II yıldızların ise yoktur. Dolayısıyla, Big Bang doğruysa evren bildiğimiz kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk anlarda ortaya çıkmış ağır elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır. Population II yıldızların varlığı, Big Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir. Big Bang'in olmadığının birbaşka kanıtı daha Big Bang'in 14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13 milyar ışık yılı uzaklıktadır ve evren sadece 750 milyon yaşındayken ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir. Fakat bir problem vardır. 13 milyar ışık yılı ötedeki cisimleri biz bugünkü halleriyle ve bugünkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki halleriyle ve bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla, bu galaksinin Big Bang'den 750 milyon yıl sonra, dünyadan 13 milyar ışık yılı uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesafe katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise sözkonusu galaksinin ışık hızının 17 katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir, ki Big Bang savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 saniyeden sonra bir süre bu hızda genişlemiştir. Yani aynen epicycle teorisinde olduğu gibi, teori ile uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya çalışılmaktadır. *** Benim yazı hakkındaki yorumum: Evrenin genişlediği fikri Hubble'ın bulduğu kızıla kayma fenomeni yüzünden ortaya atılmıştır. Çünkü o zaman için yeni olan bu gözlemi açıklayan, fakat mevcut başka gözlemler ile çelişkiye düşmeyen bir açıklamadır bu. Bilimsel açıdan, böyle bir ortamda bu fikrin benimsenmesinde tuhaf bir taraf yok. Çünkü ilk anda bu fikrin yaratabileceği diğer sorunlar göze batmamıştır, onların henüz farkında olunmamıştır. Ya da elde henüz bu yeni sorunları su yüzüne çıkaran gözlem verileri yoktur. Nedir bu yeni sorunlar? Ufuk problemi, evrenin düzlüğü (üniformluğu) problemi, tekillikten bilinen fizik yasaları uyarınca nasıl çıkılabileceği problemi, population II türü yıldızların bu fikirle uyuşmadığı problemi, ilk 750 milyon yılda galaksilerin 13 milyar ışık yılı ötede görünmesine imkan verecek deredece (ışıktan kat kat hızlı) genişleme problemi, vs. Daha sonra bunlara kara madde ve kara enerji problemleri de eklendi. (Evrende mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının artmasına sebep olan bir karanlık enerji var). Bunlar arasında, diyebiliriz ki belki sadece tekillikten nasıl çıkılacağı problemi o zaman açık olan bir problemdir ve kızıla kaymanın açıklanıyor olması uğruna bu problemi görmezden gelmeleri ve "bir şekilde çıkmış olmalı" diye düşünmeleri bir yere kadar anlaşılabilir. Ama yukarıda bahsettiğim diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabul etmeden Lamaitre'in teorisini rafa kaldırırlardı. Fakat bir teori bir kez bilimsel kamuoyunda yerleşti mi, ondan vazgeçmek o kadar kolay olmuyor. Yerleşik teorilerin ne olduğuna sadece objektif bilimsel gözlemler değil, hatta onlardan çok bilim dünyasında söz sahibi bilim adamlarının bakış açısı ve/veya "paradigma"sı yön veriyor. Thomas Kuhn zamanında Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında bunu gözler önüne sermiş ve bilimin nasıl geliştiği ve teorilerin nasıl değiştiğini daha açık olarak ortaya koymuştu. Bilim bize öğretildiği gibi, daha doğrusu ideal koşullarda umduğumuz ya da beklediğimiz gibi objektif bir şekilde, mevcut objektif verilerin gösterdiği yönde ilerlemiyor, işin içine pek çok subjektif faktörler katılıyordu. Veriler eski teorileri çok zayıflatıp, yeni bazı teorileri açıkça güçlendirmeye başlasa bile bu yeni teorilerin tutunması zaman alabiliyor. Hatta pek çok durumda, eski teorilerin savunucusu olan yaşlı bilim adamlarının ölüp, yerlerine daha genç yeni nesil bilim adamlarının geçmesini gerektirebiliyor bu tür paradigma değişimleri. Bu süreci bilim dünyasında sayısız defa gözlemledik. En yakın örneklerinden biri sicim teorisinin popülerliğinin nasıl değiştiği konusundadır. 1970'lerde sicim teorisi ile uğraşan bir grup bilim adamına "kariyerlerine yazık ediyorlar" diye bakılır, bu teori saygın bir teori olarak gözükmezdi. Bu teori uzerinde çalışanlar araştırma fonu bulmakta güçlük çekerdi. 1980'lerden sonra ise ilginç bir şekilde bu teori üzerinde çalışan bilim adamlarının sayısında bir patlama oldu. Hele de M teorisinin geliştirilmesinden sonra, sicim teorisi neredeyse teorik fiziğin "mainstream" teorisi haline geldi ve bu sefer bu konuda çalışmayan bilim adamları araştırma fonu bulamaz oldu. Yani yaklaşık bir nesillik bir zaman dilimi içinde bir paradigma kayması yaşandı. Artık eski ve yerleşik bir teori olan Big Bang konusunda hala benzer bir paradigma kaymasının yaşanmamış olmasının altında ise 1) Big Bang'in açıkladığı temel mesele olan kızıla kaymayı açıklayan daha tatminkar bir teorinin ortaya çıkmamış olması, ve 2) Big Bang'in dinsel dünya görüşünü daha hoşnut eden bir teori olması faktörleri yatmaktadır. Bu ikinci dediğimi biraz daha açmakta fayda var. Buradan bilim adamları hala dinsel dogmaların doğrudan etkisi altındadır diye bir sonuç çıkmasın. Çünkü bilim adamlarının, en azından üst düzey ve saygın bilim adamlarının önemli bölümünün inançsız (deist, agnostik ya da ateist) olduğu pek çok istatistiksel araştırma ile tespit edilmiş bir gerçektir. Ama bu, bilimsel araştırmalara yön veren politikaların ve kararların dinsel faktörlerden bağımsız geliştirilebileceği anlamına gelmiyor. Bilim adamları sonuçta toplumun parçası olan bireylerdir ve bilim dünyası, politikalarına, araştırma fonlarına, vs yukarıdan karar verilen bir kurumdur. Yukarıdan karar verenler ise, kendileri bilim dünyasının içinde olsalar da olmasalar da politikacı olan kişilerdir. Yani ya doğrudan politikacılardır, ya da bilim dünyasında, ama tepelerde ve yönetim pozisyonunda olduğu için ister istemez politika oynamak zorunda kalmış kişilerdir. (Yönetici pozisyonları her zaman politika ile iç içedir). Politika işin içine girdiğinde ise topluma şirin gözükmek ve kamuoyunun tatmini gibi faktörler ister istemez işin içine girecektir. Dolayısıyla da dinsel dünya görüşünün beklentileri ister istemez etkide bulunan faktörlerden biri halini alacaktır. Bence yazarın yazdıklarından çıkarılması gereken sonuç budur. Bana göre Big Bang teorisi konusunda gerekli paradigma kayması bilim dünyasında yavaş yavaş başlamıştır ve birkaç nesil içinde Big Bang'in yaygın teori olarak yerini başka bir teoriye bırakması kuvvetle muhtemeldir. Bunun şimdiye kadar olmamış olmasının sebebi ise, yukarıda bahsettiğim iki faktördür. Bu paradigma kaymasının tamamlanması için önce kızıla kaymayı tatminkar şekilde açıklayan alternatif teoriler ortaya çıkmalıdır ki bunlar aslında mevcuttur. Başka vesilelerle forumda bunların bazısından bahsettim. İkinci faktör ise dinsel bakış açısının bu konudaki dolaylı etkisinin bertaraf edilmesidir ki insanoğlunun bu konudaki sicili sağlam değildir. İşin içine din girdi mi fikirler o kadar kolay değişmemektedir. Big Bang ise, din lehine kullanılsın ya da kullanılmasın, zaten kendisi din gibi bir hale gelmiş bir teoridir ve bu yüzden terkedilmesi zorlaşmaktadır.
-
Cok dogru tespitler, yorumlarinizi cok begendim...