Jump to content

site_admin

Administrators
  • İçerik sayısı

    0
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

Everything posted by site_admin

  1. İnsanlar pek çok konuya çok kolay inanma eğiliminde oluyor. Halbuki biraz düşünülse, toplumda yaygın olarak inanılan bazı şeylerin aslında ne derece olanak dışı olacağını kendileri de rahatça görebilirler. Mesela şu medyumlar, doğa üstü güçleri olduğu iddia edilen insanlar var. Bunlara inanan, hatta paralarını falan bu kişilere kaptıran da pek çok insan var. Halbuki biraz yakından incelenirse, bu tür iddiaların ne kadar komik olduğu ortaya çıkacaktır. Örneğin yıllar önce, medyumlukla ilgili, eğer medyumluk gerçek olsaydı ne olurdu konusunu işleyen mizahi bir yazı ile karşılaşmıştım. Onun türkçe tercümesini burada veriyorum: İnsanlar gerçekten başkalarının zihnini okuyabilseydi, neler olurdu? Mahkemelere ve davalara ihtiyacimiz olmazdı, sadece "medyum" hakimler yeterli olurdu. Öğretmen sınıfta olduğundan, sınavların bir anlamı olmazdı. Bu durum yalan söyleme eylemini ve yalan dedektörlerine olan ihtiyacı ortadan kaldırırdı. Erkekler, çıktıkları kızların yanında düşüncelerine çok dikkat etmek zorunda kalırlardı. Bazı gençler, aileleriyle ciddi problemler yaşarlardı. Eğer insanlarda durugöru (uzaktaki bir yeri ya da olayı zihninde görme yeteneği) olsaydı, neler olurdu? Bankamatik şifreleri ve kredi karti numaralari sakli kalamazdi. Doktorların röntgen çekmeleri gerekmezdi. Saklambaç oyunu populerliğini yitirirdi. Üstsüz dans barları ve striptiz salonları iş yapmazdı. Hamile kadınlar, çocuklarının erkek mi kız mı olduğunu anlamak için sonograma ihtiyaç duymazlardı. Aldatan eşler, büyük problem yaşardı. Kimse maçları TV'de seyretmezdi, çünkü sadece zihniyle oraya gidebilirdi. Eğer insanlar geleceği görebilseydi, ne olurdu? Las Vegas ve tüm kumar oynanan yerler iflas ederdi. Sayısal lotoyu her seferinde onbinlerce kişi tuttururdu. Havayolu şirketleri "Medyumlara Dayalı Erken Uyarı Sistemi" geliştirirler ve duşecek uçakları daha baştan kaldırmazlardı. Medyum evlilik danışmanları sayesinde, boşanma diye birşey tarihe karışırdı. Borsa, medyumların kontrolü altında olurdu. Eğer medyumlar, gerçekten zihinleriyle metalleri bükebilselerdi, ne olurdu? Düşman devletin medyumları, kendilerine saldıran savaş uçaklarının kanatlarını bükerlerdi. Düşman medyumlar, kendilerine saldıran ordunun tanklarını zihinleriyle çalışmaz hale getirirlerdi. Skeptik gruplar tarafından test edildiklerinde, bu medyumlar, metal cisme dokunmak zorunda kalmadan bükme işini yapabilirlerdi!
  2. Bu tur konularin (telepati, telekinezi, uzaktan algilama, gelecegi gorme, vs) bilim adamlari tarafindan hicbir zaman ciddiye alinmadigi ve bilim dunyasinda bu konulardan hep uzak duruldugu zannedilmesin. Gunumuzde durum elbette budur, ama durum bu noktaya gelene dek, bu konularin sarlatanlik veya kendini kandirma ornekleri olduguna ikna olmaya yetecek kadar veri toplanmis ve calisma yapilmistir. Ozellikle 20. yuzyilin belli bir doneminde, bu konular saygin bir bilim dali kabul edilmis ve pek cok universitede "parapsikoloji" enstituleri kurulmustur. Ozellikle Dr. Rhine'in enstitusunde bu konularda yapilan deneyler cok unludur. Ornegin zener kartlari ve bu kartlarla yapilan deneyler bu kurumda gerceklestirilmistir. Bazi orneklerde, olasilik kurallariyla aciklanmasi cok zor sonuclar alinmis ve dogru iz uzerinde olundugu ve ortada 5 duyuyla aciklanamayacak birseyler bulundugu ciddi ciddi uzun sure dusunulmustur. Fakat, bu tur sonuclarin hicbiri, bagimsiz gruplar tarafindan, baska kontrollu deney ortamlarinda tekrar edilememistir. Soguk fuzyon, nasil baskalari tarafindan tekrar edilemedigi icin sahte bilim kabul edilerek rafa kaldirildiysa, parapsikoloji de (soguk fuzyondan cok daha once), konuyla ilgilenen saygin bilim adamlari tarafindan rafa kaldirilmistir. Zaman icinde tum saygin universitelerdeki parapsikoloji enstituleri birer birer kapatilmistir. Ayrica, ornegin CIA de bir ara bu konulara el atmis ve duyu disi algilama (ESP) yetenegi oldugu iddia edilen medyumlari soguk savas doneminde Sovyet'lere karsi casusluk amaciyla kullanmak istemistir. Hatta bu konuya ve bu projeye milyonlarca dolar aktarmis ve aradan gecen belli bir surenin sonunda, ciddiye alinabilir bir sonuc elde edilemedigi icin projeyi terketmis ve kapatmistir. Bu tur sonuclar durup dururken ortaya cikmaz. Neden diger saygin bilim alanlarinin basina ayni sey gelmemistir? Ornegin sosyoloji diger temel bilimlerle kiyaslandiginda oldukca yeni bir alan sayilir. 19. yuzyilda ortaya cikmis ve ancak o donemden beri ciddi olarak bu alanda calismalar yapilmistir. Fakat o zamanlar universitelerde acilan sosyoloji kursuleri hala aciktir. Peki niye parapsikoloji kursuleri acik degildir? CIA'in bile el attigi ve milyonlarca dolar yatirdigi bir alanda, eger gercekten ciddi, ise yarar ve ikna edici sonuclar cikacak olsaydi, emin olun simdiye kadar coktan ortaya cikartilmis olurdu. O kadar cok insanin, o kadar buyuk fonlar ayirarak yaptigi calismalar, kolay kolay ortada gozden kacan nokta birakmaz. Bu calismalarin sonucunda ortaya cikmistir ki, bu hikayelerin cogu kulaktan kulaga oyununda oldugu gibi anlatildikca degisen ve guvenilir olmayan, insan psikolojisi ve insan zihninin aldanabilirligiyle ilgili yaniltici olgulardir. Bugun bilinmektedir ki, insan zihni "false memory", yani yanlis hafiza urunu ornekler uretebilmektedir. Ozellikle hipnoz gibi surecler yoluyla, insanlarin zihnine, aslinda gercekte baslarindan gecmemis olan, fakat kisinin basindan gectigini zannettigi anilar yerlestirilebilmektedir. Ayrica, insanlarin zaman zaman kendi uydurduklari seylere bile zaman icinde inanmaya basladiklari tespit edilmistir. Bin kere soylenen yalana artik soyleyen de inanir gibi sozler bosuna cikmaz. Insan zihni aldanmaya ve aldatmaya cok musaittir. Ozellikle de istedigini hatirlayip istedigini hatirlamamaya ve hatta hatirladiklarini zaman icinde kendi zihninde degisiklige ugratmaya, vs. cok musaittir. Bu yuzden "anlati"ya dayanan kanitlar bilimsel alanda guvenilir kanit yerine gecmez. Bunlara "anectodal evidence" denir. Yani hikayeye dayali kanit. Bunlar ciddi bilimsel kanitlar arasinda kabul edilmez. Hayalet gordugunu soyleyen birine, kafadan guvenilmez. Bu tur iddialar, eger iddia sahibi tarafindan, kanitlanabilecegi iddia edilen seylerse, bilim adamlari tarafindan da ciddiye alinir ve bu kisi ve iddiasi kontrollu deneylere ve testlere tabi tutulur. Zannetmeyin ki bu islerle ciddi olarak ilgilenecek bilim adami bulmak mumkun degil. Boyle bilim adamlari vardir. Elbette sayilari fazla degildir, cunku bu tur "pseudo science" (yalanci bilim) ornekleri, yeteri kadar elemeden gecmis, ve bilim dunyasinda kendilerine saygin yer edinemeyecekleri gosterilmis olgulardir. Fakat hala, ornegin ABD'deki "Skeptic Society" gibi kurumlar, bu tur normalotesi iddialarda bulunan kisilere bu iddilarini kanitlama imkani sunmaktadir. Ulkenin ve hatta dunyanin dort bir tarafina, bu tur normaldisi iddialarin, skeptiklerin kontrolu altindaki bir deney ortaminda sergilenmesi cagrisi ve talebi yapilmakta, fakat magazin basinindan tutun, baska pek cok ortamda, ozellikle de para getirecek ortamlarda boy gostermeye bayilan ve adlarindan cok soz ettiren bu sozde "medyum"lar, bu tur cagrilara kulak asmamakta, bunlari duymazdan gelmektedirler. Bu medyumlar, normal ustu yeneteklerini, cesitli cihazlar ve kontrollu deney ortamlari altinda test etmek isteyen bilim adamlarina yanasamamaktadirlar. Arada cikan tek tuk sarlatanlar ise, ya iddialarini yerine getirememekte, ya da sihirbazlarin yaptiklarina benzer illuzyon ornekleriyle sarlatanlik yapmaya calismakta ve yakalanmaktadirlar. Bu durumu ve bur tur seyleri cok fazla kisi bilmez. Bunlari ancak bu konularla bilimsel sekilde ilgilenen ve ilgili yayinlari takip edenler bilir. Bu tur "medyumluk" tarzi iddialara toplumda onemli bir kesim tarafindan inanilmasi, bu iddia sahiplerine ve bu tur seyleri duyurmakla gorevli basin mensubu kisilere daha fazla "para" getireceginden, bu tur iddialarin gercek olmadigina dair haberler haber niteligi dahi tasimaz ve basinda yer almaz. Nasil ki bir kopek bir adami isirirsa bu haber olmaz, fakat bir adam bir kopegi isirirsa haber olur, benzer sekilde, bu iddialarin gercek olmadigina dair ornekler haber niteligi bile tasimadigi dusunuldugunden kolay kolay halka bile duyurulmaz. Bir gazetecinin, sarlatan bir medyumun sucustu yakalandigi haberini duyurmak yerine, bir medyumun 11 Eylul olaylarini onceden haber verdigi turunde bir haberi duyurmayi tercih etmesi tahmin edilecegi gibi gayet dogaldir. Gunumuzun kapitalist ekonimik ortaminda, herkesin gozunu para burudugunden, para getirmeyecek seyler ne ilgi ceker, ne duyulur. Bilim ve bilimsel ugras ise sikicidir, monotondur, ilginc degildir ve para da getirmez. Fakat magazin turundeki, un ve sohret getirecek haberler, hem haber ve iddia sahibine, hem de bunu duyurana daha fazla ekonomik fayda getirir. Bu yuzden de bizlerin anlatmaktan dilimizde tur bitse de kimseyi ikna etmemize olanak yoktur. Insanlar her nedense bazi konularda saftir. Ve neredeyse inatla, bazi seylere inanmak isterler. Bunun icin de ellerinden ne geliyorsa yaparlar. Zihnimiz de bize istedigimiz sonuclara ulasma ve istedigimiz seylere inanma konusunda bize cok fayda saglayacak pek cok aldatici psikolojik ozellikle donatilmis oldugundan, malesef bilimle ciddi olarak ilgilenmeyen kesimi, ozellikle de gunumuzde bazi gerceklere ikna etmeye olanak yoktur.
  3. 11 Eylul olaylarindan sonra bir sure internette dolasmis bir metnin turkce cevirisi: Sihirli 11 Saldirinin gunu: 9/11 9+1+1 = 11 11 Eylul, yilin 254. gunudur: 2+5+4=11 11 Eylul'den sonra, yilin sonuna dek 111 gun vardir Iran/Irak'i aramak icin kullanilan uluslararasi telefon kodu:119 1+1+9=11 Ikiz kuleler, yan yana dururken 11 rakami gibidir Kulelere carpan ilk ucagin ucus numarasi 11 New York eyaleti Birlesik Devletlere katilan 11. eyalettir New York City: 11 harften olusur Afghanistan: 11 harften olusur The Pentagon: 11 harften olusur Ramzi Yousef: 11 harften olusur (1993'te WTC'ye yapilan saldirinin sorumlusu) 11 numarali ucusta 92 yolcu vardi: 9+2=11 77 numarali ucusta 65 yolcu vardi: 6+5=11 Aman Tanrim! Acaba ne kadar endiselenmeliyim? Saklanmaya gidiyorum. Birkac hafta sonra gorusuruz. Bir dakika, "YOU CAN'T HIDE" (ingilizcede: saklanamazsin) yine 11 harfli! Ne yapmaliyim? Bana yardim edin. Teroristler pesimde. Dunya gezegeninde saklanabilecegim bir yer olmali. Fakat, hayir... "PLANET EARTH" (dunya gezegeni) yine 11 harf! Belki Nostradamus bana yardim edebilir. Fakat ona guvenebilir miyim? "NOSTRADAMUS" kelimesi de yine 11 harfli! Biliyorum, kizil hac (the red cross) bana yardim edebilir. Hayir edemezler. "THE RED CROSS" (kizil hac) yine 11 harfli! Onlara da guvenemem. Demek ki kendi kendimi savunmaliyim. Fakat "SELF DEFENCE" (kendini savunma) yine 11 harfli! Biri bana yardim edebilir mi? Herhangi biri? Lutfen bana e-mail gonderin. Hayir gondermeyin. Cunku "SEND ME EMAIL" (bana e-mail gonderin) yine 11 harfli. Bunun bir sonu gelecek mi? Deliriyorum! "GOING INSANE" (delirmek) yine 11 harf! Hayir. Sanirim yalniz olecegim. "I'LL DIE ALONE" (yalniz olecegim) 11 harfli olmasina ragmen. Aman Tanrim, yeni farkettim ki, Amerika mahvaldu. Cunku Amerika'nin bagimsizlik gunu 4 Temmuz: 7+4=11! Not: "IT'S BULLSHIT" (Bu bir sacmalik) yine 11 harfli. *** Bu yazi dalga gecer tarzda yazilmamis olsaydi, eminim pek cok kisi uzerinde etkili olurdu. Peki bu tur bir dusunce tarzinin gecersiz oldugunu vurgulamak icin ille de boyle saka havasinda ve dalga gecerek mi vermek gerekiyor? Insanlar neden bazi seylere aldanmaya cok meyilli? Bu hikayenin gecersizligini ve sacmaligini niye rahatca gorebiliyorlar da, is Kuran'daki 19 mucizesine gelince, veya baska bir konuya gelince bu objektifligi gosteremiyorlar? Her seyden once, bu tur numeroloji orneklerinde, meselenin prensibini anlamak ve neden ortada dogaustu birseyler olmadigini rahatca gorecek duruma gelebilmek gerekiyor. 19 meselesi de, diger numeroloji ornekleri de, insan zihninin cok ilginc bir ozelliginin somurulmesine dayaniyor. Zihnin gormek istedigini gormesine ve kendini kolayca kandirabilmesine. Arkadasin Ahmet'i dusunurken, telefon calar ve actiginda karsina Ahmet cikarsa sasirirsin, dersin ki boyle bir raslanti olamaz. Telepati, duyu disi algilama, vs. tarzi birsey olmali. Fakat Ahmet'i dusunurken telefonun calmadigi, veya telefonun calip Ahmet degil baska birinin ciktigi zamanlari hic hatirlamazsin. Cunku bunlar beyninde hatirlamak icin bir iz birakmaz. Ilgini ceken seyleri hatirlarsin. Halbuki, olasilik hesaplari geregi, belli sayida durumdan birinde Ahmet'in aradigi zaman senin aklinda Ahmet'in bulundugu zamana denk gelecektir. Durumlarin tumunun izini tutup, hesaplamasini yapmak mumkun olsa gorursun ki, ortada Ahmet'i dusundugun bir anin Ahmet'in seni aradigi bir ana denk gelmesine yetecek kadar ornek vardir. Fakat insanlar diger durumlari hatirlamaz. Numeroloji ve falda da oyle. Yildiz falini okursun, ve soylenenleri kendi hayatinla bagdastirmaya, kendi hayatindan soylenenlere uygun noktalar bulup cikarmaya ugrasirsin. Hayatlarimiz yeterince kompleks oldugu icin de pek cok kez uygun ornekler bulursun. Bulamadigin durumlara zaten dikkat etmez, buldugun durumlarda ise, falda soylenenin, gercekten de senin kendi hayatinda buldugun o noktaya ait oldugunu dusunursun. Duyduklarini, kendi kafandakilere yorarsin. Yani eslestirmeyi sen yaparsin, falci degil. Insan bir rakamla, herhangi bir kitap veya yeterince kompleks hrehangi bir yapi arasinda iliski kurmaya calisirsa, elbette bulur. Bir ara Ataturk'un hayatiyla 9 ve 19 rakamlarinin iliskisine dair soylemler de cikmisti. 19 Mayis 1919 deyince, insan bir tuhaf oluyor zaten. Hele de Ataturk'un 1981'de dogdugunu dusunursen (81, 9'un karesi), vs. bir suru 9 ile ve 19 ile ilgili iliskiler bulabilirsin. Fakat akla gelmez ki, henuz o donemde hicri takvim kullanilmaktadir (hem 1981'de, hem de 1919'da) ve bu kurulan iliskilerin o takvimde bir anlami yoktur. Hem mesela 81'in 19'la ilgisi yoktur, vs. Veya sonra, Ataturk'un hayatinda 9 veya 19'la ilgisi olmayan pek cok onemli tarih de vardir, vs. Eski yillarda (bu konularla cok ilgilenip, gercek zannettigim, dogru buldugum zamanlarda), bir genclik dergisinde, o zamanlar unlu olan bir Belcikali sarkicinin (Sandra Kim idi sanirim) hayatiyla 7 rakaminin iliskisine ait bir yazi okuyunca, artik bu kadari da olmaz demeye baslamis ve ortada bir bit yenigi oldugunu anlamistim. Bu olaylarin hicbirinin, prensipte, yukaridaki 11 hikayesinden farki yok. Olmayan iliskiler gosterilmiyor, onlarin ustunde durulmuyor, olan iliskiler ise vurgulaniyor, dikkatler oraya cekiliyor. Zihin ise onlara odaklaniyor, onlari goruyor, onlari hatirliyor. Bu olaylar, bundan ibaret. Yani "algida secicilik" ve insanin kendi kendini kandirmasi. *** Peki bu meseleleri degerlendirirken kriterimiz ne olmali? Kriter cok basit. Bir seyin gercekten de sayisal olarak kodlanmis oldugunu gosterecek en buyuk kanit, ortada sadece boyle birseye inanan, ya da inanmak isteyenleri degil, inanmayanlari bile ikna edecek duzeyde kuvvetli bir kanit olup olmadigidir. Icinde gercekten sifre iceren birsey, boyle bir ihtimale inanmak istemeyenleri bile hayrete dusurecek kadar ikna edici olacaktir. Sadece kutsal gordugu bir metinde, uydurulmus iliskiler gorenleri degil. "A Beautiful Mind" (Akil Oyunlari) filmini seyrettiniz mi? O filmin kahramani olan sizofren matematikci Nash, Times, Newsweek gibi haftalik dergilerdeki alelade makalelerde bile sifreler, paternler buluyordu. Insan zihni, patern ve iliski aramaya programlanmistir. Ilkel atalarimiza dogayi kavrama ve boylece hayatta kalma becerisi veren temel yetenekleri bu olmustur. Fakat boyle programlanmis bir insan zihni, bazen olmayan yerde de iliskiler bulur. Yagmur bulutuyla yagmur arasindaki iliskiyi, yapraklarin dokulmesiyle, havalarin sogumasi arasindaki iliskiyi, vs. gormeye sartlanan insan beyni, kara kedi ile ugursuzluk arasinda, tavsan ayagi ile sans arasinda da iliskiler bulmustur. Boylece batil inanclar ortaya cikmistir. Dolayisiyla, belli bir beynin iliskili buldugu olaylar arasinda gercekten de bir iliski olup olmadigini, (veya bir kitapta gercekten de bir kod olup olmadigini) anlamanin en guvenilir yolu, meseleyi bagimsiz ve objektif baska kisilere, "mumkunse ilgili alanda uzman olan" kisilere inceletmektir. Oyle ki, bu bagimsiz hakemler olay hakkinda cikacak sonuc ne olursa olsun bundan psikolojik olarak etkilenmeyecek kisiler olmali (yani sonucun olumlu ya da olumsuz cikmasina yonelik bir beklentileri ya da bir egilimleri, tercihleri, vs. olmamali). Hatta olumsuz cikmasina yonelik bir beklentileri, ya da egilimleri olan kisiler arasindan secilmeleri daha bile iyi olabilir (iddia eger bu kadar ciddi bir iddiaysa), ki kanitin gucu ortaya ciksin. Cunku, Carl Sagan'in dedigi gibi, siradisi iddialar, siradisi kanit gerektirir. Bilimsel anlamda guclu bir kanit, sadece kendisine inanmak isteyenleri degil, inanmak istemeyenleri bile ikna edecek kadar guclu olmalidir. Ve bilim dunyasinda da bunun ornekleri vardir, yok zannedilmesin. Ornegin Rontgen isinlari ilk bulundugunda, rastlantiyla bulunmustur ve bu haber kendilerine ilk ulastiginda, bagimsiz bilim adamlari bu fikri cok buyuk bir supheyle karsilamislar ve isin icinde bit yenigi aramislardir. Cunku bugunun bilim adamlarina "gorunmezlik hapi", veya "devirdaim makinasi" fikri ne kadar sacma geliyorsa, insan bedeninin icini gosteren bir isin fikri de o zamanin bilim adamlarina o kadar sacma geliyordu. Ayni zamanda, ucagin ilk icat edildigi donemlerde, "ucan makina" fikri icin de benzer bir durum vardi. Fakat bu alehteki psikolojik ortam ve ters beklentilere ragmen, bagimsiz gruplarca, belli kontrollu deney ortamlari altinda, tekrarlanabilir bir bicimde uretilen rontgen isinlari, ya da ucus deneyleri, kisa surede herkesi ikna etmeyi basarmistir. Bugun telepati, telekinezi, durugoru, 6. his, ESP, vs. adina ne derseniz deyin, bu tur konulardaki temel problem budur. Bu konularda elde edildigi iddia edilen sonuclar, bagimsiz gruplarca, ayri ortamlarda ve degisik zamanlarda yapilan deneylerde tekrar edilememistir. Numeroloji orneklerinde de, bagimsiz kisileri ve gruplari ikna edecek turde bir bulgu ortada gozukmemektedir. Hatta, bu tur numeroloji orneklerinin hemen hemen tumunde, olay, bu tartismanin giris yazisindaki "Sihirli 11" ornegi kadar basit ve sacmadir. Isin icinde sasilacak bir durum olmadigi gibi, sasiran ve hayret edenlerin neden sasirdigi ve hayret ettigi de konuyla ilgilenenlerce rahatca aciklanan ve kavranan noktalardir. Yani ortada bir sir, gizem, hayret edilecek bir durum ya da konu yoktur. Gazetedeki yildiz fali kosesinin verdigi bilgi, benim hayatimla ne kadar alakaliysa, veya kara kediyle ugursuzluk ne kadar alakaliysa, 19 rakamiyla da kuran o kadar alakalidir. Ortada sadece iliski gormek isteyen zihnin, iliski olan durumlari bulup cikarip abarttigi, ve iliski olmayan cok daha fazla durumun ise ustunu orttugu bir illuzyon ve kendini kandirma durumu bulunmaktadir.
  4. David G. Myers'in bir yazisindan ceviri: Cevremdeki insanlar, 11 Eylul olaylarinin ardindan, New York Lotosundaki cekiliste 9-1-1 rakamlarinin cikmis olmasini saskinlikla karsiladi. Bu paranormal bir olay miydi? Tanri'dan bir isaret mi? Burada bir mesaj mi vardi? Bu ilk ilginc loto sonucu degil. Oregon'daki Columbian gazetesinin 3 Temmuz 2000'deki manseti soyledi: "Biz kazanan numaralari onceden bildiriyoruz!". Cunku 28 Haziran cekilisinde kazanan dort numara olan 6-8-5-5'i gazete onceden bildirmisti. Bu nasil olmustu? Isin asli, bu haberin cikmasindan bir gun once gazetenin bilgisayar sistemi bozulmustu. Hazirladiklari haber sayfasini kurtarmaya calisirlarken, yanlislikla Virginia lotosunun kazanan numaralarini yayinlamislardi, ki bu numaralar rastlanti eseri Oregon'daki bir sonraki cekiliste kazanacak numaralarla ayniydi. Hepimiz hayatimizda inanilmaz rastlantilarla karsi karsiya gelmisizdir. Hope College kutuphanesinde, kutuphane gorevlisine verdigim 6 rakamli kart numaram, kutuphanede o gorevliyle olan isini az once bitirmis olan kisinin sira numarasiyla tamamen ayni cikinca, kutuphane gorevlisi cok sasirmisti. Bu olayin hemen ardindan, kizim Laura Myers iki cift ayakkabi satin almisti ve ayakkabilarin birinin markasi "Laura" digerininki ise "Myers" idi. Ayrica, bazi inanilmaz rastlantilar vardir ki, biraz da incelemeyle, cok ilginc ve komik hikayeler haline donusurler. Ornegin unlu Lincoln- Kennedy benzerlikleri. (Iki isim de 7 harfli, 100 yil arayla secildiler, ikisi de Cuma gunu, esleriyle bir aradayken, birisi Ford tiyatrosunda, digeri ise Ford marka arabasinda suikaste kurban gittiler). Ayrica ilginc rastlantilar, bazen gazete haberlerine de konu olmustur. Ornegin Ingiltere'de (Flitcham'da) ikiz kizkardesler Loraine ve Levinia Christmas, Noel'de (Noel = Christmas) birbirlerine noel hediyesi vermek icin arabalariyla yola ciktiklarinda birbirleriyle carpistilar. Benim en sevdigim rastlanti ise su bilinen gercektir: Shakespeare'in 46 yasini doldurdugu yil piyasaya surulen Kral James incilinin Psalm 46'sindaki 46. sozcuk "Shake", ayni incilin sondan 46. sozcugu ise "Spear"dir. (Bu rastlantidan daha ilginci ise bana sorarsaniz birinin bunu farkedip not etmis olmasidir). Bu tuhaf rastlantilari nasil aciklamali? James Redfield'in Celestine kehanetinde dedigi gibi, bilincli olarak o sekilde gerceklestirilmis izlenimi veren bu tur ilginc rastlantilari yakindan mi izlemeliyiz? Bu olaylari yakindan izlemek bizleri ruhsal gerceklige mi yoneltecektir? Istatikciler, bu ilgincliklerin verdigi hazdan veya ruhsalligimizdan bizi soyutlamaya calismiyorlar, fakat rastlantilarin herhangi bir ruhsal anlam tasimadigi konusunda bizlere garanti veriyorlar. Matematikci John Allen Paulos, "Gercekte" diyor, "en inanilmaz rastlanti, hicbir rastlantinin olmamasi olurdu". Evelyn Marie Adams, New Jersey lotosunu ikinci kez kazandiginda, gazeteler, ayni kisinin, iki ayri cekiliste, birer bilet alarak iki cekilisi de kazanmasi ihtimalini 17 trilyonda 1 olarak veriyordu. Fakat istatistikciler (Stephen Samuels ve George McCabe), milyonlarca insanin loto bileti aldigi ABD'de, gunun birinde, bir yerde, bir insanin lotoyu ikinci defa kazanmasinin garanti oldugunu bildiriyordu. (Loto cekilisinin 1 milyar insani kapsayan ve yilda 2000 kez gerceklestirilen bir olay oldugu goz onune alinirsa, buna sasmamak gerek). "Hicbir tuhaf olayin olmadigi bir gun, gunlerin en tuhafi olurdu". Zihnimiz, rastlantisal verilerin dogasini anlamakta gucluk ceker. Ornegin borsa gibi bir olgu, rastlantisal dalgalanmalar yasar, fakat bizlerin baglanti ve benzerlik aramak uzere programlanmis beyinlerimiz, bu duruma bir aciklama ister. Pi sayisi gibi, virgulden sonraki hanelerinin rastlantisal oldugu bilinen bir sayi bile, baglanti gormek isteyen beyinlerimize ilginc bazi rastlantisal diziler sunar. Ornegin, Pi sayisinin icinde, dogum tarihinizi bulmaniz mumkundur. Yazarin dogum tarihi olan 9-20-42, Pi sayisinin 131,564'uncu hanesinde baslayarak yer alir. (Kendinizinkini bulmak icin www.angio.net/pi/piquery adresine bakabilirsiniz). Sonuc: Belli bir olay veya rastlantinin olusmasi cok kucuk bir ihtimaldir. Fakat, tanimlanmamis, ilginc bir olay veya rastlantinin olusma ihtimali yuzde yuzdur. Bu yuzden ilginc rastlantilar devamli not edilir, fakat hicbir zaman onceden tahmin edilemez. Bu yuzden Tanri'ya inananlarimiz bile, az olasilikli olaylari aciklamak icin Tanri'nin hikmetine veya medyumluga ihtiyac duymamalidir.
  5. Bu sitede dünya, hayat ve evren konusunda düşünceler bulacaksınız. Bunların pek çoğunun günlük hayatta karşılaşmaya alışık olduğunuz basmakalıp, sorgulanmayan, dogmatik düşünceler ve inançlardan farklı olduğunu göreceksiniz. Bu siteyi hazırlayan ve katkı yapanlar bilimi ve bilimsel düşünceyi kendilerine rehber edinmiş, sorgulayıcı, her şeye kolay inanmayan, içlerinde bilimsel kuşkuculuk alışkanlığı taşıyan kişilerdir. Bilimsel kuşkuculuk ve eleştirel düşünce bu sitenin savunduğu ana çizgidir. Günlük hayatta sorgulanmayan veya güvenilir kişilerden hazır alınan inançların ve düşünce alışkanlıklarının her alanda sorgusu yapılacaktır bu sitede. Bu sitede değinilecek konular arasında evrenin ve hayatın kökeni, temel felsefi problemler, bilimin tıkandığı konular ve bu konulara alternatif arayışları, ayrıca bilim ile bilim dışı olanın ayırt edilmesi gibi konular bulunmakta olup, hatta siyaset felsefesi ve politik konulara dahi eleştirel bir yaklaşımla değinilecektir. Doğaüstü iddialar, medyumluk, parapsikoloji, mucizeler, falcılar, büyücüler, hayaletler, UFO'lar, dua ile hasta iyileştirdiği söylenenler, hatta komplo teorileri, vs gibi konular da eleştirilerimizden nasibini alacaktır. Yeterince analiz edilmeden, düşünce alışkanlıkları sebebiyle inanıldığını düşündüğümüz her tür konuya bu sitede yer vardır. Bilimsel bilgiyle bilimsel olmayanın, doğa içinde kalan bilgiyle doğaüstü bilginin, kısacası güvenilir bilgi ile güvenilir olmayan bilginin analiz edilmesi ve ayırt edilmesi prensiplerine dayalı her konu ve düşünce bu sitenin ilgi alanı çerçevesindedir. Sitemize bağlı bir forum da bulunmaktadır. Bu forumda politika, felsefe, bilim ve bu sitenin yukarıda açıklanmış ilgi alanlarına uygun her konu tartışılabilir.
  6. Kapitalist sistemin uretimdeki basarisini tamamen somuruye ve emperyalizme baglamak ne kadar dogru acaba? Ornegin internette yapilan bir sosyalizm tartismasinda bir arkadas, Angola'da sosyalizm gelse ne olur, asil onemli olan ABD'de ve benzeri ulkelerde gelmesidir diyordu. Buna gerekce olarak da oralarda yapilan uretimin, bu diger cevre ulkelerde yapilana gore kat kat fazla olmasini gosteriyordu. O ulkelerin zenginliginin fakir ulkeleri somurmeleriyle aciklanamayacagini soyluyordu. Baska bazi sosyalistlerden de itiraz geldi haliyle, bazilari bati kapitalizminin ekonomik basarisinin diger ulkelerin somurulmesine dayandigindan emin cunku. Ben de diyorum ki, bu bahsedilen konu oyle bir sir degil ki. Daha dogrusu, bir sir olarak kalmak zorunda olan birsey degil. Sonucta, bunlar belli yerlerde kayitli verilere ulasip, bunlarin analizinin yapilmasiyla anlasilabilecek seyler. Benim merak ettigim, neden bu yapilmiyor? Neden degisik sol gorus savunuculari, bu tur konularda bile birbirinden ayriliyor? Bu bana fikirlerini bilimsel arastirmalara degil, disaridan yapilan gozlem, ezber ve tahminlere dayandirdiklarini gosteriyor. Iste sosyalizme olan guvenimin cok onceleri sarsilmasina neden olan temel noktalardan biri bu. Sosyalistler ne yaptiklarini bilmiyorlar. Ha bire gariban edebiyati yapiyorlar ve yandas toplamaya ugrasiyorlar. Ama ortada dogru durust yapilmis somut arastirmalar yok. Olsa, cok temel noktalarda bile bu derece fikir ayriligi olmazdi. Ortada bir suru fraksiyona ayrilmis, birbirine dusman bu kadar sol grup olmazdi. Tekrar bu soz konusu probleme donelim. Zenginligin kaynagi nedir? Deger nasil uretilir? Sosyalistler bunun cevabini bile dogru durust verebilen kisiler degil. Bir yandan diyorlar ki, kapitalizmin dusunuldugu sekliyle hala yikilmamasinin sebebi, surekli baska pazarlar bulup kendini yenilemesidir. Bir yandan da diyorlar ki, bu baska pazarlardaki iscilerin somurulmesinden gelen arti deger, bati kapitalizminin zenginligini aciklamaya yetmez. Buradan ortaya cikiyor ki, deger teorilerinde var bir problem. Buna zaten baska yazida da deginmistik. Marks'in degeri emek ile olcen formulunun gecersiz oldugundan bahsetmistik. Cunku bir seyin degeri, o seye harcanan emek ile dogru orantili ise, ve patronun servetinin kokeni, iscinin harcadigi emegin onemli bir kisminin patronun cebine girmesi ise, o zaman patronlarin hep kar etmesi gerekirdi. O zaman zarar eden patron olmazdı. Bir patron urununu satamayip zarar ediyorsa, o zaman da iscisi mi onu somurmus oluyor? O satilmayan urune harcanan emege ne oldu? Hani urunun degerini emek belirliyordu? Benzer mesele, batinin zenginliginin ne kadar baska ulkelerin somurulmesine bagli oldugu konusunda da var. Bunun bir kismi milli gelirin baska ulkelerde yapilmis yatirimlardan elde edilen miktari ile, bir kismi ise ulkenin ihracat geliri ile ilgili. Bu rakamlar ulasilmayacak seyler degiller. Ornegin, bati kapitalizmini ayakta tutan baska ulkelerin somurulmesi ise, ihracat gelirlerinin milli gelirinin onemli bolumunu olusturmasi gerekmez mi? Ki gercek verilere bakarsaniz, olayin bununla alakasi yok. Bu rakam pek cok bati ulkesi icin en fazla %10 civarinda, eger yanlis bilmiyorsam. Yani degerin somuruden ve arti degerden olustugu konusunda bir yanlis inanis var. Bunun gozden gecirilmesi gerek. Degerin olusumunda bilim ve teknolojinin, arz ve talebin rolunun anlasilmasi gerek.
  7. Önce bu yazının yazıldığı tarih olan 10 Ağustos 2011 itibariyle bazı gözlemler: * ABD'de 2008'de başlayan ve geçen yıl artık düzelmeye başladığı söylenen kriz bazılarına göre hala düzelmiş değil ve ikinci bir ekonomik durgunluk kaygıları başgöstermiş durumda. * ABD'de (ve hatta dünya genelinde) son birkaç gün ya da bir hafta içinde borsalarda büyük düşüş gözleniyor. Dow Jones indexi geçen Perşembe ya da Cuma günü 500 puandan fazla düştü. Dün ise 635 puan düştü. * ABD borçlarını ödeyebilmek için özel yasa çıkarıp kanuni borçlanma limitini yükseltmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Standard & Poors şirketi ABD'nin kredi puanını düşürdü. * Euro zone denen, para birimi olarak Euro'nun kullanıldığı ekonomilerde bir süredir büyük kriz gözleniyor. Yunanistan ve İrlanda'dan başka İspanya ve İtalya gibi bazı ülkelerin ekonomileri de tehdit altında. * Özellikle son depremden sonra Japonya'nın ekonomisindeki büyüme de azalmış ve ekonomik problemler başgöstermiş durumda. * Birkaç gündür Londra'da insanlar sokaklara dökülüp dükkanları yağma ediyor. * ABD'de son ekonomik krizden sonra yükselen işsizlik, kronikleşmiş durumda. Bazılarının işsiz kaldığı süre birkaç yılı aşmış durumda. Aynı zamanda da ABD'de orta sınıfın erimekte olduğu ve geriye sadece üst ve alt sınıfların kalacağı söylenmekte bir süredir. * Büyük şirketler bankada büyük miktarda nakit tutuyor, fakat yeterli yatırım yapmıyorlar. Apple'ın bankadaki nakit miktarı geçen hafta itibariyle ABD devletinin nakit stoklarını aşmış durumda. *** Şu anda ABD'de özel şirketlerin kasalarında 3-4 trilyon dolar para vardır ve bununla ne yapacaklarını bilememekte, o parayı atıl tutarak öylece krizin geçmesini beklemektedirler. Halbuki krizin geçmesi bu paraların yatırıma dönüşmesini gerektirir. Ancak o zaman işsizlik düşecek, tekrar gelire kavuşan insanlar para harcamaya başlayacak ve böylece ekonomi canlanacaktır. Özel şirketlerde bu kadar para varken ve örneğin Apple şirketinin nakit miktarı ABD devletininkini geçmişken, ABD devleti bütçe ve para sıkıntısı çekmektedir, çünkü o şirketlerin temsilcisi olan cumhuriyetçi parti siyasetçileri, Obama'nın vergileri arttırmasına engel olmaktadırlar. Çünkü vergi azalmasından veya artışından en çok zenginler etkilenmektedir. Onlar hala Bush zamanında aldıkları vergi indirimlerine canla başla sarılmakta ve bunlardan vazgeçmek istememektedirler. Bunu yaparak ülkenin ve dünyanın bu derece krize girmesine sebep olduklarının farkında olmalarına rağmen. Yani bu muazzam paraların sahipleri ve bunları kontrol edenler, ülkenin ve dünyanın refahından ziyade kendi ceplerini ve almaya alıştıkları vergi indirimlerini düşünmektedirler. Sihirli bir şekilde bu krizin geçip, kendilerinin de bankadaki para stoklarıyla tekrar yaptırım yapıp, servetlerini daha da arttıracakları huzurlu ortamın gelmesini beklemekte, fakat bunun için kendi üzerlerine düşeni yapmaya yanaşmamaktadırlar. Şimdi yatırım yapıp para kaybetme riskine girmektense, sorumluluğu ve her türlü eylemi hükümetin sırtına yüklemekte, hükümetin sihirli bir değnekle bu işin üstesinden gelmesini beklemektedirler. Bu arada hala emlak krizi çözüme ulaşmamış ve ortada ev kredisi (mortgage) veren finans kurumları tarafından el konulmuş ve satışa çıkarılmış onca ev bulunmakta, bunlar satılamamaktadır. Faizler rekor düzeylere düşmüş ve kredi almak çok avantajlı hale gelmiş olmasına rağmen. Çünkü insanların ağzı başlarına gelen emlak krizinden yanmış, yoğurdu üfleyerek yemektedirler. Zaten işsizlik yüksek olduğu için ve işi olan pek çok kişi de önceki yıllara nazaran daha düşük düzey ve düşük gelirli işlere razı olmak zorunda kaldıkları için, insanların ev alma gücü de şu anda eskisi gibi değildir. Ev sahipliğinin bir norm olduğu ABD'de son yıllarda kiracılık eğilimi yeniden artmış, kiracıların sayısı katlanmıştır. Finans kurumları ise ellerinde kalan onca ev ile ne yapacaklarını bilememektedirler. Parası olanlar (finans kurumları), ellerindeki evlerden kurtulamamakta, çünkü bunları alması beklenenlerin alım gücü bu evleri almaya yetmemektedir. İşte bu sosyalizmin temel kapitalizm eleştirisinin ta kendisine denk düşen bir durum aslında. Zamanında Marx'ın dediği, alt sınıfın alım gücünün düşmesi yüzünden ürünlerin raflarda kalması durumuna neredeyse tıpatıp uyan bir durumdur bu. Tabi onun iddia ettiği ve umduğu gibi sistemin sonunu getirecek bir durum değildir bu muhtemelen, çünkü geçmişte de benzer krizler defalarca yaşanmış ve sonra atlatılmıştır. Benim merak ettiğim, bu açıklamanın gerçekten de sosyalistlerin iddia ettiği gibi kapitalist ekonomik sistemin tüm krizlerini açıklayacak bir açıklama olup olmadığı. Bazı krizlere uyuyor gibi bu açıklama ama tümüne uyacağını zannetmiyorum. Ekonomist değilim ama bildiğim kadarıyla ekonomik krizlerin de çeşitleri var. Bazıları yokluktan çıkıyor, bazıları ayağını yorganına göre uzatmamaktan. Örneğin petrol kaynakları (arz) azalırsa, bu tüm ekonomiyi etkileyen bir kriz ortaya çıkartacaktır. Bu yokluktan kaynaklanan bir kriz örneği benim gözümde. Tahmin ediyorum sosyalist ekonomilerin krizleri daha çok bu türdendi. Ekonominin verimsiz işlemesi yüzünden ülke çapında pek çok yokluklar ve aynı zamanda da başka konularda israflar yaşanıyordu. Yani bir mal ile ilgili yokluk durumu varken, başka bir mal raflarda çürüyordu, yani onunla ilgili de israf durumu vardı. Kapitalizm bu konuda biraz daha verimli işliyor ama yokluklar ve israflardan kapitalizmde de tam bir kurtuluş yok. Bir diğer kriz sebebi zannediyorum ayağını yorganına göre uzatmamaktan kaynaklanıyor. Reel değerleri aşan harcamalar yapılıyor ya da yapılmaya çalışılıyor. Talep arzı geçtiğinde kriz ortaya çıkıyor. Fakat bir de burada bahsettiğim türde krizler de var anlaşıldığı kadarıyla. Yani işsizlik falan yüzünden halkın alım gücünün düşmesi, bu yüzden şirketlerin ellerindeki mal ve hizmetleri satamaması, bu yüzden zarar etmeleri, ellerinde büyük para stokları olsa bile bunları kullanmamaları, çünkü belirsiz ekonomik ortamda yatırım yaparak riske girmek ve rakip şirketler karşısında zayıflamak istememeleri. Yani ekonomi için iyi olan şeyi yapmadıklarının bilincindeler, ama rakipleri karşısında zayıf düşme korkusu yine de onları doğru şeyi yapmaktan alı koyuyor. Dolayısıyla, kapitalizmin bir problemi ve verimsizliği daha. Yani kapitalizm, içinde içerdiği rekabet unsuru yüzünden zenginleri ve iş sahiplerini de şu an davrandıkları gibi davranmaya teşvik ediyor. Yani kalpsiz, acımasız, paragöz ve açgözlü davranmaya. Yoksa rakiplerinin onları silip süpürmesi riski ile karşı karşıya gelmiş oluyorlar. Dolayısıyla, kaptitalist sistemin pek çok sorunları olduğu açık. Ama geçmiş tecrübeler gösterdi ki, yaşanmış sosyalist ekonomilerin daha da büyük sorunları oldu. Onların ekonomileri kapitalist ülkelerinki kadar hızlı büyümedi. O derece zenginlik yaratamadı. Tabi kapitalist ülkelerde yaratılan zenginlik nüfusun ne kadarlık bir kısmına yaradı diye sorulabilir. Ama bu işin ayrı bir yönü. Bu kısma yukarıda değindik zaten. Önemli olan, ve ülkelerin birbirleriyle karşılaştırmalarında asıl farkı yaratan ülkelerin ekonomilerinin büyüklüğüdür. Bu da gayri safi milli hasıla ile ölçülür. Bu paranın az sayıda elde toplanmasıyla toplumun büyük bölümüne yayılması ayrı bir konudur ve ülkenin milletlerarası arenadaki ekonomik gücünün ölçümünde bu önemsiz bir kriterdir. Bu kriter, ülkenin iç huzuru açısından önemli olabilir belki, ama az sayıda elde toplanmış olsa da, daha fazla parası olan devletin sözü uluslararası arenada daha çok geçer. Bu sebeple kapitalist ülkeler daha güçlendiler ve rekabette sosyalist ekonomileri yendiler. Çünkü sosyalist ekonomiler eşitlik ve servetin yayılmasına çok fazla odaklanarak ekonomilerini verimsizleştirdiler. Üretim kapasiteleri ve ekonomilerinden tam randıman alamadılar. Çok fazla israf ve yokluk yaşadılar. Bu yüzden soğuk savaşta yenildiler, başarılı olamadılar. Ama kapitalist sistemin işleyişindeki sorunlar da aşikar. Bunlara da yukarıda değindik zaten. Kapitalist sitemin de bu şekilde devam etmesi mümkün değil. Ya da mümkün mü? İşte soru bu aslında. Yani kapitalist sistem nasıl oluyor da bu krizlerden çıkıyor? Servertin az elde toplanıp, halkın çoğunun alım gücünün düşmesine sebep olan türde krizlerden bahsediyorum elbette. Çünkü kapitalizmde bu durumu tersine çeviren bir mekanizma yok. Kapitalizmdeki mevcut mekanizma, bu eğilimi daha da arttıran bir mekanizma. (Yani zengini daha da zenginleştirip, fakiri daha da fakirleştirmeye yönelik bir mekanizma). Sosyalistler kapitalist ekonomideki yeniden üretim mekanizmaları, ve bu temel problemin üstesinden gelmek için uygulanan yöntemler üzerine pek çok analize sahip elbette, ama benim gözümde bu konuda en dikkate değer ve bence en fazla etkiyi yaratıyor olabilecek faktör, pazarın genişlemesi (genişletilmesi) yoluyla krizlerin hafifletilmesi açıklamasıdır. Bu teze göre pazar doydukça kapitalistler yeni pazarlara açılmaktadır. Böylece 'globalleşme' denen süreç yoluyla tüm dünyayı pazarları haline getirecekler ve bu süreçte servet daha da az elde toplanacak, fakir yığınlar daha da büyüyecektir. Dolayısıyla bu eğilim eninde sonunda bir kırılma noktası yaratacak ve sistemi çökertecektir. Benim merak ettiğim böyle bir eğilim gerçekten de var mı, yoksa bu sosyalistlerin hezeyanlarından mı ibaret. Sosyalistler bilindiği gibi çağdaş ekonomi bilimini beğenmez, hatta böyle bir bilim olduğunu kabul etmez pek çoğu. "Burjuva iktisadı" diyerek ekonomi bilimini küçümseme eğilimi çok yaygındır sosyalistler arasında. Fakat burjuva iksadı açısından bu konuya bakıldığında, sözkonusu krizlerin Marx'ın gördüğü ve açıkladığı şekilde açıklanmadığını, genellikle arz ve talep arasındaki dengesizlik bazında açıklanmaya çalışıldığını görüyoruz. Benim anladığım kadarıyla sosyalistlerin "kapitalizmin temel çelişkisi" dedikleri prensibe burjuva iktisadındaki temel itiraz biçimi, bu bakış açısının yaklaşık olarak aynı büyüklükte kalan bir ekonomi gerektirmesi ve ekonomiyi sıfır toplamlı bir oyuna benzeterek hem ekonomik büyümeyi, hem de yeni teknolojilerin sağladığı "yeni değer üretimi" fenomenini göz ardı etmesi. Çünkü hem nüfuslar, hem de ekonomiler sürekli büyüme halinde. Ayrıca yeni gelişmeler ve yeni teknolojiler, eski dengeleri alt üst edip yeni dengeler oluşturmakta, eski üretim biçimleri veya teknolojilerin temsilcisi şirketleri zayıflatıp yenilerin temsilcilerinin büyümesini sağlamakta, bu şekilde ekonomi ihtiyacı olan dinamizmi kazanmakta. Bunlardan benim çıkardığım sonuç, kapitalizmde sosyalistlerin tespit ettiği türde bir sorun olduğu açık olmakla birlikte, bunun gerçekten de ölümcül olup olmadığı ve sistemin sonunu getirmeye muktedir olup olmadığının belirsiz olduğudur. Öyle görünüyor ki, bu sorun pekala da sadece döngüsel olarak gelip giden fakat sistem için hiçbir zaman ölümcül olmayacak bir sorun olabilir. Tabi bu demek değildir ki buna razı olunmalı, daha iyisinin nasıl olabileceği konusunda çalışma yapılmamalı, ama sosyalist teorilerin gözden geçirilmesi şart gibi gözüküyor. Sosyalistler, eski sosyalist ekonomilerin hatalarından arınmış, fakat kapitalizmin bahsedilen problemlerine de çözüm teşkil edecek yeni bir tür ekonomik sistemin geliştirilmesi konusunda çalışmalıdır. Böyle bir alternatif geliştirilmediği sürece, normalde sosyalistlere destek vermeye eğilimli benim gibi sosyal demokratlar da dahil olmak üzere, halktan destek almaları kolay gözükmemektedir.
  8. Türkiye'de AKP ve Tayyip Erdoğan'ın kurmak istediği teokratik islam devleti projesi neredeyse sonuçlandırılmış, geriye kalan son rötuşlar da 22 Haziran 2011'de yürürlüğe girecek internet sansürü yasasıyla tamamlanmıştır. Çocukları koruma yasası kılığında insanlara sunulan yasa, Türkiye'deki internet özgürlüğünü bu konudaki en geri İran, Çin gibi ülkelerin düzeyine indirmektedir. Bu yasa ile mahkeme kararı bile gerekmeksizin istedikleri yasaklamayı daha merkez noktada yapabilecekler ve internette istedikleri siteye olan erişimi vana kapatıp açar gibi kontrol edebileceklerdir. Özgür düşünceyi ve basını susturma gayesi, diktatörlüklerin ve diktatörlüğe özenen rejimlerin ortak noktasıdır. Çünkü serbest düşünce ve fikirlerin özgürce ifadesi, baskıcı diktatörlüklerin önündeki en büyük tehlikedir. Baskıcı, teokratik bir islam devletini de elbette basın, yayın ve günümüzün bu alandaki en büyük nimeti olan interneti kontrol etmeden sağlam bir şekilde sağlayamazsınız. Bu yüzden bu çabanın kendileri için anlamını ve önemini görebiliyoruz. Göremediğimiz şey, Türk insanının buna nasıl izin verdiğidir. İnsanımızın bu kadar koyun olduğuna inanmak istemiyorum. Eldeki özgürlüklerin değerini bu derece bilememek, bu özgürlüklerin hak edilmediğinin bir göstergesidir belki de. Kazanılmadan tepeden indirilerek verilmiş bu özgürlükleri Türk halkı tam olarak bir türlü benimseyememiştir. Batı'nın bu konuda yaşadığı kavgaları, mücadeleleri biz yaşamak zorunda kalmadık. Atatürk gibi ileri görüşlü liderler ve onların takipçileri sayesinde bu ayrıcalıklara hazır konduk. Ne yazık ki son yıllarda bu özgürlüğün değerinin bilincinde olmayanların seçtiği, eski padişahçı zihniyetin günümüzdeki temsilcisi olan bir kesim, emperyalist ülkelerin de desteğiyle güç kazanmaktadır. Bu kesim, ülkeyi neredeyse ele geçirmiştir. Atatürkçülüğün koruyucusu Türk ordusunu ve pek çok gazeteci ve aydını zan altında bırakan pek çok bel altı taktik ve çirkin politika ile, aynı zamanda da emperyalist dış sermayenin desteği ile, zamanında vatan haini padişahçıların yaptığının benzerlerini günümüzün AKP hükümeti yapmaktadır. Halkımız ise malesef bu kişilere destek vermeye ve yaptıklarının altındaki gerçeği görmemeye devam etmektedir. Tüm laik ve Atatürkçü kesim susturulduğu gibi, tüm yargı sistemi ele geçirilmiş, kuvvetler ayrılığı prensibi çiğnenmiş, baskı ve sansür uygulamaları ile tüm politik rakipler susturulmuştur. Şimdi sansür uygulaması ile bu ulaştıkları noktayı daha da sağlamlaştırmaya ve herhangi bir yumumaşamanın ve geri dönüşün mümkün olmasını da engellemeye çalışmaktadırlar. 22 Haziran'dan sonra bu sitede yazılanları okuyamayabilirsiniz. Sadece bu site değil, hükümetin işine gelmeyen içeriğe sahip pek çok site, vana kapatır gibi merkezden, sadece bir telefon direktifi ile kapatılabilecek. Mahkeme kararına bile gerek olmadan. Bu adım ile artık son noktayı da koymuşlar ve teokratik islam devletini kurmuşlardır. Başımıza ise Padişah 1. Tayyip geçmiştir. Umarız halk bu yapılanların yanlışlığını gördüğünde çok geç olmaz ve hasarlar geri dönülemez boyuta ulaşmaz.
  9. ABD'nin Fethullah Gülen'i destekliyor olabileceği fikri bazılarına pek inanılır bir fikir gibi gözükmüyor. İslamcılarla savaş halinde olan ABD'nin son yapacağı şeyin bir islamcıyı desteklemek olacağını düşünüyorlar. Fakat ben bunun mümkün olduğunu ve bu desteğin gerçekten de mevcut olduğunu düşünüyorum. Tabi önce şunu söylemekte fayda var: Amerika, aslında şunu ya da bunu desteklemez. Amerika, sadece kendi çıkarını destekler. Amerika'nın çıkarına aykırı oluşumlar ortaya çıktığında, ya da o tür eğilimler oluştuğunda onun önlemini alır. Örneğin ABD'ye rakip bir küresel ya da bölgesel güç ortaya çıktığında, o gücün rakiplerine destek verip o gücü yıpratmaya çalışır. Bu güç yıpranınca da, o süreçte onun rakibi Amerikan desteği sayesinde çok güçlendiği için, bu sefer bu rakip eğilim Amerikan çıkarlarını tehdit eden bir oluşum haline gelebilir, o durumda da Amerika onu karşısına alır, onlarla savaşan başka bir oluşum bulup, ya da üretip onu destekler. Örneğin soğuk savaş yıllarında sırf Sovyetlerin Asya'da güneye yayılmalarını önlemek için Afganistan'daki dincilere destek verip, bugünkü Taliban'ın güçlenmesine sebep olmuştur. Şimdi de kendisi Taliban ile savaşıyor. Zamanında İran'ı durdursun diye Saddam'a silah yardımı yapıp onu güçlendiren Amerika, Saddam fazla güçlenip kontrolden çıktıktan ve Kuveyt'e falan saldırdıktan sonra bu sefer onu karşısına almıştır. Amerika'nın şu anki derdi ise köktendinci islamcı akımlardır. Onları kontrol altına almanın tek yolu olarak ılımlı islamı görüyor Amerika ve Türkiye'nin de ılımlı islamın temsilcisi olmasını istiyor. 80 küsur yıllık laiklik tecrübesi sayesinde Türkiye'nin artık köktendinci islama yenik düşmeyeceğine inanıyor, bu yüzden de Türkiye'deki şu anki dinci eğilimlere destek vermekten çekinmiyor. O dinci eğilimlerin El Kaide tarzı radikalleri dengeleyeceğine inanıyor. Bu yüzden Fethullah Gülen'i, AKP'yi falan destekliyor. Türkiye'de onların karşısındaki temel engel olan ordunun yıpratılması konusunda onlara desteği de o yüzden veriyor. ABD bizim ya da herhangi bir ülkenin ne kadar çağdaş, ne kadar demokrat veya ne kadar bilim üretebilir kapasitede falan olduğuyla ilgilenmiyor ki, kendi çıkarlarına en uygun gelişme nasıl olur, onunla ilgileniyor. Bu yüzden de Türkiye'yi ilerici ve batılı bir laik güç olarak değil, ABD'nin başına bela olan diğer islam ülkelerine örnek olacak, ılımlı islamın temsilcisi, ortadoğudaki müslüman ülkelerin ağabeyi ve onları kontrol edip aşırıya gitmelerini önleyecek bir güç olarak görmek istiyor. Bunu sağlayacak eğilimin ise AKP ve Fethullah Gülen tarzı eğilimler olacağını düşünüyor. Yani ABD bu yüzden bizde dincilere destek veriyor.
  10. ABD'nin Türkiye'deki islamın diğer islam alemine örnek olacak bir ılımlı islam modeli olduğu veya olması gerektiği inancına sahip olduğu açık. Bu Amerikan kaynaklı pek çok jeopolitik analizin, istihbaratın ve yayınların odak noktası. İslam'ın kaçınılmaz biçimde radikalleşeceği pek çoğumuzun paylaştığı bir görüş, fakat ABD'nin olaya bu bakış açısıyla yaklaşmadığı gözleniyor. Daha doğrusu, mesele ABD'nin bu fikri paylaşıp paylaşmamasından ziyade, daha çok ortada başka bir seçenek görmemesi. Yani bunu bir deneyecek. Ilımlı islam diye birşeyin olamayacağı ortaya çıkarsa, o durumda bu yeni verilere göre durum değerlendirmesi yapıp, o durumda ne gerekiyorsa onu yapacak belki, ama şu aşamada, ortada zaten başka seçenek görmüyor Amerika. Ilımlı islam diye birşeyin olabileceği, hatta Türkiye'de zaten varolduğu varsayımı altında, bu teoriyle kalkışıyor yaptıklarına. Bunu yapmazsa ne yapacak ki? Dünyadaki 1 milyar müslümanla mı savaşacak? Ortada başka bir seçenek olmadığı için, bu ılımlı islam teranesini bir denemek zorunda hissediyor kendisini Amerika. Peki Türkiye'nin gerçekten bölgede nüfuzu olan, sözü dinlenen ve örnek alınan bir ülke olması ihtimali var mı? Türkiye pek çoğumuza bu tür bir rol için fazla önemsiz bir ülke gibi gözüküyor. Fakat bence Amerika isterse ve buna önayak olursa bu mümkün. Amerika istedi diye Türkiye'de ordunun siyasetteki gücü bile tasviye ediliyor, ki normalde bu akla hayale gelmeyecek birşeydi. Amerika bizi gerçekten de bölgedeki islam ülkelerine bir örnek ve bir alternatif olarak görmek istiyor. O diğer ülkeler bizi takip etsinler istiyor. Ki zaten o diğer ülkeler dediğimiz ülkelerin pek çoğu eski Osmanlı toprağıdır. Son 90 yıldır oralarda Türk ve Osmanlı nüfuzu olmasa da, o bölge ondan önceki 1000 yıl Selçuklu ve Oslanlı, yani Türk hakimiyetinde olmuştur. Türkiye güçlendikçe o bölgede nüfuzunu hissettirmeye başlaması muhtemeldir. Zaten ortadoğu ve Balkanlarda şu anda bile Türk malları satılmakta, Türk otomobilleri kullanılmakta, Türk müziği dinlenip televizyonda Türk dizileri seyredilmektedir. İbrahim Tatlıses vurulduğunda, sadece ortadoğuda değil, balkanlardaki bazı televizyonlarda bile birinci haber olarak verildi bu. İranlı bir radyo spikeri İbrahim Tatlısesin vurulmasını ağlayarak duyurmuş. Demek istediğim, Türk kültürünün eski Osmanlı nüfuz çevresinde şu anda bile az da olsa bir etkisi var. Amerika isterse bu etkinin artması da muhtemeldir. Amerika ise bunu istiyor ama tek bir şartları var, bunu çağdaş ve batılı bir laik güç olarak değil, müslüman kimliğiyle, ılımlı islamın temsilcisi olarak yapacağız. Biz ABD'nin bu şartını uygulamaya gönüllü olduğumuz sürece - ki AKP'yi seçen halkın verdiği mesaj buna gönüllü oldukları - bu dediklerim olmayacak şeyler değil. Bu ise ülkenin laik kesimi olan bizlerin hoşumuza giden birşey değil (yani Türkiye'nin nüfuzunun artması ihtimali hoşumuza gidiyor tabi ama bu islamlaşarak yapması fikri hoşumuza gitmiyor haliyle), ama bana öyle geliyor ki Amerikanın tabiriyle "we are fighting a losing battle". Yani yenilmekte olduğumuz bir savaşın içindeyiz, ülkenin ilerici, batılı ve laik kesimi olarak. Türkiye'de askerin nüfuzunun azaltılması ve şu Ergenekon, Balyoz, vs fasa fisoları bile, eğer ABD onay vermese, hatta önayak olmasaydı olacak şeyler değildi. Bizim uyduruk AKP'nin tek başına kalkışmaya cesaret edeceği birşey değildi bu. Eğer ABD'nin bu işte gerçekten bu düzeyde parmağı varsa, bu işin geri dönüşü de ancak ABD fikir değiştirir ve Gülen hareketi ve AKP'yi desteklemekle iyi etmediklerine karar verirse mümkün olacak demektir. Bunun gerçekleşmesi için ise zemini AKP'nin kendisi hazırlıyor. O "one minute"lar, İsrail'e kafa tutmalar, Avrupa Birliği üyeleriyle ileri geri konuşmalar, tüm bunlara şimdilik göz yumuluyor ama bunun bir sınırı var. ABD'nin istihbarat kaynakları zaten Türkiye'deki gidişten endişe duyduklarını kendileri ifade ediyorlar. AKP kendi altını oyuyor ve kendi sonunu hazırlıyor gibi gözüküyor.
  11. Türkiye'de tarihte görülmemiş şeyler oluyor. Bir bakış açısına göre laikliğin son kalesi düşüyor ve Türkiye İran'daki gibi bir islam devrimine doğru gidiyor. Diğer bir bakış açısına göre ise Türkiye geçmişten gelen tüm antidemokratik unsurlarını temizliyor ve gerçek demokrasiye doğru yol alıyor. İkinci bakış açısına güvenebilsem, ülkede demokrasinin ilerlemesi anlamına geleceğinden canı gönülden desteklerim. Ama militarizmin bu tür bir tasviyesini islamcı bir iktidar yapmaya kalkarsa, haliyle hepimizde bir güvensizlik oluyor. İslamcıların demokrasi getireceğine güvenebilir miyiz? Eğer böyle birşey olursa, bu dünya tarihinde bir ilk olacaktır. Demokratik bir islami rejim diye birşeye dünya tarihinde daha önce rastlanmadı çünkü. Ayrıca, bu demokrasi getirdiğini savunanların tüm destekçilerinin resmi olmayan sohbetlerinde demokrasi kavramına olan güvensizliklerini dile getirdikleri bilinmektedir. Şimdiye kadar AKP'yi savunan kiminle konuştuysam, demokrasinin ideal rejim olmadığını ve islamla falan da aslında bağdaşmadığını duydum kendilerinden. Peki şimdi bunların temsilcisi olan bir partinin demokrasi getireceğine nasıl güvenebiliriz? Hele de, bu adamların cemaat soruşturması yapan savcıları hukuki olmayan yollarla engellediği, gazete patronlarına yazarlarınızın yazdıklarını kontrol edin dediği, bunların döneminde internet sansürlerinin, vs ayyuka çıktığı düşünülürse, bu kişilerin demokrasi getireceğine ne kadar güvenebilirsiniz? Totaliter yönetimler demokratik veya demokratik olmayan yollarla iktidara gelebiliyorlar. Halk seçtiyse gelsin, sorununuz ne diyenler var hep bu konuda, ama mesele iktidara gelmeleri değil. Bu totaliter yönetimler bir kez güce kavuşunca, bunu demokratik yollarla kolay kolay bırakmıyorlar, mesele o. Almanya, İtalya, İspanya, vs pek çok batı demokrasisi faşist dönemler yaşadı. Bu faşist iktidarlar bir kez başa geldi mi öyle kolay gitmiyor. Yani halk seçmiş, bırakın ne istiyorlarsa yapsınlar mantığı yanlış. Burada yine daha önce demokrasi paradoksu başlığında dile getirdiğim konuya çok kısa olarak değinmek gerek. Karl Popper'ın demokrasi paradoksu dediği paradoks ile karşı karşıya olabiliriz şu anda Türkiye'de. Demokratik yollarla gücü elde edip, elde ettikten sonra başkalarına özgürlük ve demokrasi imkanı bırakmayacak olanların da demokratik haklarını savunmalı mıyız? Başkalarına tolerans gösteremeyecek kişilere ve rejimlere tolerans gösterebilir miyiz? İşte bunlar siyasetteki temel paradokslar arasında. Kısa cevabı ise Popper'a göre 'hayır'. Çünkü gerçek bir demokrasinin ve hoşgörü ortamının temel koşulu kendi varlığının devamıdır, ve bunu sağlayamayacak oluşumlara demokratik ortamda izin vermemek demokrasiye aykırı olmaz. Sorun, bu kararı kimin vereceği noktasındadır, ki Popper'a göre bu çözülmeyecek bir sorun değil. Fakat bu bana Popper'ın dediği kadar kolay bir konu gibi gelmiyor. Bir yönetimin ya da getirilen bir yasanın demokrasiye aykırı olup olmadığına pek çok batı demokrasisinde en yüksek yargı kurumu karar veriyor. Bizdeki anayasa mahkemesinin benzeri kurumlar. Bizdeki gibi ağır aksak işleyen ve yargının devletin diğer kurumlarından tamamen bağımsız olamadığı demokrasilerde ise bu yeterli olmayabilir. Bu yüzden baştan beri bir de ordu vardı bizde bu işi üstlenen. Tabi kendisi demokratik olmayan ordu gibi bir kurum, nasıl olur da ülkedeki rejimin ve demokrasinin bekçiliğini yapabilir denirse, bu yerinde bir sorudur. Fakat Türkiye'nin kuruluşu zaten ülkeyi çağdaşlaştırmaya ve batılılaştırmaya niyetli bir ordunun çabasıyladır. Atatürk döneminde olsun, ondan sonra olsun, ülkeyi çok partili rejime geçirmeye çalışanlar, ikinci partilerin kurulmasına izin verenler yine aynı yönetimdir. Fakat cumhuriyetin taze olduğu o ilk yıllarda bu mümkün olmadı. 31 Mart ayaklanması, Şeyh Sait olayı, vs gibi problemlerle bu çabalar sekteye uğradı ve tekrar ordunun totaliter yönetimine dönüldü. Daha sonra ise çok partili rejime geçildi ama ülkenin yapısına ve kurulduğu modern ve batılı ilkelere tehdit teşkil eden gelişmeler yüzünden darbeler ve muhtıralarla yine bu süreç ordu tarafından hizada tutulmaya çalışıldı. En son resmi örneği 1997'deki Erbakan'ın partisinin kapatılması olayıdır ki burada müdahale yargı tarafından yapılmış, süreç batılı demokrasilere biraz daha benzemeye başlamıştır. Her ne kadar oradaki gibi olmasa da. Geçtiğimiz yıllarda da AKP'nin kapatılmasına çok yaklaşıldı fakat kapatılmadı bildiğiniz gibi. Şimdi de AKP kendi rakiplerinden öcünü almaya çalışıyor. Ordunun demokrasi bekçiliği yapması pek akla sığacak birşey gibi kulağa gelmemesine rağmen, Türk ordusu için aslında bu belki de söylenebilir. Yani en azından uzun vadedeki amacı açısından, türk silahlı kuvvetlerinin baştan beri işlevi bu olmuştur. Yani Türkiye'yi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak ve laik ve batılı bir cumhuriyet haline getirebilmek. Bazılarına göre bu amaç için geride kalan tek engel askerin kendisidir. Bu yüzden şu anda bu da tasfiye edilmektedir ve bunun üzerine nur topu gibi bir demokrasimiz doğacaktır. Bazıları ise temkinliler benim gibi ve henüz Türkiye'nın buna hazır olup olmadığından emin değiller. Hele de bunu islamcı bir iktidarın yapmasından son derece rahatsızlar. Bu yüzden Türkiye'de olan bitenler çok hassas ve çok önemli. Bundan sonra ABD'lilerin "uncharted territory" dediği, denenmemiş, tanınmamış bölgedeyiz. Benzeri görülmemiş bir döneme giriyor Türkiye. Birşeyler ters giderse ordunun gelip her şeyi hizaya sokacağı umudu vardı hep Türkiye'de. Artık bu dönem sona eriyor olabilir. Eğer böyle olursa da bu çok korkutucu bir durum olur pek çoğumuz için, çünkü bu durumda AKP'ye kimin dur diyeceği, ve ülkeyi totaliter bir polis devleti haline getirmeye kalkarlarsa, ki şu anda zaten aşağı yukarı öyle sayılır Türkiye, bunun sonunun ne olacağı ve bu duruma kimin dur diyeceği bir merak konusu. Halk halinden memnunsa kime ne mantığı da burada işlemez, çünkü antidemokratik bir rejimden memnun olan halk kesimleri olsa da, memnun olmayan önemli bir kesim de olacaktır. Onların haklarının korunması ise çağdaş bir demokraside çok önemli bir gerektir. Bu gidişle İran'a git gide daha da benzeyeceğimizden korkarım. Endişem odur. Neler olup biteceğini hep birlikte göreceğiz. Not: Yukarıdaki yazı, 26 Şubat 2010 tarihinde, o günlerde çok sayıda askerin AKP hükümeti tarafından tutuklanması olaylarının üzerine yazılmıştır.
  12. Karl Popper'ın Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitabında bahsi geçen, ilginç bazı fikirleri var siyaset hakkında. Bu yazıda Popper'ın bahsettiği demokrasi paradoksuna değineceğim. Demokrasi paradoksu, demokrasiye inanmayan ve demokrasiyi engellemeye niyetli fikirlere de demokraside izin verilmeli mi, onlara da demokrat davranılmalı mi sorusuyla ortaya çıkan bir paradoks. Öyle ya, sonsuz bir demokrasi mümkün değil. Yoksa Nazi partisi gibi demokrasiyi yok edecek kimselere imkan verirseniz, ortada demokrasi falan kalmaz. Demokrasi ancak demokrasiye aykırı rejimlerin engellenmesi ile mümkündür ve ancak o sayede yaşayabilir. Bu demokrasi paradoksunun tek olası çözümüdür. Bunun daha açık bir biçimi hoşgörü paradoksu. Yani hoşgörüsüzlüge de hoşgörü gösterilebilir mi sorusundan çıkan paradoks. Hoşgörü, ancak sana da hoşgörü gösterenlere gösterilebilir. Dolayısıyla, demokrasi paradoksundaki aynı mantığı açıklayan birbaşka örnek bu. Kısacası, bu bakış açısı, açık toplumun düşmanları karşısında felsefi açıdan ve demokrasi açısından tutarlı bir eyleme girişebilme imkani veriyor bize Popper'a göre. Bu darbecilerin bir darbeyi meşru göstermesine dayanak olarak kullanılabilecek bir argüman. Tabi o zaman kimin demokrasiye engel teşkil ettiğini kim tespit edecek sorunu var ki Popper'a göre bu çözülebilir bir problem. Ama ben emin değilim. Yani aklı başında ve kültürlü insanlar topluluğu belki çözebilir böyle bir problemi ama siyaset herkesin söz söylemeye hakkı olan bir arenaysa, bu konunun kolay bir çözümü ortaya çıkmaz. İşte bence, işin birbaşka çetrefilli yönü de bu noktada. Yani demokrasiden ne anlıyoruz? Her vatandaşın kendilerini yönetecek kişileri seçmede söz hakkı olduğunu düşünüyoruz ve herkese bir diğer kişiyle eşit bir oy hakkı veriyoruz. Bu ne kadar adil ve ne kadar ideal bir sistemdir? Bence tartışılır. Herkesin siyasi konularda karar vermede eşit derecede yeteneği ve görüş gücü olacağını düşünmek bence safca olur. Günümüzde, araba kullanmak için bile önce bir sınav geçip ehliyet almanız gerekir. Önce belli konuları öğrenmeniz, sonra bunları öğrendiğinizi sınav yoluyla kanıtlamanız gerekir. Ancak ondan sonra size araba kullanma sertifikasi, yani ehliyet verilir. Bir okulda öğretmenlik yapmadan önce aynı şekilde, önce gerekli egitimi almanız beklenir, sonra sınavlardan geçip öğreteceğiniz konuda yeterli olduğunuzu kanıtlamanız ve oğretmenlik için gerekli diğer vasıflara da sahip olduğunuzu (örneğin pedagoji eğitimi) belgelemeniz, vs gerekir. Ancak bundan sonra başkalarına birşeyler öğretme hakkı verilir size. Bir sertifika ya da lisans almadan tamircilik, elektrikçilik, vs bile yapamazsınız. (En azından gelişmiş ülkelerde böyle bu). Peki nasıl oluyor da ülkeyi kimlerin yöneteceğine karar vermek gibi son derece önemli bir konuda, insanların tümü, bu konuda karar vermeye ne derece ehliyetleri olduğuna bakılmaksızın aynı derecede söz hakkına sahip oluyor? Bence günümüz siyasetindeki ve günümüzde anlaşılan şekliyle demokrasideki temel problemlerden biri bu. Hem seçilenler, hem seçenler sertifika almalıdır. Ancak bu sertifikaya sahip olanlar seçme ve seçilme hakkına sahip olmalıdır. Özellikle seçilecek kişilerde bu daha da önemli bence. Milletvekilliği vasfina hiç sahip olmayan kişilerin sikça meclise seçildiğini hep duyar, okuruz ve hatta kendimiz tanık oluruz. Milletvekillerinin aday olmadan önce yeterliliklerini kanıtlayan bazı sınavdan geçmelerinin gereği bence çoğu kişinin nispeten daha kolay şekilde katılacağı bir fikir. Fakat ben bunu daha da öteye götürüyorum ve diyorum ki, oy kullanmak isteyen de belli bir eğitimden geçmeli ve sertifika almalıdır. Bunu demokrasiye ve temel insan haklarina aykırı görenlerinize, yukarıda bahsettiğim diğer pek çok günlük etkinlikte sertifika ya da lisans alma zorunluluğunu demokrasiye aykırı görüp görmediklerini sormak isterim. Canı isteyen herkesin hemşirelik yapamaması, ancak bu konuda kendini kanıtlamış kişilere hemşirelik hakkı verilmesi, nasıl ki insanların hemşire olmasının yolunu tıkayan bir uygulama olarak görülmüyor ve demokrasiye aykırı addedilmiyorsa, aynı şekilde seçme ve seçilme hakkı da eğitime ve sertifikaya tabi tutulmalıdır diye düşünüyorum. Nitekim, oy kullanmak isteyen insanların önü tıkanmıyor bu uygulamada. Bu kişiler devletin bu konuda sağlayacağı eğitimi alıp, devletin düzenleyeceği sınavları geçtikten sonra oy kullanma hakkına sahip olacaklar. Bunun demokrasiye aykırı bir tarafı olacagını düşünmüyorum. Bu ideal bir çözüm müdür, tartışılır. Ama belki de günümüzde uygulanan şekliyle demokrasiden daha iyi bir çözüm olur, kimbilir. Bir denenmeden bilinmez. Bence birilerinin bu konuda girişimde bulunması gerek. Yoksa ortaya çıkan duruma bakın. İnsanlar akın akın AKP gibi bir partiye oy verebiliyor. Erk sahibi kesim ise, bu kadar oy almış bir partinin kapatılması uygun mudur değil midir gibi bir ikilemin içinden çıkamıyor. Naziler de oy ile geldiler başa zamanında, pek çok başka totaliter rejim de. Örneğin Iran devrimi de halk desteğiyle güçlendi. Halkın kendisi için en uygun yönetimi başa getirmede çok başarılı olmadığını görmemiz gerek. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Turkiye'de zaten güncel olarak yaşıyoruz bunu. Tabi halkın elinden kendini yönetecek insanları seçme hakkını tümden almak da doğru değil. Tarih bunun yanlişlarını gösteren çok daha fazla örnekle dolu. Demokrasi kavramı günümüzde onun için bu kadar önemli. Fakat bu şekliyle demokrasi en uygun, en başarılı siyasi sonucu üretmiyor. Kimbilir, belki de en ideal yönetim biçimi demokrasi değil, zamanında Platon'un önerdiği türde bir bilgeler topluluğu tarafından yönetilen devlet modelidir. Platon, filozoflar tarafından yönetilen bir devlet hayal etmişti. Bir tür ütopya. Burada bahsettiğim ikilemleri gündeme getirip en uygun çözümün böyle birşey olacğına karar vermişti. Tabi onun o zaman filozof dediğine, biz bugün aydın kesim, profesörler, uzmanlar, siyaset, bilim adamları, vs diyebiliriz. Ya da ne deriz bilmiyorum. Ama belki de son karar merci olarak bu tür bir ekip oluşturulmalı. Ülkenin en üst beyinleri toplanmalı bu kurum bunyesinde ve ne zaman ortaya AKP kapatılsın mı kapatılmasın mi gibi ikilemler çıksa, bu kişilerin fikri son söz olmalı. Tabi bu da çözüm değil. Sonuçta o kişileri oraya kim getirecek? Kim koyacak? Fakat belki de bu ekip, kendi yeni üyelerini kendisi seçen bir ekip olarak tasarlanabilir. Böylece de dişarıdan gelecek siyasi müdahalenin dişinda tutulmus olunur nispeten. Bunlar ne kadar gerçekçi fikirlerdir, tartiışılır elbette. Bunların ideal çözümler falan olduğunu iddia etmiyorum. Ama bu tür konularda düşünürken ortaya çıkan "beyin firtınası" tabir edilen düşünce silsilesinin sonucunda aklıma gelen çeşitli fikirlerden örnekler bunlar. En azından üzerlerinde düşünüp kafa yormaya değer diye düşündüm.
  13. Bu konu eskiden beri hep kafamı kurcalamıştır. Yaşadığım ülke olan ABD'de cumhuriyetçi partiyi destekleyen ve muhafazakar olduğu bilinen Fox haber kanalı tüm kanallar arasında izlenme açısından 5. sırada. Bunun yanında daha tarafsız kabul edilebilecek CNN sanırım 25. falan. Daha liberal kabul edilebilecek MSNBC ise 50'lerde. Türkiye'de de eskiden beri hep benzer durum dikkatimi çekmiştir. Laik kesim ve sol partiler halka ulaşmada zorluk çeker. Söyledikleri dinlenmez, dinlense de anlaşılmaz. Zaten insanlar dinlemeye bile önyargılı başlar. Bir lafı aydın, hafif solcu veya din karşıtı veya laik biri söylese daha lafın tamamını duymadan kafalarda bir direnç oluşmuştur. Ancak söylenen gerçekten çok doğru ve karşı çıkması çok zor birşeyse ister istemez kabullenilir, aksi takdirde söylenenin altında bir yanlışlık veya geçersiz bir nokta aranır. (Ortalama vatandaş açısından konuşuyorum). Yani daha baştan bir antipati var pek çok durumda. Fakat aynı lafı muhafazakar kanattan biri söylesin, çok daha kolay kabullenilir. Zihinlerde bir direnç oluşmaz ve hedef kitleye ulaşmak daha kolay olur. Hemen hemen her zaman aydın, laik ve ilerici kesimin dedikleri aslında daha doğru, daha bilimsel ve daha geçerli olmasına rağmen bu durum neden böyledir? Neden aydınlar insanlara ulaşamaz, fakat yarı cahil bir muhafazakar çok daha kolay ulaşır? Hatta olay daha da ilginç. Örneğin, sağ partilerin politikaları genellikle zenginleri daha zengin eder, orta sınıf ve alt sınıfa pek fayda getirmez. Sol partilerin politikaları ise orta ve alt kesimi daha fazla kollar. Fakat buna rağmen, sağ partiler genellikle daha çok oy alır. İşin içinde derin bir ekonomik analiz olsa ve insanlar 'zenginler işverenlerdir, onların lehine olan politikalar ekonominin daha iyileşmesini sağlar, bu da benim de yararımadır' gibi bir mantıkla olaya yaklaşıyor olsa meseleyi anlamak daha kolay. Ama çoğu ortalama insanın bu tarz bir analiz yapması düşük bir ihtimal. Bazıları, sağ partilerin politikalarını savunan politik yorumculardan duydukları şekliyle bu tür gerekçeleri dile getirirler bazen politik tartışmalarda, fakat normal olarak kararlarının altında bu tür analizler bulunduğuna inanmak güç insanların. Bunlar daha çok bahane olarak söyledikleri şeylere benziyor. Yani durum tersi olsaydı, mesela sol partilerin politikaları zenginlere yarıyor, sağ partilerinkiler orta ve alt sınıfa yarıyor olsaydı, büyük ihtimal işleri daha kolay olacaktı bu kişilerin, bu sefer bu tür gerekçeler sunmalarına da gerek kalmayacaktı, daha kolay ve doğrudan sağcılara destek verebileceklerdi. Yani insanların muhafazakarları tercih etmesinin altında başka faktörler yatıyor gibi gözüküyor ve aydın kesimin halka nasıl daha kolay ulaşabileceğini anlamak açısından bu faktörlerin anlaşılması bence çok önemlidir. Geçenlerde bir yerde "Why people vote republican?" (İnsanlar neden cumhuriyetçilere oy verir) diye bir makale okumuştum. Buna benzer bir konuyu işliyordu. Yazarın fikri, demokratların ve liberallerin daha çok akıl, bilim ve rasyonelliğe vurgu yapmaları, muhafazakarların ise toplumu bir arada tutan ve toplumu toplum yapan değerlere daha çok vurgu yapmaları ve bu değerleri daha iyi kullanmalarına bağlıyordu durumu. Yani bizde 'vatan, millet, sakarya' edebiyatı denen şeyi veya dinin birleştirici gücünü muhafazakarlar daha iyi kullanıyor bu yazara göre. Çünkü diğerleri daha rasyonel, ve bu tür edebiyatta rasyonel bir taraf yok. Yani ilericiler insanların üst beyin fonksiyonlarına hitap eden söylemler getiriyorlar, diğerleri ise insanların duygusal ve irrasyonel yönüne daha fazla hitap ediyorlar. Ortalama bir vatandaş ise yeterince rasyonel bir birey olmadığı için, muhafazakarların söylemlerinden daha fazla etkileniyor. Bu gerçekten de açıklamanın bir parçası olabilir ama eksik gibi geliyor bana. Yani insanlar gerçekten bu kadar mı akıl, mantık ve bilime uzak? Olay bu mudur? Yoksa işin içinde başka şeyler de var mı? Mesela muhafazalarların savundukları ekonomik politikaların gerçekten topluma daha refah getiren politikalar olması ve insanların da bunu bir şekilde seziyor ve bu yüzden onlara destek veriyor olmaları mümkün mü? Yani olay cehalet değil, tam tersi kendi menfaatine dair derin bir sezgi olabililir mi? Yani insanların tepkilerinin derin bir analize dayanmadığı açık ama evrimsel süreçte kendi menfaatini kollamaya programlanmış insan beyinlerinin farkında olmadan sezdikleri birşeyler mi var acaba? Tabi bunu iddia etmek, sağ politikaların ekonomi için daha iyi olduğunu iddia etmektir ki öyle bir kabul yapmak da aslında tartışmalı birşey tabi. Bu kabul, genellikle sol politikaların büyük sosyal projelere daha fazla para ayırması ve sağlık, emeklilik, işsizlik sigortası, vs gibi konulara önem vermeleri sebebiyle ekonomiyi asıl pompalayacak sermayedar kesimin finansmanının azalmasına sebep olması gibi bir gerekçeye dayandırılabilir. Ama öte yandan, bu sosyal politikalara fazla para harcamasa da, verdikleri başka kararlarla sağcı partilerin ekonomiye zarar vermeleri mümkün ve çok karşılaşılan bir durum. Örneğin ABD'de son 20 yıldır ne zaman cumhuriyetçiler başa gelse ülkenin borcu artar, dış ticaret açığı ve bütçe açığı yükselir, ne zaman demokratlar gelse ekonomide iyileşme gözlenir. Yani sağcıların ekonomi politikaları daha iyidir belki diye bir açıklama yapmak da kolay değil. Türkiye açısından belki bu durum biraz daha gerçeğe yaklaşabilir, çünkü Türkiye'deki sol siyaset karma ekonomiden kalma mentaliteyi hala az çok taşıdığı için belki çağın eğilimi olan serbest piyasaya bizim sol partilerin yönelmesi daha yavaş ve problemlidir diye belki açıklanabilir durum Türkiye açısından. Fakat ABD'yi düşündüğünüzde olay karışıyor. Ayrıca, ekonomi açısından, ekonomiyi daha hızlı büyütecek ve ülkenin gayrı safi milli hasılasını arttıracak, vs politikalar ille de her zaman en iyi ekonomik politikalar anlamına gelmeyebilir. Yani bir an farzetsek ki, gerçekten de sağ politikalar ekonominin daha hızlı büyümesini sağlar, bir ekonominin sağlığı ve insanların memnuniyeti sadece gittikçe artan toplam gelir değil, aynı zamanda daha gelişmiş sosyal politikalardır ve bazen biraz frene basıp gününü değerlendirmek ve hayattan zevk almaya çalışmak daha önemlidir. Yani aslında sağ politikaların zenginleri, dolayısıyla tüm ekonomiyi daha hızlı zenginleştiren bir yönü olduğu açıklaması doğru olsa (dolayısıyla, fakir kesimin refahı bu artan zenginlikten kendilerine düşen küçük pay sayesinde artıyor olsa ve insanlar bunu bir şekilde farkediyor bile olsa) bile bu ekonomide uygulanacak en ideal politikaların bu tarz olduğu anlamına gelmez. Dediğim gibi, bazen hızlı ekonomik büyümeden biraz ödün verip, sosyal politikalara da ağırlık vermek daha mutlu ve daha refah içinde yaşayan bir toplum oluşturabilir, dolayısıyla daha tercih edilir olabilir. (Ki benim için mesela, öylesi daha tercih edilir). Yani insanların belki de sezgisel olarak ekonominin ve doğal olarak kendi menfaatlerinin daha fazla farkında olmaları gibi bir açıklama da bu noktada geçersizleşiyor gibi. (Zaten çoğu ortalama vatandaşın işin bu yönlerinin farkında olacağı veya konuya bu şekilde kafa yoracağı şüpheli). Çünkü insanlar gerçekten işin tüm bu yönlerinin farkında olsalar da, aslında sosyal demokrat politikaların tüm toplum açısından daha tercih edilir olması gayet olağan ve doğru bir bakış açısı olabilir, ve en azından bu tarz düşünenler ile diğer tür düşünenler arasında eşit bir dağılım olmalıdır istatistiksel açıdan. Fakat öyle olmadığına göre, asıl faktör başka birşey olmalı. Yani insanların muhafazakarlara daha az direnç göstermesi ve onların dediklerini daha kolay kabul etmesinin altında başka bazı faktörler olmalı. Muhafazakarların insanların beynine girmede daha başarılı olmasının başka sebepleri de var mıdır? (Mesela olay sadece din midir, dinin kullanılması mıdır?) Bu sebepleri öğrenip uygulayarak, diğer kesimin de halka daha kolay ulaşmaya başlaması mümkün müdür? Yoksa savundukları fikirler ve sahip oldukları değerler yüzünden bizde sosyal demokrat kesimin, ABD'de ise demokrat partinin halka muhafazakarlar kadar kolay ulaşması hiçbir şekilde mümkün değil midir? (ABD'de ancak 8 yıllık bir Bush tecrübesinden sonra demokratlar başa gelebildi ve buna rağmen oylar arasındaki fark yine az. Yani cumhuriyetçilerin oyları, demokratlardan daha az da olsa, yine de çok yakın onlara. Türkiye'de de sol partiler başa geldikleri zaman genellikle ancak koalisyon hükümetleriyle falan başa gelebiliyorlar. Yani diğerleri kadar oy alamıyorlar). Bu konudaki farkı yaratan faktörleri hala tam olarak çözemedim.
  14. Ben üniversite yıllarımda ve sonrasında sosyalist fikirlere yakın oldum. Şu anda kendimi daha çok sosyal demokrat olarak nitelendirmeme rağmen, içimdeki sosyalist fikirler hala sönmemiş durumdadır. Nasıl baktığınıza bağlı olarak, sosyalist diye nitelendirilebilirim bile belki hala. Marks'ın kapitalist sistem ile ilgili analizlerine ve tespitlerine katılırım. Bence objektif bir şekilde değerlendirildiğinde doğru olduğu çok açık görülebilecek tespitler onların pek çoğu. Fakat kapitalist sistemin kendi iç çelişkileri yüzünden zorunlu olarak çökeceği ve yerine sosyalizmin kurulacağı şeklindeki öngörüsü gerçekleşmedi Marks'ın. En azından şimdilik. Kapitalist sistem kendini yeniden üretmenin yolunu buldu hep ve buluyor sürekli. Özel mülkiyet, sermaye birikimine yol açıyor, Marks'ın öngördüğü gibi. Azınlığın elinde toplanan sermaye, çoğunluğu oluşturan emekçi yığınların daha da fakirleşmesine sebep oluyor. Fakirleşen emekçilerin alım gücü azalıyor. Emekçilerin alım gücünün azalması ise sermaye sahiplerinin kar oranlarının azalmasına sebep oluyor. Çünkü sermaye sahiplerine para kazandıran ve onların ürettiği mal ve hizmetlerin müşterisi olanlar, nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu emekçi kesim. Fakat Marks'a göre, bu tablonun göstergesi, zorunlu olarak bu krizin büyüyüp artık içinden çıkılamaz bir hal alması, sermayenin gittikçe daha az bir kesimin elinde, gittikçe daha fazla birikmesi ve emekçi yığınların hem sayı olarak daha da artması ve gittikçe daha da fakirleşmesi, eninde sonunda bir toplumsal patlama getirecekti Marks'a göre. Ve bu global bir gelişim olacaktı. Dünyanın dört bir tarafında sosyalist devrimler birbiri ardına patlak verecek ve dünya zorunlu olarak kapitalizmden sosyalizme geçecekti. Peki Marks'ın sistem ile ilgili eleştirileri ve tespitleri doğru gözüktüğüne göre hata neredeydi? Neden beklenen gelişme olmadı? Neden bunun tam tersi oldu? Burada bence iki olasılık var. Ya Marks haksızdı, kapitalist sistemin kendini yeniden üretme gücünü küçümsedi, bu gücün kapitalizmin iç çelişkisini dengeleyecek düzeyde olabileceğini görmedi, ya da haklıydı ve süreç Marks'ın öngördüğü doğrultuda ilerliyor, fakat onun düşündüğünden çok daha yavaş ilerliyor. Aslında bu olasılıkların her ikisi de Marks'ın kapitalist sistemin kendini yeniden üretme gücünü küçümsediğinin göstergesi. Marks, elbette ki kapitalizmin kendini üretme mekanizmalarını görmüş ve tespit etmişti. Birbiriyle rekabet etmek zorunda olan ve azalan kar oranlarını yükseltme baskısı hisseden sermaye kesimi, bunu aşağıdaki şekillerde yapabilirdi Marks'a göre: 1) Pazarı genişletmek, 2) Değişen sermayeyi azaltarak kar oranındaki azalmayı dengelemeye çalışmak (ki burada değişen sermayeden kasıt büyük ölçüde çalışanlara ödenen ücretlerdir, yani çalışanlara ödenen ücretleri azaltmak, veya onları daha uzun süre çalıştırmak -ki bu aynı kapıya çıkar- yoluyla masrafı azaltıp kar oranını arttırmak) 3) Yeni teknoljiler veya metodlar kullanarak verimliliği, dolayısıyla karlılığı arttırmak 4) Yeni pazarlar bulmak Fakat bunların hiçbirinin, kapitalist sistemin mevcut iç çelişkisini yenmeye yeteceğine inanmıyordu. Çünkü bunların kalıcı çözümler değil, probleme o an için yapılan yamalar olduğna inanıyordu. Nitekim pazarı genişletseniz bile, sonuçta dünya sınırlı bir yerdir ve sonsuza dek pazarınızı genişletemezsiniz. Ya da çalışan ücretlerini ilelebet azaltamazsınız. Sömürüyü ilelebet arttıramazsınız. Yeni teknolojiler ve yeni pazarlar ise probleminizi bir yere kadar çözer Marks'a göre. Sonunda sistem çökmek zorundadır. Bu yüzden de kapitalizmin en ileri aşamasından sonra, zorunlu ve geri dönüşümsüz olarak sosyalizm gelecektir Marks'ın iddiasına göre. Fakat böyle olmadı. Kapitalist sistem kendini üretip duruyor. Yukarıda sıralanan yöntemlerin tümünü derece derece kullanıyor. Fakat bence bu yöntemler arasında Marks'ın değerini göremediği ve doğru değerlendiremediği özellikle 3 ve 4 numaralı maddelerdir. Ayrıca 1 numaranın da etkisini küçümsediğini düşünüyorum. Şu anda kapitalistler, çokuluslu şirketler yoluyla dünyanın dört bir tarafına uzanmış, yani pazarlarını alabildiğine genişletmiş durumdalar. Yeni teknolojiler ve bilimsel gelişimler ise, hem verimliliği ve karı Marks'ın bence tam doğru göremediği oranda arttırıyor, hem de yeni pazarlar oluşmasını sağlıyor. Yani Marks bence insan uygarlığındaki bu dinamizmi biraz küçümsedi, ona gerekli değeri vermedi. Bu faktörleri gördü, fakat yeterince ayrıntılı ve doğru bir şekilde değerlendiremedi. Nitekim bilgisayar ve otomasyon teknolojisi, kapitalistlerin hem karlarını arttırmış, hem de yepyeni iş kolları ve yepyeni pazarlar yaratmıştır. İleriye yönelik bilimsel ve teknolojik gelişim sürdüğü sürece ise, kapitalizmin kendini bu yolla üretme şansı bulması ve bu sebeple de sistemin kendini sürekli devam ettirmesi ciddi bir olasılık bence. Bu olur mu olmaz mı, bu faktörler yeterli mi, sermaye birikimini ve kitlelerin fakirleşmesini önleyebilir mi, bunlar ayrıca incelenmesi gereken şeyler. Bana öyle geliyor ki, bu faktörlere rağmen sermaye birikimi dünyada hala devam ediyor ve sermaye sahiplerinin oranı dünya çapında gittikçe azalıyor. Yani bu durum süreci sadece geciktiriyor bir bakış açısına göre. Fakat bir de şu var ki, bu bahsettiğimiz yenilikler, sermayenin birikiminin zaman zaman el değiştirmesine de sebep oluyor. Her zaman sadece aynı kişiler zenginleştikçe zenginleşmiyor, aynı zamanda bazıları sermayelerini kaybediyor ve aralarına yeni zengiler de katılıyor. Örneğin bilgisayar teknolojisi çok ilginç bir yeni zengin sınıfı yarattı. Fakat sıfır toplamlı bir oyun olan ekonomide, bu kişilerin elinde biriken sermaye nereden geldi o zaman? Sadece el mi değiştirdi, ya da yine yığınların cebinden mi çıktı, yoksa kapitalizm zannedildiği gibi sıfır toplamlı bir oyun mu değil? Yani gerçekten de yeni değer yaratabiliyor mu? Bunların tümü ayrıntılı incelenmesi ve kafa yorulması gereken noktalar. Fakat bunlar bir yana, Marks'ın öngördüğü şekliyle kriz bir türlü keskinleşmedi, bir türlü sistemi yıkacak noktaya gelmedi. İleri kapitalist ülkelerden bahsediyorum tabi. Zaten Marks'ın üstünde durduğu ve sosyalizmin geleceğini düşündüğü yerler buralardı. Fakat dünya tarihine bakarsanız, adı sosyalist olan sistemlerin hiçbiri ileri kapitalist ülkelerde kurulmamıştır. Hemen hemen tümü kapitalizmden bir üst ekonomik sisteme geçmeye çalışan ülkelerde değil, feodalizmden sanayi toplumuna geçmeye çalışan ülkelerde kurulmuştur. Yaşanan şekliyle sosyalizm, sanayi toplumunun iki alternatif ekonomik modelinden biri olmuştur. Sanayi toplumları ya kapitalist, ya da sosyalist modeli seçtiler. Dolayısıyla, bu sosyalizmin, Marks'ın bahsettiği sosyalizmle bir ilgisi yoktu aslında bir bakıma. Tabi onlar da sosyalistti. Marks ve Engels'in önerdiği ilkelere göre yönetildiler. Üretim araçlarını kamulaştırdılar, ekonomiyi serbest piyasa yerine merkezi plan ile yönetmeye çalıştılar. Fakat bu sistemin işlemediği görüldü. Merkezi plana dayalı ekonomiler, serbest piyasaya dayalı olanlara göre çok daha aksak işledi, çarpıklıkları daha fazla oldu. Ayrıca serbest piyasa ekonomileri daha fazla zenginlik yaratabildiler. Gerçi bu nokta tartışmalı, çünkü bu fark kurulan sosyalist sistemlerin zaten fakir olan devletlerde kurulmuş olmasından kaynaklanabilir. Ya da kapitalist sistemdeki sermaye birikiminin yarattığı bir illüzyon olabilir kapitalist sistemin daha fazla zenginlik yaratması. Yani böyle bir iddiada ısrar etmeyeceğim. Fakat diğer noktalar geçerli. Yani merkezi plan ekonomileri, sonuçta halklarının ihtiyaçlarını gidermede yetersiz kaldı. Bu yüzden de yürümediler. Şimdi, bu şekliyle bakıldığında, Marks'ın kapitalizm eleştirisine katıldığımı, ama önerdiği sistem olan sosyalizmin, önerdiği biçim ve mekanizmalara dayanarak işlemediğini ve işleyemeyeceğini düşündüğümden, bu getirdikleri alternatife katılmadığımı söyleyebilirim. Yani, kapitalizm problemlidir, fakat alternatif olarak getirdikleri sistem daha bile bozuk çıktı benim bakış açıma göre. Fakat bu henüz hazır olmayan ülkelerde kurulmasından mı kaynaklandı, yoksa önerilen sosyalist sistemin içinde ve özünde mi bir aksaklık vardı, ondan emin değilim. Ya da belki işlememesinin sebebi, kapitalist sistemin henüz daha sonuna yaklaşmamış olması, ve zenginlik illüzyonu ve cazibesiyle insanları kendine çekmesiydi. Ya da işlememesinin sebebi belki de sadece sosyalist sistemlerin kurulduğu ülkelerin geri ve fakir olması yüzünden, ileri Batı kapitalistleriyle yapılan soğuk savaşın kaybedilmesiydi. Sebep her ne olursa olsun, sonuçta olmadı ve işlemedi. Bu şekliyle de tekrar dahi denense işlemesi mümkün değil. Fakat eğer Marks haklıysa, ve kapitalizmin iç çelişkisi insan uygarlığının dinamizmi ve teknolojik ve diğer yenilikleriyle üstesinden gelinemeyecek bir problemse, dolayısıyla sözkonusu kriz eninde sonunda gelecekse, belki o kriz sonunda kurulacak sistem, bu sefer kapitalizmi kullanıp tüketmiş ileri ülkelerde kurulacağından, belki de kalıcı olacaktır. Tabi o zaman kurulacak bu sistemin adı sosyalizm mi olacaktır, ya da sosyalizm bile olsa, şimdiye kadar anlaşılan ve uygulanan şekliyle bir sosyalizm mi olacaktır, bunları zaman gösterecek. Bu dönemleri (eğer gelirse) bizim neslimiz büyük ihtimalle göremeyecek zaten. Belki olsa olsa torunlarımız görür. Ya da dediğim gibi belki kapitalizm kendini üretme şansını ilelebet devam ettirebilecek bir sistemdir ve belki de bu yüzden sonu gelmeyecektir, kim bilir.
  15. Bir sosyal demokrat olarak, internetteki forumlarda sosyalistlerle yaptığımız tartışmalarda değindiğimiz konular ve sorduğumuz soruları bir özet olarak bu yazıda dile getirmek istedim. Sosyalistlerin bu devirde ciddiye alinabilmesi icin eskiden yaptiklarindan farkli seyler yapmalari gerek, eski soylemlerinden farkli soylemler getirmeleri gerek. Hep ayni seyi yaparsan, hep ayni sonucu alirsin. Eski model geleneksel solculuk ve onun sonucu uretilen turde sosyalizm basarisiz oldu, bunu kabul etmeleri lazim. Hatalarindan ders almayan, daha iyisini yapamaz. Bir sey ilk denemede en dogru sekilde yapilmaz. Cogu kez ikinci, ucuncu denemede de. Hele de konu koca toplumlari ilgilendiren sosyal projelerse, is daha da zor. Bu yuzden simdiye kadarki denemelerin basarisiz olmasinda utanilacak bir taraf yok. Utanilacak sey, bundan birseyler ogrenmemek, hala ayni kafayla, olaya ayni sekilde yaklasmaktir. Ayni yontemler, ayni teorik ve pratik temellerle. Ben sosyalist arkadaslarima sikca sunu soyledim: Teorinizi gozden gecirmeniz gerek, pratik yontemlerinizi gozden gecirmeniz gerek. Bu isle ilgili hemen hemen her seyi tekrar gozden gecirmeniz gerek. Sosyalist iktisadi gozden gecirmelisiniz, teorisinde yanlislar var cunku. Marks'in kapitalizmin temel celiskisi ve onun sonuclari uzerine ileri surdugu tezleri tekrar gozden gecirmelisiniz, cunku kapitalizm sanilanin aksine hic de kendini yok etmedi, icinden cikilamayacak bir krizle hic karsilasmadi. Buna gunumuz sosyalistlerinin getirdigi bir aciklama, dunyada yayilacak pazar kalmayinca, kapitalistlerin artik krizi onleyemeyecegidir. Bu dogru olabilir, olmayabilir, tartisilir. Ama sosyalistlerin kendileri icin cevaplamalari gereken sorular var. Mesela kapitalizmin kendi sonuna gelmesini mi bekleyecekler, yoksa bu sona onlar mi sebep olup daha bu asamada yikmaya calisacaklar? Hangisini yapacaklar, bunu hangi teorik gerekcelerle yapacaklar? Bunlari tespit etmeleri ve mantikli, gecerli teorik temellere oturtmalari gerek. Kapitalizm bu gidisle yuzlerce yil daha devam edecek gibi gorunuyor bana sorarsaniz. Ondan sonrasini ise hickimse tahmin edemez. Herseyden onemlisi, hep odaklanilan sey kapitalizmi yikmak. Iyi de yerine ne koyacaksiniz? Simdiye kadar hicbir sosyalistten, kapitalizm yikildigi takdirde yerine getirilecek alternatif sistemin isleyisine ait yeterli, ayrinti ve doyurucu aciklamalar duymadim. Simdiye kadarki sosyalist ulkelerde uygulanan sistemin iflas ettigi cok acik. O ulkelerin halklari buyuk bir ofkeyle sistemlerinden vazgecip, buyuk bir hevesle kapitalist sisteme sarildilar. Tekrar sosyalist bir ulke kuracaksaniz, her ayrintisini iyi tasarlamaniz ve eski yanlislardan kacinmaniz gerek. Ki simdiye kadar konustugum sosyalistlerden bu konularda yeterli derinlikte aciklamalar ve cozum onerileri duymadim. Bir kere, ekonomiyi kavrayislarinda sorunlar var. Emek-deger teorisini gozden gecirmeleri, arz ve talebin degerin olusumundaki etkisini daha iyi analiz etmeleri gerek. Merkezi plan ekonomisi islemiyor. Bunu gorup, ona baska alternatifler getirmeleri gerek. Kapitalist sistem iyi bir sistem degil. Ben sahsen sevmiyorum. Ama uygulanmis veya onerilen alternatifler arasinda umut vaadeden baska bir secenek de gormuyorum. Hele eski sekliyle sosyalizmin hic lafi bile edilmemeli artik. Su anki kapitalizm, butun sorunlarina ve olumsuzluklarina ragmen, dunyada simdiye kadar ornekleri gorulmus sosyalist rejimlerden daha iyi ve daha basarili oldu. Bu yuzden, sosyalistler tekrar ciddiye alinmak, halk tarafindan desteklenmek, yeterli oy almak ve ileride ciddi bir siyasi alternatif haline gelmek istiyorlarsa, once olaylara at gozluguyle bakmayi birakmalilar. Dunyayi, yakin tarihi, ekonomiyi, iktisadi, her seyi daha objektif ve ayrintili bir bicimde incelemeliler. Ondan sonra da simdiye kadar yapilmis hatalarla yuzlesip, eksikleri giderilmis, teorik yanlislari duzeltilmis, duyunca insanda "belki de olur, kimbilir, bir denemek lazim" izlenimi uyandiran, yani en azindan bu kadarini yapabilen bir alternatif getirmeleri gerek. Kendilerinden duydugumuz tipik soylemler, bu dediklerimi yapmaya yaklasmiyor bile.
  16. Toplum yapisindaki degisikliklere sinif savasimi sebep oluyorsa, o zaman sinifsiz olan ilkel komunal toplumdan sinifli toplumlara nasil gecildi? Kapitalizm kendi kendini mi yikacak? Yoksa sosyalistler mi kapitalizmi yikacak? Kapitalizm yikilacagi kivama gelmeden yikilmaya kalkisilmamali mi? Yoksa hangi noktasinda yikarsaniz yikin mubah mi? Ilk sosyalist deneyimlerin henuz olgunlasmis bir kapitalizmin mevcut olmadigi ulkelerde gerceklesmesini bazi sosyalistler neden sosyalizmin basarisiz olduguna bir gerekce olarak gosterirler mesela. O zaman, eger bu dogruysa olgunlasana kadar beklemeniz gerekir demektir. Peki o zaman su anda yapmaya calistiginiz nedir? Olgunlasmasini beklemeniz gerekiyorsa, simdi niye yikmaya calisiyorsunuz? Yok eger simdi yikmak mubahsa, o zaman neden basarisiz olan sosyalist deneyimleri "uygun ulkelerde gerceklesmedi" diye acikliyorsunuz? Nicel degisimin birikmesi her zaman nitel degisime sebep olur mu? Sebep oldugu durumlara da ornek verebilirim, sebep olmadigi durumlara da. Eger sebep olmadigi durumlar varsa, demek ki bu bir yasa degildir. Yildiz falidir. Uyan durumlari hatirlarsin, uymayanlari unutursun. Diyalektik de oyle. Uyan ornekleri el ustunde tutarsin, uymayanlari hasir alti edersin. (Her degisim tez, antitez, sentez sablonuna uymaz cunku). Bunlar goz boyama teorileri bana kalirsa. Bilimsellikle ilgileri yok. Ideolojik propaganda bunlarin pek cogu. Unutmayalim ki, dinden de bildigimiz gibi, insanlar sadece anlamadiklari seye inanir. Anladiklari her seyi sorgularlar. Tipik sosyalist bu felsefi aciklamalari falan derinlemesine bilmez. Sadece oyle seyler varoldugunu bilir. Ve de bunlarin cok derin, herkesin anlayamayacagi, sadece bu isin teorisyenlerinin vakif olabilecegi seyler zanneder. Aynen dincilerin kendi anlamadiklari Tanri meselesini ulemaya havale etmeleri gibi. Tartistigim pek cok sosyalistin dincilere benzedigini gordum. Bir dini birakip, bir baskasina sarilmislar. Ve de diyalektik materyalizm oyle iddia ettikleri gibi tumuyle materyalist bir felsefe degil. Icinde pek cok idealist unsurlar tasiyan bir dusunce bicimi bana kalirsa. Ornegin eskiden okudugum Vassily Krapivin'in 'Diyalektik Materyalizm Nedir?' isimli kitabinda, diyalektik materyalizme gore evrenin sonsuz oldugunu soyleyen bolumu okudugumda hayal kirikligina ugradigimi hatirliyorum. Bunun gunumuzdeki kozmoloji teorileri ile uyusmamasi bir yana, bu tur bir fikrin bir felsefe kitabinda yer almasini garipsemistim her seyden once. Evrenin sonu ve otesi ile ilgili fikirler metafizik degildir de nedir? Evrenin yapisi, buyuklugu ve varsa otesi ile ilgili yorumlari, bu konulara algilar ve olcum cercevesinde yaklasan bilime ve kozmolojiye birakmak daha dogru olmaz mi? Bu kitabi buyuk bir heves ve umutla okumustum zamaninda. Her konuya dinci, dogmatik, ilkel ve idealist yaklasan dusunce bicimlerinin hakim oldugu bir ulkede buyuyunce insan, bu tur bir kitaptan, yani konulara ve olaylara materyalist yaklasan bir kitaptan cok sey bekliyor. Bu yuzden buyuk bir heves ve umutla okumustum bu kitabi ama bende hayal kirikligi yaratmisti. Cunku dinlerin yaptigina benzer turde akil yurutmelere cok rastlamistim icinde. Mesela diyalektik diye birsey tanimliyor, ne oldugunu aciklamak icin ornek veriyor ve ondan sonra bir de bakiyorsunuz kitabin devaminda degisim denen herseyin bu prensibe uydugu ve diyalektigin degisimin temel yasasi oldugu kabulune dayali olarak konusuyor. Fakat herhangi bir yerde durumun bu olduguna dair bir delil vermiyor. Ya da benzer sekilde, nicel degisimin nitel degisime donusumu prensibini anlatiyor. Buna dair ornekler veriyor. Ama nicel degisimlerin nitel bir degisime donusmedigi durumlarin da olabilecegini gozardi ediyor. Isin bu kismini ortuyor. Analojileri kanit yerine koymak ve bir prensibi aciklamak icin analojilerden yararlanip, sonra da kanitlamis gibi davranmak dinlerde de cok rastlanan bir durum. Analoji ayridir, kanit ayridir. Analojilerden bazen konulari aciklamak icin yararlanilir ama analojilerin kendileri kanit degillerdir. Analojiler yoluyla ne oldugu acik hale getirilen prensipler ve bunlara dayali olarak dile getirilen iddialar, hala bagimsiz bir sekilde kanitlanmaya ihtiyac duyar. Kisacasi, diyalektik materyalizmde pek cok bilim disi, dogmatik ve yanlis kisim oldugunu dusunuyorum. Sosyalistlerin teorilerini modernize etme cabalari cercevesinde, bu tarz bir materyalizm anlayisindan da uzaklasmalarini, gunumuzun bilimsel (naturalist) materyalizmini benimsemelerini salik veririm.
  17. Uretim araclarinin mulkiyetini degistirince mesele kapanmiyor, yeni basliyor. Serbest pazar ekonomisinde 'fiyat' piyasa icinde kendiliginden olusur (arz-talep dengesi sonucu). Bir nevi otomatik pilota baglanmistir. Sosyalist ulkelerde ise bu is merkezi plan ile yapilmaya calisildi. Fakat islemedi ve islemez de. Yilda kac ayakkabi uretilmesi gerektigini, bunlarin kac tanesini ulkedeki hangi ayakkabi ureticisine urettirecegini her yil toplanip masa basinda mi kararlastiracaksin? Bu derece karmasik bir ekonomik sistem bu sekilde idare edilebilir mi? Nitekim edilemedi. Ayakkabi orneginde mesela, diyelim ki ulkede 1000 tane ayakkabi ureticisi atolye/fabrika var. Yillik ayakkabi ihtiacinin kac tane olacagini diyelim ki bir sekilde tespit ettin (ki dogru bir sekilde tespit edilmesine olanak yok), ondan sonra bu ayakkabi ureticilerinin uretim kapasitelerine ait elinde olan bilgiye dayanarak hepsi icin yillik bir kota belirledin. Ornegin bu ureticilerden, A ureticisi 100,000 tane uretecek o yil, B ureticisi 50,000 tane uretecek, vs. Sonra bunlari urettirdin ve bir sekilde tuketiciye ulastirdin diyelim. Ne olacak biliyor musunuz bu senaryoda? Birincisi, zaten ihtiyac dogru tespit edilemeyecek, ikincisi, ureticiler kar amaci gutmediginden, sadece kotalarini doldurmaya baktigindan, kaliteye onem vermeyecek (nitekim rus mallari kalitesiz olurdu genellikle, rusyada yapilan ampullerden satin alirdik, ucuz olurlardi ama hemen yanarlardi). Ustune ustluk, koca ulkeye bunu dagitacaksin ama dogru durust dagitamayacaksin. Bazi yerlerde insanlar magazalarda ayakkabi bulamazken, bazi yerlerde raflarda ayakkabilar curuyecek. Nitekim bunlarin hepsi oldu o ulkelerde. Kapitalist sistemde kar gudusu ve is piyasasinda kalma isteginin verdigi motivasyon, hem uretim kalitesini arttiriyor, hem arz talep dengesini saglayip urunun degerini belirliyor, hem de ureticinin elinde urun kalip kalmamasi sadece o ureticiyi ilgilendiren bir sorun oluyor, ayrica yokluk gibi bir problemle karsilasilmiyor. (Cunku rekabet yuzunden, birbirine rakip is adamlari, bir bosluk bulduklarinda hemen o bolgedeki pazara girmek istiyorlar). Yani asagi yukari her sey otomatik pilota baglanmis bir sekilde isliyor. Kar gudusu ve iflas etme korkusu iyi birer motivasyon araci midir? 'Iyi'den ne kastedildigine bagli. Motivasyon araci olarak gayet basarililar. Ama bu isin keske baska bir yolu olsaydi dedirtmiyorlar mi insana, elbette dedirtiyorlar. Fakat bu isin yolu her ne olursa olsun, yolu devletin bu ise el atmasi degil. Devletin islettigi hersey agir aksak yurur, curumusluk, kokusmusluk ve yozlasmislik icindedir genellikle. Yasadigim ulkede (ABD), ozel sirketlerden aldiginiz her turlu hizmet yuksek kalitedir, hizlidir ve tatminkardir. Ne zaman ki devlet tarafindan verilen bir hizmet ile karsi karsiyasiniz, o zaman yavaslik, burokrasi, dusuk kalite, karisiklik, yozlasmislik, vs gibi sorunlarla karsilasirsiniz. Bu duruma kendi ulkemizde de asinaligimiz var, degil mi? Bu hemen hemen her zaman boyle. Devletin islettigi isletmeler zarar ediyor, iyi yonetilmiyor, yavas isliyor, gereginden fazla eleman calisriyor ama yeterli is cikaramiyor, vs. Bunlari hepimiz bilir, gozlemleriz degil mi? Serbest piyasa ekonomisinde otomatik pilota baglanmis mekanizmalar, sosyalizmde 'manuel' calisiyor. Daha once de soyledim. Hep kapitalizmi yikmaya odaklaniyor, isin o kadariyla ilgileniyor sosyalistler. Ya sonrasi ne olacak? Asil mesele sonrasinda. Hala ellerinde dogru durust isleyecek bir sosyalist ekonomi fikri yok. Simdiye kadar konustugum tum sosyalistlerden tek duydugum kapitalist sistemin ne kadar kotu oldugu ve neden yikilip degistirilmesi gerektigi idi. Hicbiri bana yerine konulacak sistemin nasil isleyecegine dair ayrintilari tatminkar bir bicimde anlatamadi. Tek soylenen uretim araclarini kamulastirmak. Tamam, umut vaadeden bir prensip yakalanmis orada. Ama onunla bitmiyor ki. Iste ugrasilmasi gereken ayrintilarin bir kismindan cok kisa olarak bahsettim yukarida. Olay bundan cok daha karmasik, cok daha cetrefilli. Ayrica, denenen ornekler de basarili olmadi. Kendi halklarina illallah dedirttirdi bu uygulamalar. Bir piyasa sosyalizmi gerekiyor belki de. Yani fiyatlarin ve uretimin arz talep dengesine gore belirlendigi, fakat pek cok baska acidan sosyalizmin mentalitesini, yontemlerini ve amaclarini benimsemis bir sistem. Bazi piyasa sosyalistleri var bildigim kadariyla. Fikirlerini pek incelemedim. Firsat buldugumda bu tur fikirleri incelemek istiyorum. Sanki bu tur birsey gerekiyor cunku.
  18. Bir fikre aksi delillere bakmaksızın aynı şekilde inanmaya devam eden kişi dogmatiktir. Sosyalistlerin getirdiği pek çok ifadenin aksini gösteren göstergeler, ve yaşanmış gözlemlerden sosyalist fikirleri haksız çıkaran örnekler verilmesine rağmen, hala fikirler sanki hiçbirşey olmamış gibi aynı şekilde savunuluyorsa, bunu savunanlar dogmatik davranıyor demektir. Marks geri dönüşsüz bir biçimde sosyalizme geçileceğini söyledi ama geri dönüş oldu. Birkaç sosyalist ülke hariç hepsi geri döndü. Marks ileri kapitalist ülkelerde sosyalizmin kurulacağını söyledi ama tam tersi yeni sanayileşmeye başlayan ülkelerde kuruldu. Marks kapitalizmde ücretlerin gittikçe azalacağını iddia etti ama ücretler gittikçe arttı. Marksizme göre kapitalizmin krizi üretilenin tüketilememesinden olacaktı, çalışanlar gittikçe daha az kazandığı için tüketemeyecek, onlar tüketemeyince kapitalistler ürünlerini satamayacak ve zarar edecekti. Bu kapitalizmin temel çelişkisi idi ve kapitalizm bundan dolayı yıkılacaktı. Kapitalist sistem ile yönetilen ülkeler pek çok kriz yaşadılar ama çok azı bu şablona uyan bir kriz oldu. Pek çok krizde sebepler ve mekanizmalar farklıydı. Hatta krizlerin önemli bölümü, aşırı tüketim eğiliminden, elde olan reel değerlerin fazlasının tüketilmeye çalışılmasından kaynaklandı. Modern ekonomi bilimi, 'değer'i açıklarken Marks'ın emek bazlı değer anlayışını kullanmamaktadır, çünkü bu anlayışın değer'i doğru şekilde açıklayamadığı ve analiz edemediği açıktır. (Gerçek hayatta daha az emek verilerek yapılan bazı şeyler bazen daha değerli olabilmekte, ya da tam tersi çok fazla emek harcanarak yapılan şeyler çok değersiz olabilmektedir). Bununla bağlantılı olarak, artı değer sömürüsü denen kavramın, sermaye birikimini açıklayamayacağı da açıktır. Eğer sermaye birikimine artı değer sebep oluyor olsaydı, patronların hiçbir zaman zarar etmemeleri, hep kar etmeleri gerekirdi. Sömürecek işçileri olduğu sürece servetlerinin artması gerekirdi. Ama pek çok patron ve işyeri zarar etmekte, zamanla iflas edebilmektedir. İleri kapitalist ülkelerin ileri oluşunun geri ülkeleri sömürmesiyle açıklanıp açıklanamayacağı da şüpheli, çünkü buralarda üretilen değerin önemli bölümü ülke içinde üretilmekte, yurt dışından transfer edilmemektedir. Zaten sömürmeden önce, baştan ileri olmalıdırlar. Emperyalizm daha çok bir sonuca benziyor, sebebe değil. Ama bu konudan tam emin değilim. Başka ülkelerin sömürülmesinin sağladığı katkıların varlığı da açık. Sadece ülkeler arasındaki gelişmişlik farkını tek başına bu prensibin açıklayıp açıklayamayacağı şüpheli. Diyalektik materyalizm denen felsefede pek çok sorun var bir kısmını daha önce dile getirdik. Diyalektik kelimesi zaten çok anlamlı olarak kullanılmakta. Tek bir anlamı alınsa bile bu kavramın her değişimi açıklayamayacağı (yani değişimin ana ilkesi olmadığını), farklı tür örnekler de olduğu açıktır. Nicel değişimin nitel değişime sebep olması denen prensipte de sorunlar olduğunu dile getirdik daha önce. Hatta diyalektik materyalizmin evrenin sonsuz olduğunu iddia ettiğini, bunun yanlış olması bir yana, böyle bir ifadenin bir felsefede bulunmaması gerektiğini, çünkü bunun ampirik bilgi gerektiren bir yargı olduğunu söyledik. Alt yapı mı üst yapıyı belirler, yoksa üst yapı mı alt yapıyı şeklindeki tavuk yumurta probleminin marksizmde çözümsüz olduğunu söyledik. Toprak ağaları ile serflerin üst ve alt sınıfı oluşturduğu bir düzende savaşı serfler kazanamadıysa, burjuvazi ve proleteryadan oluşan bir düzende neden proleteryanın kazanması gerektiğini sorduk. Serfler ve toprak ağaları uzlaşmaz çelişkiyi temsil eden iki uç olması gerekirken, burjuvazi nasıl olup da diyalektik süreçteki toprak ağalarının zıttı olan kutup olarak gösterilmektedir diye sorduk. Burjuvazinin her nasılsa ortaya çıkan üçüncü bir sınıf olarak sınıf savaşının asıl galibi olduğu kabul edilse bile, buradan nasıl şu anki savaşı proleterlerin kazanacağı sonucunun çıkacağını sorduk. (Bu mantığa göre, bu durumda da üçüncü bir sınıf çıkmalı ve yeni düzende onlar başta olmalı ki aslında reel sosyalizmde bir bakıma bu oldu. Ama durum buysa o zaman bu devrim nasıl proleterya devrimi olur, ortaya çıkacak yeni düzene nasıl proleterya diktatörlüğü denebilir?). Sınıf savaşımı denen şeyin insanlık tarihinin gelişimini açıklamada yetersiz kalacağını söyledik. Çünkü sınıf savaşları hiçbir zaman alt sınıfları üste, üstleri alta geçirmedi. Alttakiler altta, üsttekiler üstte olmaya devam ettiler. Arada bir, üst sınıfın elinde bulunan gücün alt sınıfın desteği alınarak el değiştirmesine, yani gücün A grubundan B grubuna geçişine tanık olunduğunu, fakat bunun sınıfsal bir değişikliğe sebep olmadığını söyledik ki bu marksizmde tarihsel materyalizmden anlaşılan şey değildir. (Toplumlardaki kutuplu yapının hep devam ettiğini, değişen şeyin insan teknolojisi ve yaşam tarzından başka birşey olmadığını söyledik. Dolayısıyla, sınıf savaşımı denen şeyin toplumların gelişimini açıklayamayacağını savladık ama sosyalistlerden somut bir cevap alamadık). Toplumların değişimini sınıf savaşımı bazında açıklamayan tüm teorileri idealist bir tarih anlayışı olmakla itham etti bazı sosyalist arkadaşlarımız. Materyalizmi de tekellerine almak istediler. Halbuki, kendisi materyalist olan bilimde, toplumların gelişimi sosyoloji ve antropoloji gibi alanlarda marksizmin o 'sınıf savaşımı' kavramı kullanılmadan açıklanır ve bilimin materyalist olduğuna kimsenin itiraz edeceğini zannetmiyorum. Tek materyalist açıklamayı kendi bakış açıları kabul eden, başka tür bir materyalist düşünceyi mümkün görmeyen arkadaşların bakış açılarını elbette dogmatik olarak nitelendireceğiz. Daha pek çok örnek verilebilir. Ama bu kadarı ne kastettiğimi anlatmak için yeterlidir bana göre.
  19. Benim tahminim, rejim karsitlari ve sosyalistler boyle kendi hallerinde debelenirken, yeni ve daha gelismis ekonomik sistem, kapitalist ekonomi icinde kendiliginden sekillenecek, ortaya cikacak. Dogal bir sekilde. Kapitalizmin evrim gecirmis bir hali olarak hem de. Bence bu tur egilimler bati dunyasinda baslamis bile sayilir. Kuzey Avrupa ulkeleri zaten nispeten benim hayal ettigime yakin bir duzen icinde yasiyor. Kapitalizmin en cetin savunucusu ABD'de bile Obama ile birlikte politikalari biraz daha merkeze cekme egilimleri basladi. Bence gunumuzun kapitalist ekonomileri, evrimsel bir degisimle nispeten icinde yasanilabilir birer sosyal sistem haline gelecekler. Ornegin benim hayal ettigim sosyal sistemde en dipteki insanlara bile devlet eliyle kalacak yer ve yasamaya yetecek kadar yiyecek saglanacak. Yani evsizlerden, issizlerden bahsediyorum. Oyle ki, en sanssiz konumda dunyaya gelmis bir insan bile ucretsiz egitimden yararlanabildigi gibi, ucretsiz kalacak yer ve yiyecek imkanindan da yararlanacak. Cok dusuk masrafli, belki prefabrik evler yapilacak bu kisiler icin. Kendilerine kuponlar dagitilacak ve bu kuponlarla yasamlarini devam ettirmelerine imkan verecek duzeyde yiyecek edinebilecekler. Saglik kurumlarina gittiklerinde, kendilerine ucretsiz bakilacak. Ama bu hizmetler mumkun oldugunca az masrafli ve gerekli olan minimum duzeyde tutulacak, cunku boyle bir sosyal projenin maddi yuku cok agir olur. Gelir durumu musait olmayan ailelerin sahip olabilecegi cocuk sayisi konusunda kisitlama getirilmeli ornegin. Demokrasiye aykiri oldugu dusunulse de, Cin'de uygulanan turde bir nufus kontrol yonteminin ben fakir ulkeler icin faydali olacagini dusunuyorum. Nufusu bu sekilde kontrol etmek de, bu bahsettigim ekonomik projenin maddi yukunu hafifleten bir etken olacaktir. Hatta nufus kontrolu yapilmazsa, bu proje mumkun bile olmaz. Kuzey Avrupa ulkelerinde mecvut issizlik sigortasi sistemi suistimal ediliyor. Su haliyle onu da dogru bulmuyorum. Askerde tanistigim, Hollanda'da yasayan turklerden biri olan bir arkadas vardi. Issizlik sigortasi ile geciniyor ve 3-4 tane cocuk okutuyordu. Bilerek calismiyordu, calissam da ayni parayi veriyorlar, niye kendimi yorayim diyordu. Is bulman konusunda baski yapmiyorlar mi diye sordugumda ise, arada bir soruyorlar is arayip aramadigimi ama ben is ariyor gibi gozukup, o sorgulamayi atlatiyorum diyordu. Yani benim bahsettigim turde bir sosyal hizmette, insancil yardim adina yardimin dozu kacirilirsa, ortaya boyle carpikliklar da cikiyor. Bu da haksizlik cunku. Haril haril calisip, hem kendi masrafini, hem de ekonomideki bu tur kisilerin masraflarini cikaranlara haksizlik var burada da. Cunku calisanlardan alinan vergilerle veriliyor bu hizmetler. Bu yuzden, benim hayal ettigim sistemde, verilecek yardim hayatin devamina minimum duzeyde yetecek olan, fakat daha iyisi icin insani birseyler yapmaya ve calismaya itecek duzeyde rahatsizlik veren bir sistem olmali. Buyuk servetlerin aynen bir sonraki nesile miras birakilmasina da engel olunmali bu sistemde. Birakilabilecek mirasin bir ust limiti olmali ornegin. Boylece, mirasyediler omurboyu aldiklari mirasla krallar gibi yasama imkani bulamamali. Aldiklari miras, eger kendileri calisip uretmezlerse, onlara ancak belli bir sure yetmeli. Bu tur duzenlemeler, bir sekilde yapilabilirse, bati ulkelerindeki turde bir kapitalist ekonomi aslinda iyi kotu cekilir bir hal alir. Benim dedigim duzenlemeler hala sistemi ideal bir hale getirmez, hala pek cok haksizlik olur ama en azindan haksizliklar biraz daha cekilir duruma gelir. Tabi butun bunlar gorunur bir gelecek icin gecerli seyler. Aradan 1000 yil gectikten sonra da insanligin bugun bilip gordugumuz turde sistemler tarafindan yonetilecegini dusunmek de saflik olur. 1000 yil sonrasinin ekonomik ve siyasi sistemi, elbette ki cok farkli olacaktir. Adi sosyalizm mi, kapitalizm mi, yoksa baska birsey mi olur bilinmez o sistemin ama muhtemelen bugun aklimiza gelen cozumlerin hepsinden daha iyi olacaktir.
  20. Felsefede çok sorulmuş ve üzerinde çok düşünülmüş bir soru bu. Martin Heidegger'e göre bu felsefenin en temel problemidir. Hiçbirşeyin olmadığı bir durum hayal edilebilir mi? Dikkat ederseniz, bu tür bir sonuç çıkarabilmek için kullanmak durumunda kalacağınız herhangi bir gözlem bile bu durumunun geçersizliğini gösterecektir, çünkü ister istemez 'hiçbirşeyin olmaması' tespitini yapan bir gözlemci gerekecektir. Yani hiçbirşeyin olmaması durumunda bile bunu diyen bir gözlemci, yani birşeyler vardır. Hiçbirşeyin varolmaması durumu hayal dahi edilemez. Hiçbirşeyin olmaması durumunu en basit, en doğal durum olarak görmek istemiştir pek çok filozof, bu yüzden neden birşeyler olması gerektiği üzerinde kafa yormuşlardır. Halbuki, ilk anda doğal gelen bu bakış açısının tam tersini iddia eden fikirler de vardır. Örneğin, bir loto çekilişini düşünün. 6 milyon bilet olsun ortada. Bu biletlerden herhangi birinin kazanma olasılığı bir diğerine denktir. Fakat eğer boş dünya bu biletlerden sadece biriyse, diğer dünyaların tümü dolu dünyalar olmalıdır bu bakış açısına göre ve boş dünya olasılığı dramatik bir biçimde azalmaktadır. Peter van Inwagen'in (1996) önerdiği bu istatistiksel bakış açısı, durumu tam tersine çevirmekte ve asıl birşeylerin varolduğu dünya fikrini diğer duruma göre çok daha olası görmemiz gerektiğini ileri sürmektedir. Eski dönemlere bakarsak, örneğin rasyonalist filozof Leibniz, bu soru üzerine düşünürken, kendileri gerçekte varolmayan sanal varlıklar tanımlamış ve bu mümkün şeylerin gerçek şeyler haline gelebilmek için rekabet halinde olduklarını hayal etmiştir. Birşey, varolabilmek için başka şeylerle ne kadar rekabet etmek zorundaysa, kendisinin gerçek haline gelmesini engelleyecek başka bir şey tarafından engellenmesi de o kadar büyük olasılık olacaktır. Fakat bu bakış açısı, Leibniz'in kendisinin de gördüğü gibi, hiçbirşeyin varolmadığı veya varolmaması gerektiği fikrine götürür bizi. Bu yüzden Leibniz sormuştur, neden birşeyler var öyleyse diye. (Birşeylerin neden varolduğu konusunda kendi açıklaması muhtemelen Tanrı olacaktır bu konuda tabi). Felsefedeki materyalizm ve idealizm ayrımına aşina olanların göreceği gibi, Leibniz'inki idealist bir bakış açısıdır. Ve aslında bu tür bir bakış açısının yaratacağı düşünsel tuzağı çok güzel ortaya koymaktadır. Bazı filozoflar 'neden birşeyler var' sorusunun cevapsız olacağını düşünmektedir, çünkü birşeyin varlığını, varlıksal referanslar kullanmadan çıkarsamak gerekmektedir bu soruyu istenilen şekilde cevaplayabilmek için. David Hume, herşeyi toplu olarak belki açıklayamasak da, tek tek şeyleri açıklayabileceğimizi söyleyerek bu soruyu cevaplamanın imkansızlığına teselli olacak bir tespitte bulunmuştur. Bir empirist (ve materyalist) olan Hume, herhangi birşeyin varlığının sadece zihinsel muhakeme ile bulunamayacağını ortaya koymuştur. Rasyolanist filozoflar (ki idealisttirler) bu konuda cok daha iyimser olmuşlar ve pek çoğu örneğin Tanrı'nın varlığı için a priori kanıtlar önermeye çalışmışlardır. (Bu tür bir çabanın boşa kürek çekmek olacağı, çünkü sırf zihinde yapılan muhakemelerle Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışmanın, kedinin kendi kuyruğunu kovalamasına benzer bir şekilde, başladığı yere dönen ve baslangıçta içerdiği gizli kabulleri dönüp dolaşıp kanıt diye sunan döngüsel bir düşünce biçimi olacağı bugün çok daha net bir biçimde anlaşılmaktadır. Bu tür bir varlık ile ilgili yargıya varabilmek için dıştan gelen veri kullanmak gerekmektedir). Yokluktan çıkarak varlığı açıklamak, varlıksal öğelere referansta bulunmadan varlığı açıklamaya çalışmak şeklinde paradoksal bir çaba olduğundan, genellikle içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Halbuki, yokluk durumunun dogal durum olarak kabul edilmediği bir bakış açısı benimsendiğinde, yani varlıktan başlandığında, (materyalist bakış açısı), evrende olan biten sadece varlıkların dinamik bir şekilde bir şeyden başka birşeye dönüşümü olarak görülecek, mutlak yokluk durumunu hayal etmenin imkansızlığı ile boğuşmak durumunda kalınmayacaktır. Dolayısıyla, yokluğu temel alıp, varlığı ondan türetmeye çalışmak ne şekilde yapılırsa yapılsın boş bir çabadır. Son olarak, neden birşeyler var sorusuna bir de modern fizik açısından bir cevap verelim. Fizikçi Victor J. Stenger'e göre, hiçbirşey olmaması yerine birşeylerin olmasının sebebi, hiçbirşey durumunun, yani mutlak boşluğun 'kararsız' olmasıdır. Parçacık fiziğinde iki çeşit parçacık tanımlıdır, fermion'lar ve boson'lar. Şu anki evrende boson'lar fermion'ların yaklaşık milyar katıdır. Big Bang'in başlangıcında fermion ve boson'ların eşit olduğu bir vakum hayal edebiliriz diyor kendisi. Nitekim, evrenin oluştuğu vakum eğer süpersimetrik ise, bu beklenen birşeydir zaten kendisine göre. Bildiğimiz evren, bu süpersimetrik yapının kırılması ile oluşmuş olmalıdır. Peki neden birşeyler vardır? Çünkü Stenger'e göre, birşeylerin varolması, daha doğal, daha kararlı bir durumdur ve daha olasıdır da onun için. Hatta bir hesaplamaya göre hiçbirşey durumuna göre birşey durumunun olasılığı iki kattan daha fazladır. Doğada bu durumun, yani, basit durumların kararsız oldukları için daha karmaşık durumlara dönüşme eğiliminin pek çok başka yerde de gözlendiğinden söz etmektedir Stenger. Örneğin kar taneleri örneğini vermektedir. Bildiğimiz kar kristalleri, kolay bozulan şeylerdir elbette ama bu daha çok bu kristallere evrenin geneline göre çok daha yüksek olan sıcaklıklarda tanık olduğumuz içindir. Ortam sıcaklığının buzun erime sıcaklığının çok daha altında olduğu durumlarda kar kristalleri bozulmadan kalacaklar ve yapılarını bozmak için enerji gerekecektir. Stenger'e göre bu örnek, pek çok basit sistemin kararsız olduğuna, ömürlerinin sınırlı olduğuna ve daha düşük enerjili kompleks yapılara doğru kendiliğinden faz dönüşümüne yatkın olduklarına dair bir örnektir. Evrenin kökeni ve Big Bang'in sebebine ait popüler teorilerden biri, Stenger'e göre, vakumun kendiliğinden daha düşük enerjili ve daha kompleks bir duruma faz dönüşümü gerçekleştirmesidir. Bu fizikte 'sponteneous phase transition' (kendiliğinden faz dönüşümü) denen ve bilinen bir kavramdır. Yani Stenger'e göre, hiçbirşey olmamasından ziyade birşeyler vardır, çünkü birşeylerin olma durumu daha kararlı, daha olası ve daha doğal bir durumdur. Hiçbirşeyin olmaması durumu ise her an simetri kırılımı yoluyla faz dönüşümüne açık, daha kararsız bir durumdur.
  21. Maddenin varolmadığı ve dış dünyanın yanılsama olduğuna dair öznel idealist fikirlerin ilginç tarafı bu iddiaların yanlış olduğunu neredeyse kesin olarak bilmenize rağmen, bunu göstermenin çok zor olmasıdır. Hatta maddenin varlığı ve dış dünyanın gerçekliğini kanıtlamak neredeyse imkansız derecede zordur. Fakat güzel haber, maddenin illüzyon olduğunu ve dış dünyanın gerçek olmadığını iddia eden bu öznel idealist fikirleri kanıtlamak da imkansızdır, hatta bu iddiaları ortaya koyan akıl yürütmenin bir totoloji olduğunu göstermek ve dolayısıyla bu fikirleri reddetmek mümkündür. Bu tarz fikirlerin en ünlü savunucularından biri Berkeley'dir. Kendisi bir papaz olan Berkeley, yaşadığı dönemde yükselişte olan materyalist felsefe ürünü düşüncelerin karşısında dini ve Tanrı'yı koruyabilmek için kendine özgü ilginç bir öznel idealizm geliştirmiştir. Dönemin popüler düşünce biçimi olan empirizmi en uç noktasına götürerek "varolmak, algılanmaktır" diyen Berkeley, algıladığımızın ötesindeki bir dış dünyanın varlığından emin olamayacağımızı vurgulayarak maddenin ve dış dünyanın varlığının kanıtlanamayacağını savlamış, hatta buradan da maddenin bir illüzyon olduğu ve dünyanın maddi olarak değil sadece Tanrı'nın zihninde fikirsel olarak varolduğunu ileri sürmüştür. Böylece kendine göre materyalizmi çürütüp (en azından dayanaksız olduğunu gösterip) Tanrı fikrine fikirsel alanda bir yer açmıştır. Harun Yahya ve benzerlerinin bu tarz fikirleri beğenmelerine şaşmamalı. Materyalist bakış açısının entellektuel arenadaki ezici üstünlüğü karşısında tek çıkış noktaları, materyalizmi bu zayıf noktası addettikleri yerden vurmak ve maddenin varolduğunun materyalistler tarafından kanıtlanamayacağını savlayarak bir çıkış yolu aramaktır. Berkeley'in felsefesini çürütme denemelerinin en ünlülerinden biri Johnson'un bir taşı tekmeleyerek bu felsefeyi çürüttüğünü iddia etmesidir. Diyalektik materyalistlerden de bu felsefenin çürütülmesiyle ilgili olarak benzer fikirler duyarsınız sıkça. Örneğin, maddenin gerçek olmadığını iddia eden idealistin neden kendisine doğru gelmekte olan bir arabanın önünden çekildiğini sorarlar. Fakat bu tarz argümanlar, günlük yaşamda ikna edici olabilseler de, felsefi bir kanıtlama sayılabilecekleri şüphelidir. Kant'in bu tarz idealizm üzerine çok ilginç ve güzel eleştirileri var. Fakat ayrıntısına bu yazıda girmeyeceğiz. Ayrıca Kant, bu tarz idealizmi reddeden ilginç yollar bulmuş olmasına rağmen, kendisi de başka bir tür idealizm geliştirmistir. Kant'in itirazlarının birini çok kısa olarak ifade etmek gerekirse, Kant'a göre zihnimizde dış dünya ile ilgili oluşan imgelerin her biri birer 'temsil'dir, yani birşeyleri temsil etmektedir. Dolayısıyla da temsil edilen şey bizim zihnimizdekinden farklı da olsa bir şekilde zihnimiz dışında varolmalıdır. Ayrıca 'daimilik' gibi bir hissin, ancak dış dünyanın daimi bir gerçekliği ile mümkün olacağını söylemek, Kant'ın bu konudaki birbaşka karşı argümanıdır. Berkeley'ci felsefe üzerine yapılan saldırıların ilginçlerinden biri, eğer herşey illüzyonsa, zihnimizde dış dünya ile ilgili oluşan illüzyonların ve yanılsamaların nereden geldiğini sormaktır. Bu felsefeye yapılan başka benzer saldırı ise, eğer dış dünya gerçek değilse, neden hepimiz aynı dış dünyayı aşağı yukarı aynı şekilde algılıyoruz sorusudur. Bu son tespit, Berkeley'ci öznel idealisti eğer tutarlı olmak istiyorsa kendisi dışındaki tüm zihinleri reddetmeye zorlayacaktır. Böylece, kendisinden başka hiçkimsenin varolmadığını savlamak zorunda kalacaktır bu kişi. Fakat Berkeley'in bu güçlüklerle ilgili kendi çözümü, işi Tanrı'ya havale etmektir. Berkeley der ki, zihnimizde ortaya çıkan ve dış dünya ile ilgili olduğunu düşündüğümüz imgelerin kökeni Tanrı'dır, ve değişik zihinler arasındaki tutarlılığı ve baglantıyı sağlayan şey de Tanrı'nın kendisidir. Hatta tam olarak bu da değil dediği, Berkeley iddia eder ki, bir şey varolabilmek için bir zihin tarafından algılanmalıdır ve Tanrı tek varolan gerçeklik olup, bizler, hepimiz sadece onun zihninde varız der. Fakat materyalizme başarılı bir şekilde saldırıp, empirizme dayanarak dış dünyanın varolduğunun gösterilemeyeceğini bu kadar başarılı şekilde savlayan Berkeley'in iddiasının zayıf noktası, bu konuda kendi argümanlarına muhattap olacak bir açıklamayı kendisinin getirmiş olmasıdır. Yani empirist gerekçelerle dış dünyanın olmadığını iddia eden Berkeley, o zaman nasıl olup da kendi dışımızda bir Tanrı'nın varolduğunu düşünebilmekte, bunu neye dayanarak iddia edebilmektedir diye sorulmuştur haliyle. Dış dünyadan, hatta maddenin gerçekliğinden bile şüphe eden bir aşırı empiristin, dış dünyadaki bir varlık olarak tanımlanan Tanrı'nın varlığına dair tutarlı bir gerekçe bulması güç görünmektedir. Fakat tüm bunlar bir yana, bu tarz idealizmin çürütülmesine yarayacak asıl fikirler, Nietzsche, G. E. Moore gibi filozoflar tarafından ilk olarak ortaya konmaya başlanmış ve sonra Bertrand Russel ve David Stove tarafından öznel idealizmin tabutuna çivi çakacak düzeyde olgunlaştırılmıştır. Russel'dan alıntı: "Eğer bilinen şeyler zihinde varolmalıdır diyorsak, ya zihnin bilme gücünü sınırlıyoruz, ya da düpedüz bir totoloji ortaya koyuyoruzdur. Bu denen totoloji olur, eğer 'zihinde' ifadesinden kasıt 'zihnin önünde' ifadesi ise, yani zihin tarafından kavranmak manasındaysa. Fakat bunu dersek, o zaman kabul etmek zorundayız ki zihinde varolan şey zihinsel değildir. Dolayısıyla, bilginin doğasını anladığımızda, Berkeley'in argümanı hem özünde hem de şekil olarak yanlıştır ve 'fikir'lerin, yani kavranan objelerin zihinsel olmasi gerektiği konsundaki bir kabule dayanmaktadır, ki bu kabulün hiçbir dayanağı yoktur. Dolayısıyla, Berkeley'in idealizm lehine kullandığı dayanak reddedilebilir". David Stove'un bu konudaki eleştirisi de mantıksal açıdan Nietzsche'den ve Russel'dan farklı değildir fakat bu konuda Stove'un tespitlerine daha çok atıfta bulunulmuştur ve Stove'un Berkeley'ci idealizmin yanlış noktasını daha açık biçimde ortaya koyduğu söylenebilir. Stove, idealizmin 'dünyanın en kötü argümanı'na dayandığını söyler. Berkeley iddia etmiştir ki, 'zihin, düşünülmeyen şeyleri kavramaya muktedir olduğuna ve zihin olmadan da bu şeylerin varolabileceklerine inandırılmıştır'. Stove ortaya koymuştur ki, bu iddia 'düşünülmeyen şeylerin düşünülemeyeceği' totolojisi üzerine kuruludur ve buradan şeyler düşünülmedikleri takdirde varolamazlar sonucuna ulaşmaktadır. Görüldüğü gibi, öznel idealizmi çürüten fikirler, öznel idealizmin iddialarının bir totolojiye dayandığı için geçersiz olduklarını ortaya koyarak bunu yapmaktadır. Bu maddenin ve dış dünyanın varolmadığı iddiasini reddetmek için geçerli olmasına rağmen, maddenin ve dış dünyanın gerçek olduğunu iddia etmek için kullanılması yine de zor gözükmektedir. Tabi dış dünyanın gerçek olmadığı iddiasının geçersizliği gösterildiğinde, ortaya dış dünyanın gerçek olduğu sonucu çıkar mı çıkmaz mı noktasına gelir burada konu. Bu örnekte ortada sadece iki seçenek olduğundan (dış dünya ya gercektir ya değildir), ve bu seçeneklerden birini iddia eden argümanın bir geçerliliği olmadığı gösterildiğinden, dış dünyanın gerçek olduğu fikri geriye kalan tek seçenektir ve varsayılan ('default') tutumumuz bu olmalıdır.
  22. Bu yazida, bence kafa karistirici olan bir konuyu paylasmak istiyorum. Bu felsefeyle bilim arasi bir konu, fakat konunun anlasilmasi ve test edilmesi bilimsel bazi kavramlara ve deneylere bagli oldugu icin bolca bilimden bahsedecegim. Materyalist dunya gorusune gore, biz birseye bakmiyor olsak bile o sey varolmaya devam eder. Oznel idealizme karsi cikan filozoflarin cok ustunde durdugu bir konudur bu. Bir seyin varolmasi algilaniyor olmasindan bagimsizdir. Varolan birsey, algilamadigimiz zaman da vardir. Fakat ayni zamanda bilimsel ve materyalist dusunmek istedigimizde onem vermemiz gereken birbaska prensip var. Varolan birseyin algilanabilir olmasi prensibi. Varolan hersey, su ya da bu sekilde (dogrudan ya da dolayli olarak) algilanabilir olmalidir. Hicbir zaman algilamadigimiz ve hicbir zaman algilayamayacagimiz birseyin varoldugundan bahsetmenin de bir anlami yoktur. Tanri kavramini reddederken kullandigimiz prensiplerden biri bu hatta, materyalist birer ateist olarak. Fakat derin bir dusunce, her biri ayri ayri materyalizmin ayrilmaz parcasi gibi gorunen bu iki prensip arasinda bir celiski ortaya cikariyor bana gore. Yani, 1) Varolan birsey, biz bakmiyor olsak bile varolmaya devam eder, 2) Varolan hersey algilanabilirdir, algilanamaz birseyin varoldugundan bahsedilemez. (Bahsedilmesi abesle istigal etmek olur), seklindeki iki prensip, birbirini dislayan sonuclar olusturuyorlar bazi durumlarda gibi geliyor bana. Bunu daha ayrintili aciklayayim. Hep soylerim, felsefede bazi seyler kabule bagli oluyor diye. Bence sorun felsefenin kanitsiz genellemelerinde yatiyor. Ornegin 1 numarali prensibi dile getirirken, filozof bir kanit ortaya koymuyor. Yani bakmadigimiz birseyin gercekten de varolmaya devam ettigini aslinda bilimsel anlamda kanitlamiyor, sadece sagduyu geregi oyle olmasi gerektigini soyluyor, bir bakima bir kabul yapiyor. Her ne kadar bu gecerli bir kabul olsa da, bir kabul olmasi bile rahatsiz edici. Cunku felsefeden cikip bilimin alanina girdigimizde, tum kabulleri dikkatli bir analize tabi tutmak zorundayiz. Bazi kabulleri devam ettirsek bile, en azindan bunu bilincli olarak yapmak ve bunu yaparken ne kazanip ne kaybettigimizin farkinda olmak zorundayiz. Kuantum fizigine gore bir parcacigin yeri ve hizi ayni anda olculemez. (Heisenberg belirsizlik ilkesi). Cunku olcme eyleminin kendisi, parcacigin olculebilir ozelliklerini degistiriyor. Yani yerini olcersek, bu olcme eylemimiz hizini etkiliyor, hizini olcersek, bu olcme eylemimiz yerini degistiriyor. Aslinda bu belirsizlik sadece konum ve hiz icin degil, parcaciklarin diger pek cok ozelligi icin de gecerli. Genis sekliyle, bu belirsizlik, parcaciklarin cesitli ozelliklerinin ayni anda bilinemeyecegini soyluyor. Bu durum ise, kuantum fiziginin populer yorumuna gore, olcmeden once parcagin olculen ozelliginin varolmadigi seklinde yorumlaniyor. Bir ozelligini olcerek biz ona gerceklik katiyoruz bu bakis acisina gore. Olcumu yapmadan once, o olcum sonunda ortaya cikacak tum olasiliklari icine alan bir durumda bulundugu farzediliyor parcacigin. Bu ise baska bir bakis acisindan sadece bir matematiksel hokus pokus gibi gorunuyor insanin gozune. Kuantum fizigi ve diger modern fizik teorilerine asina olanlar EPR (Einstein, Podolsky, Rosen) deneyini duymuslardir muhtemelen. Bu deney sozkonusu uc bilimadami tarafindan kuantum fiziginin problemlerini gostermek icin onerilmisti. Bu bilim adamlarinin bakis acisina gore, biz olcemesek de, parcaciklarin olcemedigimiz ozellikleri mevcuttur, biz sadece diger ozelligini olcmek suretiyle, olcemedigimiz ozelliginin o anki durumunu bilme sansimizdan vazgecmis oluyoruz. EPR, yukarida bahsettigimiz 1 numarali prensibi uygulamaya koymus gorunuyor. Bu bilim adamlarina gore, biz o anda bakmiyor olsak da, hizini olctugumuz bir parcacigin konumu, konumunu olctugumuz parcacigin ise bir hizi vardir. Hatta bunun olculebilecegi bir deney oneriyor bu uc bilim adami. EPR deneyi denen bu deneye gore, ayni parcacik kaynagindan cikmis ozdes iki parcacigin (ki bu parcaciklar birbirine es ozelliklere sahip olacaklardir) birinin hizi, digerinin ise konumu olculmek suretiyle, dolayli olarak bir parcacigin belli bir andaki konumu ve hizinin ayri ayri olculebilecegi, dolayisiyla parcaciklara ait fiziksel ozelliklerin biz bakmasak da varoldugu iddia ediliyor. Bu bakis acisiyla, Einstein, Podolsky ve Rosen kuantum fiziginin eksik bir teori oldugunu iddia ediyorlar. Kopenhag yorumuna gore ise, matematiksel denklemler ne diyorsa durum odur. Matematiksel denklemler, parcacigin olcum yapilmadan onceki ozelliklerini tum olasi durumlarin bir superpozisyonu olarak ifade ediyorlarsa, bu fiziksel olarak da durumun bu oldugu anlamina gelir bu yoruma gore. Ya da baska bir ifadeyle, olcmedigimiz durumda, olcmedigimiz ozellik bir bakima var degildir, ya da tum diger olasiliklarla karismis olarak vardir, fakat olcum islemi, bu ozelligi gercek anlamda var eder. Bu bakis acisi, yukarida bahsettigimiz 2 numarali prensibe vurgu yapiyor gibi bana sorarsaniz. Yani, varligi algilanabilirlige bagliyor. Algilanabilir olmayan birseyin varligini sorguluyor bu bakis acisi. Ornegin, bu konuyla ve EPR deneyi ile ilgili olarak yorum yapan Pauli'ye gore, olcemedigimiz ozelliklerin varoldugunu iddia etmek, topluigne ucundeki meleklerin sayisini saymak gibi birsey. Bos bir is. Metafizik alanina giren bir ugras bir bakima. Dolayisiyla, olcemedigimiz ve olcemeyecegimiz bir ozelligin (hizi olculen bir parcacigin konumunun ornegin) varoldugundan bahsetmek ve ona dayali bir fiziksel aciklama olusturmak bu sekilde bakildiginda materyalizmden uzaklasip idealist bir metafizik yapmak oluyor. Fakat ayni itiraz tam tersi bakis acisi icin de baska sebeple getirilebilir. Cunku, sirf olcemiyoruz diye, hizini olctugumuz bir parcacigin konumu olmadigini (ya da konumunu olctugumuz parcacigin hizi olmadigini) soylemek, bir bakima ben bakmadigim zaman varliklar var degildirler demeye benziyor. (Yani yukarida dedigimiz birinci prensibin ihlali ortaya cikiyor). Sanirim bahsettigim celiskiyi az cok ortaya koyabildim bu noktada. Her biri sagduyunun ve dogru dusuncenin vazgecilmez birer parcasi gibi gorunen ve yukarida ifade ettigimiz iki maddenin bir arada dogru kabul edilmesi, gunumuz fizigi acisindan bir problem yaratiyor. Ya bilimsel ve materyalist bakis acisinin gozden gecirilmesi ve bu yeni verilere gore yeniden duzenlenmesi gerek, ya da gunumuz fiziginin yetersiz oldugunun kabul edilip, ileride bu iki prensibin ikisini de ihlal etmeyen bir fizik teorisinin ortaya cikacagini umarak beklemeye cekilmek gerekiyor. Fakat olay bu kadarla kalsa iyi. 1964'de Bell tarafindan bir deney oneriliyor ve bu deneyin EPR bakis acisinin dogru olup olmadigini gosterecegi ortaya cikiyor. Burada felsefi acidan materyalizmle tutarli birbaska durumun daha alti ciziliyor, ki o da, birsey eger varsa ve gercekse bunun varliginin su ya da bu sekilde ortaya cikartilmasi mumkundur. Dolayisiyla, eger olcemiyor olmamiza ragmen, EPR'in bahsettigi gibi sozkonusu iki parcacigin da konum ve hizlari mevcutsa, bunun mevcudiyetin gosterilmesi mumkun. Cunku bu mevcuduyet, istatistiksel bir sonuc ile kendini ortaya koymak zorunda. Bell gosteriyor ki, eger EPR hakliysa, kendi onerdigi deney sonucunda degisik eksenlere gore spin'leri olculen iki ozdes parcacigin (ki parcaciklarin farkli eksenlere gore spin'leri de konum ve hiz gibi ayni belirsizlik ilkesine tabi) spin degerleri %50'den daha fazla ortusmek zorunda. Eger kuantum fiziginin populer yorumu dogruysa ve bir parcacigin ozelligi ancak biz olctukten sonra gerceklik kazaniyorsa, o zaman Bell deneyindeki iki farkli parcacigin spin olcumleri sadece %50 ortusmek zorunda. Yani iki parcacigin 3 ayri eksenine gore uzun zaman icinde alinan spin olcumlerinin sadece %50'sinde iki parcacigin olculen ozellikleri uyusuyorsa, bu "Bakmadigimiz birsey, bakmadigimiz zaman var degildir" anlamina gelmis gibi oluyor, eger olcumlerin %50'sinden daha fazla miktarda ortusme olursa bu "Birsey gercekten de varsa, biz bakmasak da varolmaya devam eder" anlamina gelmis oluyor. Tabi bu deneyin sonucunu bu dedigim ifadelere indirgemek, bir bakima benim yaptigim bir katki burada ama dolayli olarak bu sonuc ortaya cikiyor. Bu deney ilk onerildiginde teknoloji bu deneyi yapmaya yetmiyor. Fakat sonraki yillarda teknoloji yeterli hale geliyor ve tam olarak hangi yilda yapiliyor bilmiyorum ama bu deney yapiliyor ve sonuc ilginc bir sekilde ortusmenin %50 oldugunu gosteriyor. Yani aynen kuantum fiziginin populer yorumunun dedigi gibi. Yani bir bakima, "Biz bakmadigimiz zaman birsey var degildir" durumu ortaya cikmis oluyor, en azindan kuantum dunyasi icin. Ilginc bir sekilde, birbirine ozdes bu iki parcacik, aralarinda bir bosluk olmasina ragmen birbirlerini etkiliyor gibiler. Bell deneyinin gosterdigi bir diger onemli sonuc bu. Baslangicta Einstein, Podolsky ve Rosen'in kuantum fiziginin yetersizligini gostermek icin kullandiklari argumanlardan birinin (kuantum fiziginin uzaktan ayni anda etkilesime imkan vermesi, dolayisiyla bunun bir terslige isaret ettigi) ilginc bir sekilde fiziksel dunyanin bir gercegi olarak ortaya cikiyor. Einstein, Podolsky ve Rosen bu duruma gecerli bazi gerekcelerle karsi cikiyorlar. Cunku iki ayri sey uzaktan birbirini ayni anda etkileyebiliyorsa, bu aralarinda isik hizindan hizli bir etkilesimin gerceklestigini ima eder, fakat herkesin bildigi gibi hicbirsey isik hizindan daha hizli gidemeyeceginden, bir paradoks olusur diyorlar. Daha sonraki calismalara gore, bir parcacikta meydana gelen bir degisimin ayni anda diger parcacigi da etkiledigi gosterilmis olmasina ragmen, bunun EPR'in dusundugu gibi ozel gorecelik teorisini ihlal etmedigi saptanmis. Cunku iki parcacik arasinda bir veri alisverisinin yer almadigi farkedilmis. Eger bir veri alisverisi yoksa, isik hizini gecen birsey de yoktur, dolayisiyla ortada bir problem yoktur denmis. Ama tabi aralarinda bir veri alisverisi olmamasina ragmen, nasil oluyor da uzaktaki iki parcacigin birbirini etkiledigi tatminkar bir sekilde aciklanamiyor. Evrenin Big Bang aninda tek bir nokta olmasi ve dolayisiyla her yerin aslinda gecmiste ayni yer olmasi, dolayisiyla her seyin birbiriyle baglantili oldugu gibi mistik yorumlar, vs ortaya ciksa da bunlar birer aciklama olmaktan ziyade belki ileride aciklamaya donusturulebilecek bulanik birer bakis acisi olmaktan oteye gidemiyor henuz. Kisacasi, parcacik fizigi evreni algilayisimiz ile ilgili olarak cok garip ve kabul edilmesi cok zor pek cok konu ortaya cikartiyor. Bu konular isiginda hem bilimsel konulara olan felsefi bakis acimizi hem de felsefenin kendisini gozden gecirmemiz gerek. Tabi bilimsel bilgimizin daha arttirilmasi gerektigi de acik. Tum bu sorunlar sadece parcacik fiziginin henuz yeterince gelismemis olmasindan kaynaklaniyor da olabilir. Bunlarin tumunu zaman gosterecek.
  23. Mantık ilkelerinin kökeni, çetrefilli bir konu. Cevabı da çok kolay değil. Fakat cevap olamayacak bazı şeyleri rahatça tespit edebiliriz. Mesela mantığın kökeni sorununa Tanrı ile cevap vermek geçersiz bir cevap olacaktır. Çünkü her şeyden önce, mantığın kökeni Tanrı ise, Tanrı'nın kökeni nedir sorunu vardır. Zaten Tanrı bilinmeyenlere cevap vermek amacıyla uydurulmuş içi boş bir kavram olduğundan ve ne anlama geldiği bilinmediğinden, bunu geçerli bir cevap kabul edemeyiz. Ayrıca Tanrı mantığa uymak zorunda mıdır, yoksa mantık Tanrı'nın yaratımlarından biri midir sorunu çıkar o zaman ortaya. Ki inançlılar için çetrefilli bir sorudur. Ya Tanrı'larının mantıksız ve absürd olduğunu kabul etmek, dolayısıyla da 'Allah akılla bilinir' türü iddialardan vazgeçmek zorunda kalırlar, ya da Tanrı'nın da mantığa itaat etmek zorunda olduğunu, dolayısıyla mantığın Tanrı'dan daha temel birşey olduğunu söylemek zorunda kalmış olurlar. Yani Tanrı'nın kadir-i mutlaklığından vazgeçmek zorunda kalırlar. Kısacası, mantık konusuna Tanrı ile cevap vermeye çalışmak, çıkmaz bir sokaktır. Ayakları yere basan bir cevap için ise mantığın kökenini yaşadığımız evrene dayandırmalıyız. Bu durumda mantık neden beynimize işlemiştir, ampirik midir, yoksa beynimize kodlanmış birşey midir tarzı sorular ortaya çıkar. Yani örneğin çevremizde gördüklerimize dayanarak insan beyninin erken yaşta oluşturduğu bir düşünce alışkanlığı mıdır mantık, yoksa beynimize ve genlerimize işlemiş midir? Gerçi farketmez, iki durumda da kökeni sonuçta dış dünya olur. Yani o anlamda, mantık muhtemelen nihai köken olarak ya ampirik, ya da dış dünya kökenli, doğal (doğa içinde kalan) bir olgudur. Mantığı bu çerçevede, naturalist bir bakış açısıyla incelemek şarttır. Aksi takdirde, 'mantığı kim yaratmıştır', 'acaba Tanrı mı yaratmıştır' gibi sorular sormak, mantığı alıp tinsel bir varlık kategorisine sokmak olur. Onu yaratılan şeyler ve nesnelerle bir tutmak olur. Halbuki mantık, maddi dünyadan bağımsız olarak varolan tinsel bir varlık değil, dış dünyayı algılayışımızla ilgili, onunla iç içe bir kurallar bütünüdür. Yani bizim dış dünya ile ilişkimiz bağlamında tanımlıdır. Dış dünyadan bağımsız bir kurallar bütünü olarak değil.
  24. Yirminci yuzyilin baslarinda Viyana’da, aralarinda Moritz Schlick, Hans Hahn, Philip Frank, Kurt Godel, Rudolf Carnap ve Otto Neurath’in da bulundugu, cogu fizikci ve matematikci olan bir grup ogrencinin bir araya gelerek bilim felsefesi uzerine yaptiklari sohbetler sonucunda, zamanla Mantiksal Pzitivizm adi verilecek bir dusunce ekolu olustu. Bu cevrenin amaci, anlamlilik ve bilimsellige bir olcut gelistirmek, boylece yuzyillardir insan zihninin onunde bir engel olarak duran metafizigin tortularini ayiklayarak bilim ve felsefeyi yeniden tanimlamakti. Bu amaca ulasmak icin Peano, Frege, Whitehead ve Russel’in gelistirmis oldugu mantiksal cozumleme yontemini kullandilar. Bu yontemi, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsiz onermelerden arindirmak ve ayni zamanda, dogrudan gozlemlenebilir iceriklerini, yani ‘verilmis olani’ gostermek yoluyla ampirik bilimin anlamini, kavramlarini ve onermelerini aciga kavusturmak olarak tanimladilar. Mantiksal Pozitivizmin Temel Tezleri: a) Bilissel anlamlilik Bir soylemin bilgi icerigi tasimasi veya anlamli olabilmesi icin ya dogrudan olgusal bir dille ya da sonucta olgusal bir dilin kisaltilmasi seklinde ifade edilmis olmasi gerekir. Bu sartlari tasimayan iddalar metafizik, dolayisiyla anlamsizdir. Burada totolojik (analitik) ve sentetik ifadelerin ayrimina da deginmek gerekir. Totolojik ifadeler, yuklemi oznesinden ayri bir bilgi tasimayan ifadelerdir. “Butun evlenmemisler bekardir” cumlesindeki yuklem “bekardir” ozne olan “butun evlenmemisler”e iliskin yeni bir bilgi vermedigi icin bu cumle bir totolojidir. Benzer sekilde “Ahmet turktur” cumlesini ele alalim. Bu cumlenin oznesi “Ahmet”, yuklemi ise “turktur”dur. Burada yuklem ozne tarafindan icerilmemekte, yuklem ozneyle ilgili ek bir bilgi sunmaktadir. Totolojik ifadeler gozlemsel olarak dogrulanamazken, sentetik ifadeler dogrulanabilir. Mantiksal pozitivistlere gore, bir cumle totoloji degilse ve olgusal olarak dogrulanabilir bir icerik de tasimiyorsa, anlamsiz olarak degerlendirilmelidir. Dogrulanabilirlik ilkesi Bu ilkeye gore, bir onermenin dogru olup olmadigi o onermenin iceriginin olgularla desteklenip desteklenmemesine baglidir. Olgularla desteklenip desteklenmedigi de ancak duyumlar yoluyla tespit edilebilir. Dolayisiyla, bir onerme duyumlarla tespit edilebilecek olgular disinda bir icerik tasiyorsa bunun dogru olup olmadigi bilinemez. Burada pratik olarak dogrulanabilirlik ile ilke olarak dogrulanabilirlik arasinda ayrim yapmamiz gerekiyor. Cunku bazi onermelerin dogrulanabilir oldugunu bilmemize ragmen, pratik olarak dogrulama imkanindan yoksun olabiliriz. Buna gore, Alpha Centauri yildizinin en az bir gezegeni oldugunu soyledigimizde, ilke olarak dogrulanabilir, fakat pratik guclukler sebebiyle dogrulanamaz bir ifade ortaya atmis oluruz. Fakat evrenin ozunu olusturan madde bir evrim halindedir onermesi mumkun ve muhtemel duyu gozlemleriyle dogrulanmasi mumkun olmadigi icin, anlamsiz bir onermedir. Bunun gibi, duyumlarla ilgili olmayan tum onermeler metafiziktir. Metafizik olmasiyla anlamsiz olmasi da ayni seydir. Tum etik iceren onermeler de anlamsizdir. Bir onermede bir etik simge bulunusu, onun olgusal icerigine birsey katmaz. Boylece birisine “Bu parayi calmakla yanlis davrandiniz” dedigimde “Bu parayi caldiniz” dedigimin otesinde birsey savlamis olmuyorum. Bu eylemin yanlis oldugunu eklemekle onun uzerinde yeni bir bildirim yapmis degilim. Yalnizca onu torel bakimdan onaylamadigimi bildiriyorum. Kisaca ifade etmek gerekirse, bir terimin anlami, onun dogrulama yontemidir. c) Tumevarim Bir olgu ya da deneyime karsi gelen bir iddianin dogrulanmasiyla, deneyimle ilgili genellemelerin dogrulanmasi arasinda ayrim yapmak gerekir. “Ahmet’in ati beyazdir” onermesini dogrulamak icin Ahmet’in ati bulunur, rengi kontrol edilir ve onermenin dogru veya yanlis oldugu anlasilir. Fakat “Butun atlar dort ayaklidir” onermesini dogrulamak icin milyonlarca atin dort ayakla oldugunun gorulmesi yeterli degildir. Dolayisiyla, bu onerme sadece gozlemler yoluyla dogrulanamaz. Burada baska bir ilke devreye girer: Tumevarim. Tumevarim, tek tek tikel gozlemlerden cikarak tumel sonuclara varma yontemidir.Tikel onermelerin coklugu yapilacak genellemeye bir guc kazandirsa da, bunun mantiksal olarak kesin bir sonuc saglayip saglayamayacagi tartismalidir. d) Karsilasim (Tekabuliyet/Denklik) kurali Bir teorinin bilimsel olabilmesi icin, teorinin ongordugu iliski matematiksel bir mantikla formule edilmeli, teoriyi olusturan teorik ifadeler de gozlemsel ifadelerle acik olarak tanimlanabilecek netlikte olmalidir. Boylece yapilacak islemsel tanimlarda teorik ifadeler gozlemsel ifadelere indirgenmekte, yahut karsilasim (tekabuliyet) saglanmaktadir. Ancak, bu ekolun ingilizce konusan dunyada duyulmasini saglayan sozculerinden olan Ayer, 1975 yilinda, Bryan Magee’yle yaptigi soyleside, mantiksal pozitivistlerin en buyuk kusurlarinin soyledikleri herseyin yanlis olmasi oldugunu soyler ve ekler: “Birincisi, dogrulama ilkesi kendini hic dogru durust formulestiremedi. Ben birkac kez denedim, ancak her seferinde icine ya cok az, ya da cok fazla sey sokuyordum. Bugune kadar mantiksal, kesin bir formullemeye ulasilamadi. Ikincisi indirgemecilik de islemiyor. Ucuncusu, mantik ve matematikteki onermelerin herhangi ilginc bir anlamda cozumleyici olup olmadigi simdi bana epeyce kuskulu geliyor.” Ayer yillar sonra bir zamanlar kendinden emin ve atesli savunuculugunu yaptigi tezlerin yanlisligini soylerken temel yanilginin mantiksal pozitivistlerin hala altin standardinin gecerli oldugunu sanmalarina benzetir. Bilindigi gibi altin standardinda piyasadaki madeni ve kagit paralar mevcut altin stokunu yansitiyordu. Olgusal gozlem ifadelerine donusturulemeyen ifadelerin anlamsiz oldugunu soylemek, simdi karsiliginda altin bulunmayan piyasadaki kagit paralarin degersiz oldugunu soylemekle ayni sey.
  25. Popper: Yanlislamacilik Yahut Elestirel Akilcilik Karl. R. Popper 20. yuzyil bilim felsefesi tartismalarinin kose taslarindan biridir. Mantiksal pozitivizmin temel tezlerini elstiren ve bu yuzden de tepkici bir dusunurdur. Popper'in elestirdigi standart bilim anlayisi, gozlemlenen olgusal dunyadan elde edilen bilgilerin tumevarim yontemiyle genellestirilmesi, bu genellestirilen gozlem ve deneye dayanan onermelerden olusan kuramlarin dogrulama yontemiyle bilgi dagarcigimiza aktarilmasini ongoruyordu. Bu bilim anlayisi su varsayimlara dayanmaktaydi: 1. Zihin, nesne ile iliskiden once bostur. 2. Insan zihni nesneleri nesnel olarak algilar. 3. Gozlemlenen olgularin ozelliklerini ve sozkonusu olgular arasindaki iliskileri ifade eden tikel onermeler tumevarimla genellenebilir. 4. Duyularin gozetiminde tekrar olgu dunyasiyla karsilastirilip dogrulanabilen genellemeler birikimsel bir surec izleyerek bilimin iskeletini olustururlar. Bu, pozitivist, tumevarimci, birikimci ve ilerlemeci bilim anlayisinin varsayimlarinin tumu Popper tarafindan elestirilir. 1. Kuramdan bagimsiz bir gozlem olamayacagini, cunku tum gozlemlerin onlari anlamli kilan bir kuramsal yapi icinde olustugunu, 2. Tikel bilgilerin genellemesiyle tumel bilgi elde etmenin mantiksal bir kesinlik tasimadigini, 3. Bilimselligin olcutunun sanildiginin aksine dogrulanabilirlik degil, yanlislanabilirlik oldugunu, ve 4. Yaygin kaninin aksine bilimsel bilginin dogrularin birikmesiyle degil, yanlislarin ayiklanmasiyla ilerledigini savunur. Bilim ile bilim olmayani ayirma sorunu Popper da mantiksal pozitivistler gibi bilimle bilim olmayan arasinda bir ayrimin nasil yapilabilecegi sorununa deginir. Mantiksal pozitivistlerin bu konudaki olcutu onermelerin muhtemel gozlem veya duyumlarla desteklenebilir sekilde formule edilmelerini ifade eden dogrulanabilirlik olarak belirlemislerdi. Bu sadece bilimle bilim olmayani degil, ayni zamanda anlamli olanla olmayani birbirinden ayiriyordu mantiksal pozitivistlere gore. Popper, dogrulanabilirlik yerine yanlislanabilirligi koyarken, bu olcutun anlamli olanla olmayani degil, sadece bilimsel olanla olmayani birbirinden ayirdigini savunuyordu. Yani Popper, bilimsel olanla olmayanin ayriminin yapilmasi gerektigini kabul etmekle beraber, bunun anlamlilik, anlamsizlik ikilemi cercevesinde ele alinmasina karsi cikiyordu. Ona gore anlamlilik kategorisini sadece bilimsel bilgilere ozgu kilmak yanlisti. Metafizik olmak anlamsiz olmak demek degildi. Popper'in yanlislamaciliginin esasini olusturan "yanlislanabilirlik" ilkesine deginmeden once, Popper'in "dogrulanabilirlik" ilkesine getirdigi elestirilere yakindan bakmakta yarar var. 1919 yili, izafiyet teorisinin test edilmesi acisindan onemli bir yildi. Cunku o yil, izafiyet teorisinin gunesin cekim alanina giren isinlarin egilme gostereceklerine yonelik ongorusunun sinanmasina imkan verecek bir gunes tutulmasi olacakti. Popper, gunes tutulmasinin teoriyi dogrulamasi veya yanlislamasindan ziyade meydana gelecek sonucun bilimin yontemi acisindan onemiyle ilgilenmekteydi. Yapilan olcumler sonunda isinlarin egildigi saptandi ve sonucta izafiyet teorisinin ongoruleri dogru cikti. Eger ongoru dogru cikmasaydi, teori reddedilecekti, veya yeni test imkanlari yaratacak sekilde yeniden formule edilecekti. Yani izafiyet teorisi, eger yanlissa, yanlisliginin ortaya cikartilmasina imkan veriyordu. Dolayisiyla, "yanlislanabilir" bir teoriydi. Popper, izafiyet teorisiyle Marks'in tarih, Freud'un psikanaliz ve Adler'in bireysel psikolojiyle ilgili teorilerini karsilastirir. Bu teorilerden, Marks'in teorisinin, izafiyet teorisine benzer sekilde bazi ongorulerde bulundugunu (ornegin kapitalizmin yikilacagi ve zorunlu sekilde tum kapitalist ulkelerin sosyalizme gececegi), dolayisiyla yanlislanabilir yonlerinin oldugunu ve sozkonusu yonlerin zaman icinde yapilan gozlemlerle yanlislandigini soyler. Fakat ozellikle diger iki teoriyi (Freud'un ve Adler'in teorileri), yanlislanabilirlik acisindan cok daha problemli bulur. Bir ornek vermek gerekirse, Adlerci psikolojinin temel ilkesi, insan eylemlerini asagilik duygusunun motive ettigidir. Bir nehrin kenarinda yururken nehre dusmus ve bogulmamak icin cirpinan bir cocugu goren adamin muhtemel iki tavrini bu kuramin isiginda yorumlayalim. Adam, ya cocugu kurtarmak icin nehre atlayacak, ya da atlamayacaktir. Eger adam cocugu kurtarmak icin nehre atlarsa, Adlerci psikanalist bunu adamin tehlikeye ragmen suya atlamaya cesaretli oldugunu ispatlayarak asagilik duygusunu yenmeyi amacladigina yoracaktir. Eger adam nehre atlamazsa, o zaman da adam cocuk bogulurken bile kiyida kalma sogukkanliligina sahip oldugunu ispat ederek asagilik duygusunu telafi etmektedir. Dolayisiyla her durumda kuram dogrulanmaktadir. Bu ve buna benzer orneklerin ustunde duran Popper, boylece bir kuramin dogrulugunu onaylayacak, kurami destekleyecek veri bulmanin cok kolay oldugunu farkeder. Dolayisiyla, kurami nelerin dogrulayacaginin degil hangi durumlarda kuramin yanlislanmis olacaginin ifade edilmesinin kurama bilimsellik vasfi kazandiracagini savunmaya baslar. Burada Popper, dogrulanabilirligi hem onermelerin mantiksal yapisi hem de bilimsel aciklamanin mantigi acisindan elestirmektedir. Yanlis oldugu bilinen, yapisal olarak olumlu bazi cumlelerin, ilke olarak dogrulanabilir olduguna, fakat yanlislanamayacagina dikkat ceker. Ornegin "Tepesinde bir gozu olan insanlar vardir" onermesi, ilke olarak dogrulanabilir niteliktedir. Cunku, teorik olarak mumkundur ki, yapilacak gozlemlerle, tepesinde bir goz olan birilerinin bulunup bu yarginin dogrulanmasi mumkundur. Ote yandan, yaptigimiz gozlemlerle boyle insanlar gormememiz, mantiksal olarak bu teorinin yanlisligini kanitlamaz. Belki bizim ulasamadigimiz biryerlerde tepesinde bir goz olan insanlar yasamaktadir. Bu durumda, eger dogrulanabilirlik bilimselligin olcutu ise en azindan prensipte dogrulanabilir oldugu icin bu onermenin bilimsel bir onerme kabul edilmesi gerekir. Burada ister istemez, konuyu Tanri inancina ve dinsel aciklamalara da getirecegiz. Okuyucunun dikkatini cekecegi uzere, ornegin Tanri'nin varligi iddiasi, ilke olarak kolayca dogrulanabilir. Tanri, evreni yaratan, ona mevcut duzenini veren bir varlik olarak tanimlandigindan, sadece duzenli bir sisteme veya evrendeki herhangi birseye bakmak, bu fikri dogrular nitelikte olacaktir. Fakat dikkat edilirse, sadece evrenin sebebi olarak tanimlanan ve hakkinda baska bir bilgi verilmeyen bir Tanri fikrini, evrene bakarak yanlislamak mumkun olmayacaktir. Bu yuzden, Tanri'nin varligi iddiasi da diger tum metafizik iddialar gibi yanlislanamaz ve dolayisiyla bilimsel olmayan bir iddia olmaktadir. Popper ayrica, pozitivist ve empiristlerin neredeyse yegane bilimsel yontem olarak sunduklari "tumevarim" prensibini de elestirir, ve tumevarimin mantiksal olarak imkan degil, imkansizlik icerdigine dikkat ceker. "Butun kugular beyazdir" onermesini ele alalim. Milyonlarca beyaz kugu gormemiz "butun kugular beyazdir" yargisina varmamizi zorunlu kilmaz. Cunku bu, gozlem alanimizin disinda kalan biryerlerde siyah bir kugunun bulunmadigini mantiksal kesinlikle garantilemez. Fakat bir siyah kugu bulunursa bu genelleme yanlislanmis olur. Yani bu cumle mantiksal olarak dogrulanamaz ama yanlislanabilir. "Dunyada deprem olacak" onermesi milyonlarca yil deprem olmadan gecse de mantiksal olarak yanlislanmayan bir onermedir. Bu yuzden de bilgi icerigi yoktur. Cunku Popper'a gore, bir onermenin bilgi icerigi, onun yanlislanabilirligi ile dogru orantilidir. Yanlislanabilirlik orani arttikca, bilgi icerigi de artar. "2005 yilinda deprem olacak" onermesi oncekine gore oldukca fazla bilgi icerigi tasimaktadir. Cunku 2005 yilinda bir deprem olmadigi takdirde onermenin yanlislanmasi mumkundur. Yani onermenin, hangi durumda yanlislanmis olacagini gosteren bir mantiksal kurgusu vardir. Eger onerme "2005 yilinin Subat ayinda Istanbul'da bir deprem olacak" bicimindeyse, bilgi icerigi oncekilere gore cok daha fazladir. Bilgi iceriginin yuksek olmasi, dogrulanabilir olmayi degil, yanlislanabilir olmayi mumkun kilacak bir formulasyonu gerektirmektedir. Yanlislanma ihtimalinin yuksek olmasi ise, sinanma imkanlarinin yuksek olmasina baglidir. Yukaridaki deprem orneginde oldugu gibi, metodolojik acidan, sonucta onermenin dogru veya yanlis olmasi onemli degildir. Onemli olan, onermenin mantiksal acidan sinanmaya imkan tanimasi, hangi gozlem veya sinama sonunda yanlislanmis olacagini acikca ifade eden onermeler icermesidir. Ote yandan, bir teori pratik olarak yanlislanabilir ama pratik olarak sinanamayabilir. Bunun icin yapilabilecek fazla birsey yoktur. Eger bir teori potansiyel olarak yanlislanabilir ve ayni zamanda sinanabilirse muhtemel iki sonuc vardir. a) Sinama islemi olumlu sonuc vermisse teori desteklenmistir. Burada dogrulanma degil desteklenme kelimesinin kullanilmasi tesaduf degildir. Cunku desteklenmis olmak, dogrulugu ispatlanmis olmak demek degildir. Benzer sekilde, Lakatos'a gore, yanlislanmis olmak da yanlisligi ispat edilmis olmak demek degildir. Yanlislanmis bir teori, pekala dogru olabilir. Burada Popper'in diger bir kavrami devreye girer: yanilabilirlik. Hicbir zaman kesin bilgiye ulastigimizi kanitlayamayiz, cunku yanilma her zaman mumkundur. Eger sinama sonucu olumsuzsa, kuram reddedilir. Fakat biraz once degindigimiz gibi, gozlemlerin bir kurami desteklemesi onun dogrulugunu kanitlamadigi gibi, reddedilmesi de yanlisligini kanitlamaz. Bu konuya Lakatos ile ilgili yazida tekrar donecegiz. Popper, yonteminin saglam ve kesin bilgiye ulasmayi garatilemedigini, sadece gercege yaklastigimizi, aciklamalarimizin gercege benzedigini bilmemize imkan sagladigini savunur. Mantiksal pozitivistler bilginin dogrularin birikmesiyle ilerledigini savunurken, Popper, bilimin ilerledigini kabul etmekle beraber, bunun dogrularin birikmesiyle degil, yanlislarin ayiklanmasiyla oldugunu savunmaktadir.
×
×
  • Create New...