Jump to content

Çin masalları


kavak

Recommended Posts

Çin diyarından halk masalları

Kulağıma gelen bazı ciddi duyumlara göre, hangi forumda olursa olsun bazı forumdaşlar ha bire din tartışmalarının yapılmasından bir hayli şikayetçi. Ben de bu forumdaşlara azıcık amme hizmeti yapayım dedim ve çoğumuza hem ırak hem de kültürü açısından bir hayli yabancı olan Çin diyarındaki kulaktan kulağa yayılan halk masallarını sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Buraya iliştirirecegım tüm içerikleri kendim tercüme ettim ve umarım uzak bir diyarın masallarını okumak hoşunuza gider. Olası hatalar için şimdiden hepinizin anlayışınıza sığınırım.

Kadın sözleri et ve bacağı ayırıyor

Evvel zaman içinde aynı evde oturan iki kardeş varmış. Büyük olanı, eşinin sözünü dinlermiş ve bu nedenle kardeşi ile ayrı düşmüş.

Yaz başlamıştı ve darı tohumlarını ekme zamanı gelmişti. Küçük olanın tohumu yoktu ve abisinden ödünç olarak vermesini rica etti. Büyük olan, ona vermesini eşine emretti. Eşi tohumları aldı, büyük bir tencereye koydu ve kaynattı. Sonra Küçük olana verdi.

Küçük olanın bunlardan hiç haberi yoktu, gitti ve tarlasına onları ekti. Ancak tohumlar kaynamış olduğu için sapları bir türlü topraktan çıkmıyordı. Sadece tek bir çekirdek kaynamamıştı; böylece tek bir sap büyümeye başladı. Küçük olan hamarattı ve doğasında çalışkanlık vardı, bu nedenle onu günboyu sulayıp çapalıyordu. Sap kocaman bir ağaç haline geldi ve öyle bir başak filizlenir ki neredeyse yarım dönümlük bir araziye gölgelik yapıyordı.

Başak sonbaharda olgunlaşmıştı. Küçük olan eline bir baltayı aldı ve onunla başağı kesti. Başak yere düşür düşmez kocaman bir kuş olan Rokh gürültülü bir şekilde yaklaştı, başağı gagasına aldı ve uçtu gitti. Küçük olan, denizin kıyısına kadar onun peşinden koştu.

Kuş ona dündü ve insani bir şekilde şöyle konuştu: "Bana zara vermenize gerek yok. Bu başağın sizi n için değeri ne? Denizin doğusunda; orada Altın ve Gümüş adası var. Size oraya götürmek istiyorum. Orada istediğiniz kadarını alırsınız ve çok zengin olursunuz."

Küçük olan hoşnuttu ve kuşun sırtına bindi. Kuş ona gözlerini kapattırdı. Böylece sadece kulağında uğuldayan havanın sesini ve aşağıdan dalgaların kabarmasının gürülüsünü işitiyordu. Bir anda kuş adanın birine konar. "İşte geldik" dedi.

O anda Küçük olan gözlerini açtı ve etrafına bakındı; her tarafta parıldayan beyazlı sarılı şeyler görüyodu. Küçük parçalardan alabildiği kadarını aldı ve göğsüne koydu.
"Bu kadarı yeterli mi?" diye sordu Rokh.
"Evet, yeterli." diye yanıtladı.
"İyi o zaman. Tevazu zarardan korur." dedi kuş
Sonra onu yine sırtına aldı ve denizin üzerinden geri götürdü. Küçük olan eve vardığında kendine bir parça arazi satın aldı ve bir hayli hali vakti yerindeydi. Ancak abisini onu kıskanıyordu ve ona çıkıştı: "Parayı nereden çaldın sen?"

Küçük olan, herşeyi tüm gerçekliği ile ona anlattı. Abisi hemen evine gitti ve eşine danıştı.
"Bundan kolay bir şey yok." dedi eşi. "Tahılı yine kaynatırım ve bir tanesini de pişmemesi için ayırırım. Sonra onları ekersin; ne olacağına bakarız."

Konuşuldu, yapıldı. Bir tane kocaman bir sap topraktan çıktı ve tek bir başağı vardı. Nihayet hasat zamanı geldiğinde kuş Rokh yine geldi ve gagası ile onu götürdü. Büyük kardeş buna çok sevindi ve onun peşinden koştu. Kuş Rokh yine aynı şeyleri ona söyledi ve abisini adaya götürdü.

Orada altınların ve gümüşlerin her tarafı kapladığını gördü. En büyükleri dağlar kadar büyüktü, küçükleri ise tuğla büyüklügünde idi ve en küçükleri ise kum taneleri kadar küçüktü. Gözleri kamaşıyordu. Dağları yerinden oynatacak imkanı olmadığına hayıflanıyordu. Bu yüzden eğildi ve toplayabildiği parçaları topladı.

Kuş Rokh: "Bu kadar da yeter! Bunlara gücün yetmez."
Büyük kardeş: "Hele azıcık daha sabırlı ol. Bu kadar aceleci olma! Bir kaç tane daha toplamalıyım."
Bu arada bir hayli zaman geçmişti.

Kuş Rokh onu sürekli uyarıyordu: "Güneş birazdan çıkacak ve insanları yakacak kadar sıcak!".

Büyük kardeş hala "Azıcık daha bekle." diyordu.

O anda kocaman teker tüm gücü ile ortaya çıktı. Kuş Rokh denize uçtu, sıcaktan korunmak için kanatlarını açtı ve suyun içine daldırdı. Büyük kardeş ise güneşin sıcağında tükenip gitti.

Link to comment
Share on other sites

Üç kafiyeci

Bir evde üç kız yaşıyormuş. En yaşlısı bir doktorla evlenmiş, ortancası bir yargıçla evlenmiş ancak bir hayli zeki ve konuşmada becerili olan üçüncüsü ise bir çiftçi ile evlenmiş.

Velilerinin doğum gününü kutlamak ve onlara uzun yıllar mutlu ve mesut yaşama dileklerini sunmak için, kocaları ile beraber bir araya gelmişler. Kayınvalide üç damadına bir yemek hazırlamış ve bir şarap şunmuş.  
En yaşlı olan damat, küçük bacanağın okula gitmediğini bildiğinden dolayı, onu mahcup etmeye niyetlenmiş ve demiş ki: "Böyle sadece şarap içmek sıkıcı oluyor. Gelin bir kelime oyunu oynayalım. Herkes "Gökyüzünde, yeryüzünde, masada, odada" kelimelerinden oluşan kafiyeli ve anlamı olan bir şiir yazsın. Beceremeyen, ceza olarak, üç kadehi boşalana kadar içecek."

Hepisi buna sevinmiş. Sadece üçüncü bacanak mahçup olmuş ve gitmek istemiş. Ancak diğer misafirler gitmesine izin vermemişler ve ona oturması için baskı yapmışlar.

En yaşlı damat "Ben başlıyorum ve diyorum ki:  

Anka kuşu gökyüzünde gururla uçuyor,
Koyun yeryüzünde uysalca duruyor,
Bendeniz masada bilgece okuyor,
Hizmetçi odada sessiz ol diyor."

Ortanca devam eder: "Ve ben diyorum ki:
Gökyüzünde kumru uçar,
Yeryüzünde öküz toprağı eşeler,
Masada duran evraklar okunur,
Odada ise hizmetçi süpürgeyi götürür."

Üçüncü damat kekelemeye başlamış ve hiçbir şey söyleyememiş.
Diğerleri sıkıştırmışlar ve o başlamış:
"Gökyüzünde uçuyor - bir tane kurşun,
Yeryüzünde yürüyor - bir kaplan,
Masada duruyor - bir makas,
Odada sesleniyorum - seyise."

Diğer iki bacanak ellerine vurmaya ve gülmeye başlamışlar. "Dört cümle kafiyeli değil ki! Hiç bir anlama da gelmiyor.", demişler. "Kurşun bir kuş değil, seyis işini dışarıda yapar, yoksa onu odana mı çağıracaksın? Saçma, Saçma! Iç hadi!"

Tam konuşmayı bitirdiklerinde üçüncü kız onlarına yanına yaklaşmış. Kızgınmış ancak gülmemek için kendini zor tutuyormuş. "Cümlelerimizde neden anlam yokmuş? Dinleyin; size açıklayacağım:
Kurşun gökyüzündeki Anka kuşunu ve kumruyu öldürecek,
Kaplan yeryüzündeki koyonunuzu ve öküzünüzü yiyecek,
Makas masadaki tüm zımbırtılarınızı kesecek,
Nihayet seyis, hizmetçinizle evlenecek."

En yaşlı damat: "İyi dedin! Konuşmasını biliyorsun baldız. Erkek olsaydın, cebinde çoktan bir doktor vardı. Ceza olarak hepimiz kadehlerimizi boşaltıyoruz."

Link to comment
Share on other sites

  • 1 ay sonra...

Konfüçyüs

Konfüçyüs doğduğunda bir Qilin gelmiş ve Nefrit taşına tükürmüş. O taşın üzerinde şunlar yazıyormuş: "Su kristalinin oğlu, sen bir gün taçsız kral olacaksın!"

Büyümeye başlamış ve boyu dokuz ayak uzunluğunda olmuş. Karaymış ve çehresi çirkinmiş. Gözleri pörtlek ve burnu çıkıkmış. Dudakları dişlerini örtmüyormuş ve kulaklarının büyük delikleri varmış. Öğrenme konusunda çalışkanmış ve her konuda bilgiliymiş. Böylelikle azizlerden olmuş.

Birgün en sevdiği havarisi olan Yän Hui ile Büyük Dağın tepesine çıkmışlar. Güneydeki Yangsekiang´a kadar görülebiliyormuş. Yän Hui´e dönerek " Wu´nın şehir kapısının önündekinin nasıl bir şey olduğunu görüyor musun?" Yän Hui dikkatlice bakmış ve gözlerini kısmış, sonra demiş ki: "Bu bir parça beyaz bez."

"Hayır", demiş Konfüçyüs, "bu bir beyaz at." Ve daha dikkatlice bakınca, öyle olduğu anlaşılmış. Büyük Dağ başkent Wu´dan bin mil uzakta olmasına rağmen, Könfüçyus bu mesafeden beyaz bir atı tanıyabiliyorsa, bu onun keskin bakışına işaret eder. Yän Hui ona erişemese de o daen azından beyaz bir şey görmüş. Bu nedenle ona ikinci Aziz deniyormuş.

Başka bir zaman onun memleketinde bir kuyu kazmışlar. Orada koyuna benzeyen ancak tek bacağı olan bir hayvana rastlamışlar. Ne olduğunu kimse bilmiyormuş. Konfüçyüse sormuşlar. O demiş ki: "Bu bir zıplayan koyundur; ortaya çıktığında büyük bir yağmur gelir." Harbiden kısa bir süre sonra yağmur yağmaya başlamış.

Başka bir zaman Yangtsekiang´da bir şey kıyıya vurmuş, yeşil, yuvarlak ve karpuz kadar büyükmüş. Çu´nun kralı Könfüçyüse ne olduğunu sordurmuş. O demiş ki: "Yangtsekiang´daki yeşil ördek otunun her bin senede bir meyvesi olur. Kim bu meyveye sahip olursa, dünyanın hükümdarlğı onun eline geçer.

Başka bir zaman Konfüçyüsün memleketinde kocaman bir kemiği bulmuşlar. Onu arabaya yüklemişler ve Konfüçyüse danışmak için yanına gitmişler. O demiş ki: "Eski zamanlardan evvel Büyük Yü imparatorluktaki tüm beyleri yanına çağırır.Bir tek Rüzgar tutucu gelmez. Yü onu öldürtür ve oraya gömdürür. Rüzgar tutucu dedikleri bey,  bir devdi. İşte bu onun kemiği."

Ölüm, Konfüçyüse yaklaştığında, Lu´nun beyi av esnasında Konfüçyüsün doğumunda ortaya çıkan Qilin´i yakalamış ve onu öldürmüşler. Qilinin annesi zamanında onun boynuzuna bir iplik bağlamış ve  o iplik, ölürülen Qilinin boynuzunda hălă duruyormuş. Konfiçyüs bundan haber aldığında, ağlamaya başlamış: "Benim öğretilerim hiç başarılı değil! Ne yapıyorsun? Öleceğim zaten."

Sadece büyük bir şahsiyet dünyaya geldiğinde Qilin kendini gösteriyormuş. Konfüçyüs o devirde "Ülkelerin yükselişi ve çöküşü" isimli kitabını yazıyormuş. Bu olay olduğunda tüyü kenara bırakmış ve yazmaya devam etmemiş.

Rüyasında bir mabedteki iki orta direğin arasında oturuyormuş ve havarilerine şunu söylemiş: "Öleceğim"
Sonra bir şarkı bestelemiş:
    Büyük Dağ yıkılıyor,
    Beyin çatısı kırılıyor,
    Bilge oraya gidiyor.

Sonra yatağına uzanmış, hastalanmış ve ölmüş. Yaşarken olanları bildiği gibi, ölümünden sonrakileri de biliyormuş. Kendisini bir mabedin iki orta direğin arasında görmüş olduğu rüya, yüzyıllarca sonra ona gösterilecek hörmetin bir kehaneti idi.

Daha sonraları Han devrinde, Çung Li I, Lu´ya Bey olarak atandığnda kendi parasından Konfüçyüsün mabedini onarmaları için, mabet bekçisine on bin Lot vermiş. Orada Konfüçyüsün arabasını, masasını, yatağını, kılıcını ve ayakkabısını bulmuşlar. Dçang Be adında bir mabet işçisi, büyük salonun önünde otları ayıklarken toprağın içinde yedi tane Nefrit asası bulmuş.

Bir tanesini kendisi almış ve diğerlerini Dçung Li I´e götürmüş. O, onları Konfüçyüsün masasına koydurtmuş. Bu masa Konfüçyüsün eski ders salonunda duruyormuş. Bu salonun duvarında da bir yatak varmış ve yukarı tarafında büyük bir fıçı asılıymış.

Dçung Li I bunun ne olduğun mabet bekçisine sormuş. O yanıtlamış: "Konfüçyüsün bir mirası. Üzerinde kırmızı işaretli bir yazıt var. Bu ypüzden onu açmaya cesaret edemedim."

Dçung Li I demiş ki: "O bir azizdi, belki o fıçıda sonraki nesillere vermek istediği öğretiler vardır."

Fıçı açılmış. İçinde bir kağıt parçası varmış ve üzerinde şunlar yazılıymış: "Sonraları kitaplarımı düzenleyen bir bilgin gelecek. Arabamı, ayakkabılarımı ve kitap kutumu bulacak. Dçung LI I yedi tane asa alacak ancak Dçang Be bunlardan bir tanesini saklayacak."

Dçung Li I bu yazıyı okuduktan sonra Dçang Be´yi yanına getirtmiş ve ona demiş ki: "Orada yedi tane asa vardı, neden bir tanesini kendine sakladın?" O vakit Dçung Be yere çöker ve çaldığı asayı çıkartır.

Konfüçyüs bir zamanlar bir havarisine şunu söylemiş: "Yüz neslin hadiselerini önceden bilmek mümkün."
Bu hikayenin içinde bunun bir ispatı kendini gösteriyor.

Link to comment
Share on other sites

Create an account or sign in to comment

You need to be a member in order to leave a comment

Create an account

Sign up for a new account in our community. It's easy!

Register a new account

Giriş yap

Already have an account? Sign in here.

Sign In Now
×
×
  • Create New...