Jump to content

Mustafa Kemal Atatürk ve din


cigi

Recommended Posts

Su anda tam metnini hatirlamiyorum ama; Ataturk'un din ile aciklamasi "Bizim dinimiz, akla ve mantiga en uygun ve cagdas dindir. Oyuzden de son dindir" temelli bir aciklamasi var.

 

Boyle icerikli bir cumleden, Ataturk'un dine bakis acisini, dinsiz ya da olumsuz olarak degerlendirmek mantiksal olmaz.

 

Gerci Ataturk'un her konuya bakis acvisinda bir pragmatizm yatmaktadir.

 

Bu da, yaptigi tum aciklama ve uygulamalarin, kendi fikrimi, yoksa topluma uygunluk duzeyne gore mi secildigi konusunda bulaniklik yaratir.

 

Yalniz surasi bir gercekki, dini sadece bir inanc olarak ele almis, herkesi inancli olarak algilamis, bilimi ise egitimin, gelisimin yolu olarak gormustur.

 

Mesela Ataturk, herhangibir yerde evrimden bahsetmis midir?, inanci olumsuz olarak dile getirmis midir?

 

Zaten diyanet isleri ve istiklal marsi temelli dine bakis acisi da ortadadir. Ama, dedigim gibi; bu bir yararciliktir.

 

saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Su anda tam metnini hatirlamiyorum ama; Ataturk'un din ile aciklamasi "Bizim dinimiz, akla ve mantiga en uygun ve cagdas dindir. Oyuzden de son dindir" temelli bir aciklamasi var.

 

Boyle icerikli bir cumleden, Ataturk'un dine bakis acisini, dinsiz ya da olumsuz olarak degerlendirmek mantiksal olmaz.

 

Gerci Ataturk'un her konuya bakis acvisinda bir pragmatizm yatmaktadir.

 

Bu da, yaptigi tum aciklama ve uygulamalarin, kendi fikrimi, yoksa topluma uygunluk duzeyne gore mi secildigi konusunda bulaniklik yaratir.

 

Yalniz surasi bir gercekki, dini sadece bir inanc olarak ele almis, herkesi inancli olarak algilamis, bilimi ise egitimin, gelisimin yolu olarak gormustur.

 

Mesela Ataturk, herhangibir yerde evrimden bahsetmis midir?, inanci olumsuz olarak dile getirmis midir?

 

Zaten diyanet isleri ve istiklal marsi temelli dine bakis acisi da ortadadir. Ama, dedigim gibi; bu bir yararciliktir.

 

saygilarimla;

 

evrensel-insan

 

Sevgili evrensel insan,

 

Atatürk'ün din hakkında söylediği olumlu sözlerin çoğu 20'li yılların başındadır.Cumhuriyet henüz ilan edilmemişti.Nitekim 26 yılında "Benim bir dinim yok ve bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum" sözünü söylemiştir.

 

Evrim teorisi ile ilgili de bir çok sözü vardır.Bir kaçı bunlar;

 

Hayat her hangi bir doğa dışı etkenin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimyasal ve fiziksel olaylar dizisi sonucudur. Hayat sıcak, güneşli ve sığ bir bataklıkta başladı. Oradan sahillere ve denizlere yayıldı. Denizlerden tekrar karalara geçti. İlk hayvan denizlerde balık ve karalarda muhtelif kemikli yaratıklar oldu. Bunlar devirlerde şekilden şekile tekamül ettiler. İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bu günkü şekline geldi.

 

Tabiatın, her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.

 

 

 

İnsanlar, sürfeler gibi sulardan çıktılar ilk önce. İlk ceddimiz balıktır. İşler daha ilerledikçe o insanlar, primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız; düşüncelerimiz insandır.

 

 

 

Hayat, her hangi bir tabiat harici etkenin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde tabii ve zaruri bir kimya ve fizik seyri neticesidir.

Link to comment
Share on other sites

evrensel-insan,

 

1931 yılındaki Lise 2 Tarih Ders Kitabı'nı inceleyiniz. Orada Atatürk'ün din, Muhammed ve İslam hakkındaki net düşüncelerini okumakla kalmayacak, aynı kitapta evrim teorisini de anlattığını göreceksiniz. Muhammed'in peygamberliğine falan inanmadığı gibi, çok daha ağır eleştirileri mevcut. Dinlerin insan yazması metinler olduğunu söyler ve İslam'ın başlangıcının masaldan ibaret olduğunu da ekler.

 

Hatta o kitapta (sayfa 142) insan ve goril iskeletinin yan yana sergilenip, ikisinin aynı atadan geldiğinin resimli olarak anlatıldığına da rastlayacaksınız.

Ondan önceki iki sayfada (140 ve 141) ise "Hayatın Başlaması ve İnsanın Zuhuru" başlığı altında, yine resimli olarak evrim teorisi anlaıtır.

 

http://e-kutuphane.e....tr/pdf/405.pdf

 

 

Ayrıca:

 

 

Hayat herhangi bir doğa dışı etkenin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimyasal ve fiziksel olaylar dizisi sonucudur. Hayat sıcak, güneşli ve sığ bir bataklıkta başladı. Oradan sahillere ve denizlere yayıldı; denizlerden tekrar karalara geçti. İlk hayvan denizlerde balık ve karalarda muhtelif kemikli yaratıklar oldu; bunlar devirlerde şekilden şekile tekamül ettiler. İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bu günkü şekline geldi..."

(Afet İNAN - Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler)

 

"İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bugünkü şekline geldi. İnsanın bugünkü yüksek zekâ, idrak ve kudreti, milyonlarca ve milyonlarca kuşaktan geçerek hazırlandı. Artık insan bugün, doğanın sonsuz büyüklüğüne ve doğa içinde kendi türünün yazgısına, gittikçe büyüyen bir irade ve bilinç ile bakıyor."

(Afet İNAN - Atatürk Hakkında Hatırlara ve Belgeler)

 

"İnsanlar, sürfeler (kurtçuklar) gibi sulardan çıktığı için, önce ilk atamız balıktır. İşler daha da ilerledikçe o insanlar primatlar grubundan türediler; biz maymunuz, düşüncelerimiz insandır."

(Enver Ziya Karal, Atatürk'ten Düşünceler)

(Ruşen Eşref Ünaydın - Atatürk T. ve D.K.H)

 

 

Atatürk inançsızdır. Ateist olduğunu pek sanmıyorum, ben şahsen panteist olduğunu düşünüyorum ama bu ayrıntıyı önemsiz buluyorum.

Link to comment
Share on other sites

Saygideger IFeelGood;

 

Toplumumuzda bir seyi savunuya gecmek o kadar alisilagelmis ve otomatiklesmiski.

 

Ben mesajimda Ataturk'un kendi agzindan dine bakisini verdim, ne bir yorum yaptim, ne de elestirdim.

Yani sadece olan bir seyi, kendi dusuncemi katmadan dile getirdim, hepsi bu.

 

Benim Ataturk hakkinda bildigim ve algiladigim tek sey; dusunce ve yaptiklarinin gozlemi adina, pragmatist oldugudur.

 

Zaten Ataturk ile ilgili her turlu tartisma da buradan gelir. Cunku, dinlisi de, dinsizi de; tanrilisi, tanrisizi da, inanclisi inancsizi da solcusu da, sagcisi da, inancsali da, bilimseli de kendinde Ataturk'u bulur.

 

Mesela sen diyanet baskanligini ve dogan herkesin nufus kagidina islam yazilmasini ve Istiklal Marsi'nin sozlerini Ataturk adina nasil aciklarsin?

 

Ataturk'un laik anlayisinin sekuler dusunceye dayanmamasini neyebaglarsin?

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Guest DİRİLİŞ

Saygideger IFeelGood;

 

Toplumumuzda bir seyi savunuya gecmek o kadar alisilagelmis ve otomatiklesmiski.

 

Ben mesajimda Ataturk'un kendi agzindan dine bakisini verdim, ne bir yorum yaptim, ne de elestirdim.

Yani sadece olan bir seyi, kendi dusuncemi katmadan dile getirdim, hepsi bu.

 

Benim Ataturk hakkinda bildigim ve algiladigim tek sey; dusunce ve yaptiklarinin gozlemi adina, pragmatist oldugudur.

 

Zaten Ataturk ile ilgili her turlu tartisma da buradan gelir. Cunku, dinlisi de, dinsizi de; tanrilisi, tanrisizi da, inanclisi inancsizi da solcusu da, sagcisi da, inancsali da, bilimseli de kendinde Ataturk'u bulur.

 

Mesela sen diyanet baskanligini ve dogan herkesin nufus kagidina islam yazilmasini ve Istiklal Marsi'nin sozlerini Ataturk adina nasil aciklarsin?

 

Ataturk'un laik anlayisinin sekuler dusunceye dayanmamasini neyebaglarsin?

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

 

Atatürk, tarih sahnesinde oynadığı rolün gereği olarak toplumun tümünü birden kucaklamak durumunda olan ve bunu da büyük ölçüde başarıyla yerine getirmiş çok yönlü bir liderdi. Gençliğinde din konusunda çevresine eleştirel yaklaşımlar sunmak şansına zaten sahip değildi. Gençliğini cepheden cepheye, siperden sipere koşarak geçiren bir komutan, ülkesi yıkıcı savaşlardan felaketlere sürüklenirken, düşman işgaliyle can çekişirken tabiidir ki öncelikle üzerine düşen en önemli görevi yerine getirmeli ve düşmanı def etmeliydi. Bu nedenle, cumhuriyet öncesi dönemde Mustafa Kemal'in dine ilişkin gerçek fikirlerinin tarih kaynaklarında doyurucu bir açıklamasına rastlayamayız. Kurtuluş Savaşı'nda, örneğin Bursa'da cami hocasından ahalinin Kuvayı Milliye'ye destek vermesinin dinimizin gereğini olduğu yolunda bir hutbe vermesini ister. Ortama göre hareket etmenin kritik bir zorunluk olduğunun bilinciyle davranan Mustafa Kemal'in dünya görüşünü savaş halinin olağanüstü şartları içinde değerlendirmek gerekir. Bu olağanüstü şartlar karşısında başka türlü davranmasının olanaksız olduğunu görmemek sadece aptallığa işarettir.

 

İslam kültürüyle yoğrulmuş geri ve ilkel bir toplumu çağdaşlaştırmak dünyanın en zor işidir. Tarihte, Atatürk dışında bunu başarabilmiş bir tek lider daha yoktur. Peki ama O bunu nasıl başardı? Kürsüye çıkıp, "İslam inancı yasaklanmıştır! Bundan böyle Türk milleti herhangi bir dine iman etmeyecek ve sadece bilimin yolunda ilerleyecektir." diyebilir miydi? Bu yöntemin en ufak bir başarı şansı var mıdır? Toplumun asırların karanlığında kökleşmiş önyargılarını, tabularını bir çırpıda çöpe atıp birden bire tertermiz, apaydanlık bir kültürü benimsemesi olanaklı mıdır?

 

Şimdi; İstiklal Marşı'nın kabul edildiği 12 Mart 1921'in Türkiyesinde, M. Kemal'in daha çağdaş bir ulusal marşın hazırlanmasını emretme şansı ve kudreti var mıydı? Henüz saltanat bile lağvedilmemişken...

 

Atatürk'ün fikirlerinde yalnız olduğunu ve bunları hayata geçirmek için müthiş bir strateji uyguladığını tarihsel kronoloji yardımıyla izlemek mümkündür. Elbette bunca engeli aşmasında, yakın arkadaşlarının ihanetine rağmen başarılı olabilmesinde eşsiz liderlik yeteneğinin ve gücünün had safhada rolü vardır. Yoksa, kimi kendini beğenmiş ukalaların söyledikleri gibi elinde devrimci, ilerici bir kadro olduğu için başarılı olabilmiş değildir. O'nun başarısının sırrı, dahice taktiklerle şartların en elverişli olduğu anı bekleyip gücüyle orantılı bir çıkışla fikirlerini icraata geçirmesindedir. Bunu yaparken sadece hitabet ve ikna gücünden değil, ordu üzerinde sahip olduğu otoriteden de yararlanmıştır. Yeri gelmiş sıranın üzerine çıkıp hasımlarını açıkça tehdit de etmiştir.

 

Ama, dinle savaşta, dini doğrudan doğruya karşısına alması olanaksızdır. Çünkü, birlikte çalışacağı dava arkadaşları bile çoğunlukla dinin etkisindedir. Hele ki, İsriklal Marşı'nı kabul eden 1. TBMM, Osmanlı döneminin tüm izlerini içinde taşıyan, eşraftan derme, tutucu, gerici, çıkarcı ve hatta hain vekillerin oluşturduğu iptidai ve rastgele bir örgütlenmedir. Bu meclis içinde kısa zamanda çıkar birlikteliği üzerine kurulu gerici oluşumlar baş göstermiştir. Böyle bir ortamda dine eleştiri yöneltmek değil, kokuşmuş bir makam olduğu su yüzüne vuran saltanatı kaldırmak bile bir mucizedir.

 

Bir İslam toplumu değiştirmek, bir Tek Adam dehası ve otoritesiyle ancak bu kadar başarılabilirdi. 2011 yılında bilgisayar karşısına geçip 1921 yılının koşullarında yaşanan olayları değerlendirirken biraz insaflı olmaya dikkat etmek, evresel olmasa da herhalde insan olmanın önkoşullarından olsa gerektir.

Link to comment
Share on other sites

evrensel insan,

 

"Mesela Ataturk, herhangibir yerde evrimden bahsetmis midir?, inanci olumsuz olarak dile getirmis midir?" diye açıkça sormuşsunuz. Dolayısıyla benim size yazdığım ileti bir savunma değil, açık ve net olarak "yanıt"tır.

 

Atatürk tamamen laik bir ülke kurmak istemesine rağmen neden Hilafet ile Şeriye ve Evkaf Vekaletini kaldırmışken Diyanet İşlerini kurmuştur?...

 

Laiklik, din tehdididin olduğu, dinin rejim üzerinde bir tehdit oluşturduğu ülkelerde uygulanır. Bildiğiniz gibi Osmanlı bir hilafettir. Padişah bizzat halifedir ve şeyhülislamla birlikte fetvalar verir. Yüzyıllar boyu sadece ve sadece dinle yönetilmiş, dinden başka hiçbir faktörün yasalar üzerinde söz sahibi olmadığı bir ülkedir Osmanlı...

Ulema vardır (bunlar adeta ruhbanlar sınıfı gibidir, ayrıca ruhbanlık eğilimleri de vardır) ve özellikle son dönemde padişahı ve o makamı din kılıfıyla korumayı görev edinmiştir.

 

Atatürk dini sadece vicdanlara hapsetmek gerektiğini bilen biriydi ama ülke seküler olamazdı, mümkün değildi. Bu da bir süreç ve bilinç işidir. Bunun dışında seküler sistemde dini kontrol etme şansı tamamen sıfıra iner, sistem onu gerektirir çünkü. Oysa bizim çok dikkatli olup devletin kontrolü altına almamız gerekiyordu.

 

Fakat Diyanet çoktan kaldırılmalı, kimliklerin din hanesi de boş bırakılmalıydı. Atatürk Diyanet'i belli bir amaç için gerekli görmüş ve kurmuş ki çok doğru bir strateji uygulamış ancak bugün artık gereksiz olmak bir yana, arzulanan laik uygulamayla uyumsuz. Yük.. Zararlı ve tehlikeli..

 

Peki siz, Tevhid-i Tedrisat Yasası ile birlikte, Atatürk'ün okullardan din dersini tamamen çıkardığını biliyor muydunuz?

Laiklik, 1928 yılında anayasa ile güvenceye alındıktan iki yıl sonra din dersleri kaldırıldı. Yoktu... Onun ölümünden kısa süre sonra ne evrim teorisi kaldı kitaplarda, ne de din tehlikelisine karşı kararlı duruş..

Din dersini isteyen aileler alabilir dediler, sonra da istemeyenler muaf olsun diye değiştirdiler.

Ve 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar, çocuklara sabah akşam Atatürk dedirtirken bu din dersi denen laneti zorunlu kıldılar.

Atatürk'ün adına, Atatürk'ün adıyla yaptılar bunu.

Link to comment
Share on other sites

Saygideger Dirilis &IFeelGood;

 

Iki turlu bakis acisi vardir, biri savunu biri elestiri.

 

Sizin bakis aciniz savunuya yonelik odugu icin, Ataturk'un her yaptigini mutlaka aklinizin inanabilecegi bir dogruya oturtmaniz gerekir ve dile getiriminiz de bu yondedir.

Ben ise aksini dusunuyorum ve eger Ataturk sekuler zihniyete sahip olsaydi, dini inanci olmasaydi; bu sekilde dusunup davranamazdi.

 

Koskoca hilafeti ve padisahligi yikmaya curet ediyor da, sizin savundugunuz konulari mi uygulamaya curet edemeyecek?

 

Ataturk tek liderdi ve elinde her turlu yetki vardi ve her yaptigina da karsi cikilmiyordu. Oyuzden diyanet isleri ve istiklal marsi konusu, Ataturk'un yapamadigini degil; tam da o zihniyette oldugunu gosterir.

 

Mesela Lenin nasil yapabildi,dinin ustune gidebildi?

 

Oyuzden konu Ataturk yapamazdi degil; yapacak zihniyete sahip degildidir.

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Saygideger IFeelGood;

 

Atatürk dini sadece vicdanlara hapsetmek gerektiğini bilen biriydi ama ülke seküler olamazdı, mümkün değildi.-IFG-

 

 

Bakin ayni zihniyet, ulke mi sekuler olamazdi, yoksa Ataturk'temi sekuler bilinc yoktu?

 

Ayrica evrimden bahsetmek baskadir, evrimden yana olmak baskadir.

 

Oyuzden algilanmasi gereken konu, Ataturk yapamadiklarini yapacak bilinc ve duzeydemiy di, yoksa ulke ve toplumu mu hazir degildi?

 

Eger nedeni ulke ve toplumunda bulursak, bu bizi sadece otomatik ve bilinc alti olarak savunuya goturur.

 

Peki ulke ve toplumu hilafetin ve padisahligin kaldirilmasina hazirmiydi da kaldirildi, yoksa Ataturk bunlari kaldirma duzey ve bilincindemiydi?

 

Eger Ataturk'u savunu zihniyetiyle konuya yanasirsak, Ataturk'un dusunce ve bilinc duzeyini algilayamaz ve degerlendiremeyiz.

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Saygideger pante;

 

Bunu defalarca ortaya koydum. Burada da ortaya koyayim. Laiklik bir duzen anlayisi, sekulerlik bir bakis acisidir.

 

Laiklik, din ile devlet islerinin biribirinden farkliligi demek iken, sekulerlik; dunyevilik, beserilik ve aklilik demektir.

 

Yani sekuler zihniyete sahip olan biri, islamin sartlarini uygulamaz ve ona inanmaz. Sekuler zihniyette, dunya oteligi, cennet cehennem, melek, huri, peri, cin, seytan v.s. yer almaz. Yasam dunyevidir.

 

Sekuler zihniyete sahip olanin dunya otesi bir dusunce ve davranisi olamaz, ama bir cesit tanriya inanc besleyebilir.

 

Bir musluman TC de oldugu gibi, laik bir duzende yasayabilir, ama sekuler olamaz.

 

Bir kisi laik olamaz, sadece laik duzeni savunabilir, isteyebilir.

 

Ayrica laik duzeni isteyen kim olursa olsun, onun bu sekuler oldugu anlamina gelmez.

 

Simdilik burada keseyim, daha cok aciklama istersen, verebilirim.

 

saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Sekuler zihniyet tasiyan bilimi dinin onune cikaran dusunceye sahip bir kisi, asagidaki istiklal marsindaki misralara izin vermez.

İstiklal Marşı

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!'

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu ******, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...

Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şuhedâ fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli:

Değmesin mâbedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,

Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden nâ'şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!

Mehmet Akif Ersoy

 

 

Kirmizi renkli misralar.

 

saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Saygideger Dirilis &IFeelGood;

 

Iki turlu bakis acisi vardir, biri savunu biri elestiri.

 

Sizin bakis aciniz savunuya yonelik odugu icin, Ataturk'un her yaptigini mutlaka aklinizin inanabilecegi bir dogruya oturtmaniz gerekir ve dile getiriminiz de bu yondedir.

Ben ise aksini dusunuyorum ve eger Ataturk sekuler zihniyete sahip olsaydi, dini inanci olmasaydi; bu sekilde dusunup davranamazdi.

 

Koskoca hilafeti ve padisahligi yikmaya curet ediyor da, sizin savundugunuz konulari mi uygulamaya curet edemeyecek?

 

Ataturk tek liderdi ve elinde her turlu yetki vardi ve her yaptigina da karsi cikilmiyordu. Oyuzden diyanet isleri ve istiklal marsi konusu, Ataturk'un yapamadigini degil; tam da o zihniyette oldugunu gosterir.

 

Mesela Lenin nasil yapabildi,dinin ustune gidebildi?

 

Oyuzden konu Ataturk yapamazdi degil; yapacak zihniyete sahip degildidir.

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

 

 

Size göre Atatürk Diyanet'i kurduğu ve İstiklal Marşı'na OK dediği için müslüman mıdır? Bunları seküler biri yapmaz mıydı?

 

Pes!..

 

Lenin nasıl yapmış da Atatürk yapamamış..

Lenin'in ülkesiyle Atatürk'ün ülkesi bir miymiş? Size hilafetten sözediyorum. Padişah fetva veren bir halifeydi, bu ülke yüzlerce yıl boyu sadece dinle yaşadı diyorum.

Üstelik Atatürk komünist bir devrim yapmamış, yapmayı da düşünmemiştir.

 

Konu cür'et edip etmemek değildir. Hilafeti yıkıp laik ve demokratik cumhuriyeti kurmuş, üstelik bunu korkunç bir savaştan çıktıktan sonra kısa süre içinde yapmış, din derslerini kaldırmış, dinin nemenem bir zırva olduğunu açıkça anlatmış, evrimi öğretmeye çalışıp okul kitaplarına geçirmiş bir adamdan sözediyoruz.

 

Siz önce bunları bir kavrayın, ondan sonra kişisel olarak seküler miydi değil miydi daha iyi görürsünüz.

Atatürk elbette seküler bir kişidir.

Diyanet'i kişisel tatmin için kurmadığına göre...

 

İstiklal Marşı da bağımsızlığını kazanan müslüman halk için ilaç gibidir. Ben ki hayatımın hiçbir devresinde inanç taşımamışımdır ve milliyetçi biri olmamışımdır, çok severim İstiklal Marşı'nı. Beni hiç mi rahatsız etmediği gibi aldır götürür, bağımsızlığı için kendini açıkça feda etmiş o nesle hayranlık duymama neden olur.

Onların marşıdır o. Bize de bağımsızlık ve cumhuriyetimizle birlikte mirastır.

 

Hadi beni de inançlı falan ilan edin....

-------------

 

Daha fazlası saçmalamak olacak.

Ben burada kesiyorum.

Link to comment
Share on other sites

Saygideger pante;

 

Bunu defalarca ortaya koydum. Burada da ortaya koyayim. Laiklik bir duzen anlayisi, sekulerlik bir bakis acisidir.

 

Laiklik, din ile devlet islerinin biribirinden farkliligi demek iken, sekulerlik; dunyevilik, beserilik ve aklilik demektir.

 

Yani sekuler zihniyete sahip olan biri, islamin sartlarini uygulamaz ve ona inanmaz. Sekuler zihniyette, dunya oteligi, cennet cehennem, melek, huri, peri, cin, seytan v.s. yer almaz. Yasam dunyevidir.

 

Sekuler zihniyete sahip olanin dunya otesi bir dusunce ve davranisi olamaz, ama bir cesit tanriya inanc besleyebilir.

 

Bir musluman TC de oldugu gibi, laik bir duzende yasayabilir, ama sekuler olamaz.

 

Bir kisi laik olamaz, sadece laik duzeni savunabilir, isteyebilir.

 

Ayrica laik duzeni isteyen kim olursa olsun, onun bu sekuler oldugu anlamina gelmez.

 

Simdilik burada keseyim, daha cok aciklama istersen, verebilirim.

 

saygilarimla;

 

evrensel-insan

 

Saygıdeğer Evrensel-insan;

 

Öncelikle şunu açık olarak ortaya koyalım:

Devletin dinci ve dindarlığı karşısında iki sistem vardır. Laiklik ve sekulerlik.

Laiklik olsun, sekulerlik olsun her ikisinde de devletin dine dayalı bir yönetim anlayışı yoktur. Devletin dini yoktur. Devlet ve hükümet yöneticileri hiçbir konuda dini referans alarak karar alamazlar. Dinsel söylemlerde bulunamazlar.

 

Dolayısıyla "sekuler olan dinsiz olabilir ama sekuler değilse dindardır" düşüncesi yanlıştır.

İster sekuler sistemde, isterse laik sistemde dindar topluluklara yer vardır.

Avrupa'da protestan ağırlıklı ülkelerde sekulerlik, katolik ağırlıklı ülkelerde laiklik vardır.

 

Türkiye'de anayasasında "Devletin dini islam'dır" ibaresinden ve halifelikten sadece birkaç yıl içinde laikliğe geçiş vardır ki; laikliğin Avrupa'dakinden farklı bir çizgide oluşunun nedeni budur. Avrupa reform hareketlerinden sonra uzun bir süreçte toplumsal evrimini tamamlayarak sekulerliğe ve laikliğe geçmişken bizde dinci-hilafetçi milletvekilleriyle Diyanet konsensüsü ile hilafet kaldırılabilmiştir. Ayrıca Avrupa ve Amerika'da dincilerin siyasal iktidar olma ve teokrasi kurma tehlikesi-riski yoktur.

 

Delil olarak sunduğun İstiklal Marşı ise devletin dini İslam'ken ve TC daha ortada yokken kabul edilmiştir ki, zamanla tabu haline gelmiştir. Marşın değişikliğinden bahsetmek, İslam'da reform yapmak kadar aykırı görülmektedir. O nedenle değiştirilemezdi zaten.

Aradan geçen 90 yıl sonra bugün bile lafını etmek cesaret gerektirmektedir. Anlamsız bir "andımız" konusunun bile nasıl bir tepki ile karşılandığını biliyoruz.

Link to comment
Share on other sites

Laikliğe kafayı takmışsınız da

hiç düşünmüyorsunuz Batı dünyası

Dünyayı sömürüp, dünyanın hammaddesini kendi ülkelerine yığıp

çok ama çok aşırı zengin olmasalardı

bu laiklik, demokrasi gibi kavramların bir önemi kalır mıydı?

Zenginlik mi bu kavramlardan doğmuştur,

yoksa bu kavramlar mı zenginliği doğurmuştur?

Ben size söyleyim Batı dünyayı sömürmeseydi

bugün bu kavramların hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktu.

Link to comment
Share on other sites

Saygideger pante;

 

laicism: control of political and social institutions by secular elements-

 

Goruldugu gibi, laiklik; politik ve sosyal yapilanmalarin sekuler, elemanlar, temel ilkeler/esaslar eliyle/yoluyla kontrolu demek.

 

Turkiye'de olan laiklik degil; sadece dinin milliyetin yaninda ikinci plana gerilemesidir.

 

Osmanli ile farki, Osmanlida da seriat yoktu ama din on plandaydi. TC'nde ise yine seriat yok, ama; din degil, milliyet on plana cikarildi. Oyuzden de din ile devlet islerinin birbirinden ayrilmasi, sadece gostermelik. Ayrica inanc ozgurlugu de.

 

Laiklik din ile ugrasmaz, ne destekler, ne dekarsisina alir. Oyuzden isteyen sekuler, isteyen dinli olarak laiklikte yasar. TC henuz birak sekuler yasamayi, baska dinin one cikarilmasi bile sorun. Ustelik din siyasetin bir cikar araci haline gelmis.

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Saygideger IFeelGood;

 

Istersen tartismayas gecmeden once, tartismanin yonunu belirliyelim.

 

Ataturk bazi seyleri yapmadi mi, yoksa zaten yapabilecek bilincte, bilgi de ve dusunce de degil miydi?

 

Sizce hangisi? ve neden o?

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

 

Yapabilecek bilince sahip olmayan biri, sınırı da belirlemeyi beceremezdi. Atatürk'ün yaptığı devrimler aşırı değildir. Şeriat ve padişah yanlıları bugün hala "travma" olduğunu söyler o devrimlerin. Oysa halkı bir şekilde yanına almayı başarmıştır Mustafa Kemal. Çok sert, aşırı devrimler tutmazdı. Sosyolojik gerçeklerden kopuk devrimler değildir onlar.

 

İzninizle bu başlığa Atatürk, Din ve Cumhuriyet başlıklı bir yazı dizisi asacağım. Vakit bulduğunuzda okumanızı öneririm. Hubbez adlı bir arkadaşımızın yazdığı, tamamen objektif bir bakış açısının ürünü bir yazı dizisidir. Ateistforum'un portalına da eklediğimiz bir yazı dizisir çünkü önemli ayrıntıları vurgulamıştır.

Atatürk'ü ve bilincini, dine ve yaşama bakışını çok başarılı biçimde aktardmıştır. Her bir satırına katıldığım, daha da öte imza atabileceğim bir yazıdır.

 

-------------------

 

 

Ben Atatürkçü değilim.

 

Bir çok konuda Atatürk ile hemfikir olmam beni Atatürkçü yapmaz. Zira Atatürk ün benimsemediği bir çok doktrini de benimseyen biriyim aynı zamanda. Atatürk ün onaylamadığım düşünceleri olduğu gibi.

 

Bunlar beni Atatürk e ihanet ediyor da yapmaz. Atatürk benim hayranı olduğum tarihte yer almış bir çok kişiden biridir.

 

“… Din birliğinin de bir ulusun kuruluşunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Ne var ki, biz, bizim gözümüzün önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz….

Türkler İslam dinini benimsemeden önce de büyük bir millet idi.

Bu dini benimsedikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan İranlıların, ne de Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarına yol açtı. Tersine, Türk uslunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını, ulusal coşkusunu uyuşturdu. Bu çok doğaldı.

Çünkü Muhammed’in kurduğu din bütün ulusallıklarının üstünde yaygın bir Arap milliyetçiliği politikasına dayanıyordu. Bu Arap düşüncesi, ümmet sözcüğü ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah sözcüğünün her yerde yükseltilmesine adamaya zorunlu idiler. Bununla birlikte Allah’a kendi ulusal dilinde değil, Allah’ın Arap budunda gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve duada bulunacaklardı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti.

Bu durum karşısında Türk ulusu bir çok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir sözcüğünün bile anlamını anlamadan Kuran’ı ezberleyip beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan hırslı hükümdarlar, Türk ulusunca ne olduğu, kim olduğu belirsiz cahil hocalar ağzıyla saçılan ateş ve azap ile korkunç bir karanlık ve karışıklık içinde kalan dini, kendi tutkuları ve politikaları uğruna bir araç olarak kullandılar. Bir yandan Arapları zorla boyundurukları altına aldılar, bir yandan Avrupa’da Allah sözcüğünün kutsal parolası altında Hıristiyan uluslarını yönetimleri altına aldılar. Fakat onların dinlerine ve ulusallıklarına ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar ne de onlarla birleşerek güçlü bir ulus yarattılar.

 

Mısır’da belirsiz bir adamı Halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye, bir palaspareyi halifelik belgisi ve üstünlüğü olarak altın sandıklara koydular. Halife oldular. Kimi zaman doğuya, kimi zaman batıya kimi zamanda dört bir yana saldıra saldıra Türk ulusunu Allah için peygamber için topraklarını, çıkarlarını ve benliğini unutturacak yalnız Allah yolunda olacak denli derin bir kendinden geçmişlik ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Ulusal duyguyu yok eden, bu dünyaya değer verdirmeyen; yoksulluklar ve yoksunluklar ve kötülükler baş göstermeye başlayınca da, asıl gerçek mutluluğa öldükten sonra öbür dünyada kavuşulacağı inancını aşılayan dinsel dogma ve dinsel duygu ne var ki ulusun uyanıp aklı başına geldiği zaman, şu acı gerçeği görmesine engel olamadı. Bu korkunç manzara karşısında kalanlara, kendilerinden önce ölenlerin ahiretteki mutluluklarını düşünerek ya da bir an önce ölmeye dua ederek ahirete kavuşmayı öğütleyen bir din duygusu, dünyanın en acı tokadıyla Türk ulusunun vicdanındaki çadırını yıktı; çağrılıları, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türklerin ortak vicdanı, derhal yüzlerce yüzlerce yıllık güçle ve açılıp ilerleme tutkusuyla, büyük bir coşkuyla çarpışıyordu. Ne oldu?... Türk’ün ulusal duygusu artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski ve gerçek büyük Türk atalarının kutsal kalıtlarının, son Türk “el”lerinin savunma ve korunmasını düşünüyordu.

 

İşte dinin ve din duygusunun Türk ulusunda bıraktığı anı.”

(Yurttaşlık Bilgileri/Mustafa Kemal Atatürk-Çağdaş Yayınları 1996)

 

Aynı Atatürk şunları da demiştir:

 

"Ey millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah'ın selameti, sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri duyurmaya memur ve elçi olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki, Kur'andaki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." 1

 

"Din vardır ve lazımdır. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"2

 

 

"Bizim dinimiz en makul ve en tabi dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur.""Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri, hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz da." 3

 

"Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edebilmekte, Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanıkuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." 4

 

 

"Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür- Adalet-i ilahiye, O'nun tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devrede mütalaa olunabilir, ilk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanligin kemal (olgunluk) devridir."5

 

"Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki Kuran'i azimüssandaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, temel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa hakikate tamamen uyuyor. Eğer akli mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabi kanunlar arasında aykırılıklar olmalı gerekirdi. Çünkü bütün kanunları yapan Cenab-ı Hak'tır."6

 

"Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var malzemesi iyi. Fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayi takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktir"7

 

"O,(Hz. Muhammed) Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonsuza kadar O ölümsüzdür."8

 

"Büyük inkılap yaratan Hazreti Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak O'nun koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir.9

 

"Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hazreti Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak takip etmeli. Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli. İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilir."10

 

Elbette burada konunun özü Atatürk'ün dini inanışının ne olduğu ya da olmadığı değil.

Burada Atatürk'ün kişisel inancı örnek gösterilmiyor, "Aaa Atatürk de inanıyormuş hadi biz de inanalım" veya "O inanmıyor madem, öyleyse bizler de ateist olalım bari" adına yazılmıyor bunlar.

 

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nin direksiyonunda uzun seneler kalan biridir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderinde rolu olan, geleceğinde söz sahibi olan, oldurtan biridir, bu bağlamda bu konu önemlidir.

 

Ortada taban tabana zıt olan söylemler var. Atatürk çark mı etmiştir, yoksa birileri Ataürk'ün adına çark mı çevirmektedirler?

Bu önemlidir...

 

***

 

Atatürk'ün camide çekilmiş tek bir resmi yoktur. Namaz kılarken, dua ederken de görülmemiştir. Vefat ettiği zaman dini bir tören yapılmamıştır, cenaze namazı kılınmamıştır. Sadece kızkardeşinin ricası ile, defnedilirken dua okunmuştur.

 

Şimdi diyebilirsiniz ki, bu onun şahsi inanç şeklidir, bunu dayatmamıştır, millete yansıtmamıştır.

 

Hayır efendim, yansıtmıştır...yansıtmak için de bir çok girişimlerde bulunmuştur:

 

Atatürk gerek din gerekse İslam hakkında sahip olduğu düşüncelerinin yaşam bulması için girişimlerde bulunmuştur.

 

"Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır.." Atatürk 1926 (Andrew Mango'nun Atatürk adlı kitabından Sayfa: 447)

 

Ayrıca;

 

"Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın." Kuran - Fatır Suresi/43.

 

Ayete karşılık, bakınız ne demiş;

 

"Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur.." Atatürk

 

Dahası;

 

“Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..” Atatürk (Kazım Karabekir'in kitabından sayfa 157, 158, 159.)

 

"Arapoğlunun yaveleri"

 

...demiştir. Ve bu düşüncelerini yansıtmak için elinden geleni ardına koymamış, takipçisi olmuştur.

 

Soruyu unutmadım. Söylemlerde neredeyse taban tabana zıtlık var demiştim ve sormuştum: Atatürk çark mı etmiştir?

 

Yukarıdaki söylemlerinin tamamı 29 Ekim 1923 günü öncesidir. Atatürk Balıkesir hutbesinde (Şubat 1923), TBMM kuruluşunda (Nisan 1920) bu ve benzer söylemlerde bulunmuştur.

 

Hala bir İslam Devleti olan Türkiye de yani. Nedense bu söylemler ortaya konulur ama "Cumhuriyet ilan edilmemişti" demez...

"Şeriatın kucağında bir meclis vardı" diye belirtmez, "Atatürk hepimizden daha böyyük dinci idi" diye ilan ederler.

Diyanet'in resmi sitesi bile alır bunu, utanmadan kendine malzeme eder. Herkes de bunu yutar ya da yutarmış gibi görünür...

 

Dinciler varlıklarını beceriksiz liberallere, ahmak merkezcilere borçludurlar; ya da sağcılarla solcuların çuvallamalarından nemalanırlar. Sağcılar da beceriksiz solcuların varlığı ile varlık gösterirler. Bunlar birbirlerinin yok olmasını istemezler; var olmalarını ama beceriksiz olmalarını isterler ki kendi varlıkları daim olsun.

 

Kaldı ki yazımda da belirttiğim gibi, Atatürk'ün neye inandığı inanmadığının bir önemi yoktur.

Cumhuriyet adına ne yapmıştır, neler amaçlamıştır, ne gibi dayatmalar ve zorluklarla karşılaşmıştır... Bunların önemi vardır. Bu dayatmaların getirileri önemlidir. Çünkü bugünkü Cumhuriyet'in durumunu belirleyen kişiler değildir; zihniyetlerdir. Kişiler gidicidir; baki olan onların zihniyetlerinin ürünü ile oluşan sonuçlardır.

 

Devam edelim:

Dilin önemi;

 

Şu ifade o kadar güzel bir ifade ki;

 

"Türk dili Türk Milletinin Kalbidir, Zihnidir" M.Kemal Atatürk.

 

"Kalbidir ve Zihnidir" derken anlama, özümseme ve benimsemeden bahsedilmekte. Kişilerin kendilerini ifade etmesi, çevresinde olan biteni, yazılanı, okuduğunu anlaması en önemlisi de ihtiyacını gidermesi açısından çok önemlidir...

 

Ve önemin anlaşılması ile görülebilecektir ki, kültürel anlamda birlik ve beraberlikte en önemli unsur dil birliğidir.

 

Din değil!!!

Link to comment
Share on other sites

Atatürk, bakalım Cumhuriyetin kurulması ile birlikte, o konuşmasından yaklaşık sekiz sene sonrasında neler demiş?

Sekiz sene az süre değil. Dört senede üniversite bitiyor, üç senede lise. Kapısından girdiğiniz gibi mi çıkıyorsunuz? Dünyaya bakışınız aynı mıdır?

 

Atatürk, "Alın size Cumhuriyet, ne yaparsanız yapın" dememiştir...onu yaşatmaya, daim kılmaya çalışmıştır. Bu süre içinde elbette ülkeye, gidişata, millete bakmış, onları izlemiştir...ve ortaya 1930 lar itibarı ile bir Türkiye Cumhuriyeti tablosu çıkmıştır.

İşte bu tabloya bakıp değerlendirmelerini yapmış... Balıkesir'de okuduğu hutbeye bakacak hali yok ya:

 

"Şimdiki Türk milletine bir resim tablosuna bakar gibi bakalım. Şimdiye kadar edindiğimiz bilgilerle düşünelim. Bu tabloda neler görüyorsak, bu tablo bize neler hatırlatıyorsa onları birer birer söyleyelim."

 

"Bu tablo bize neler hatırlatıyorsa" demiş Atatürk.

 

...acaba neyi hatırlattı. Neden memnun değildi?

1923 ile 1931 arasında neler oldu... Ne gibi faktörler ön plana çıktı?

 

Evet, ortaya çıkan tabloya bakarak ne hatırladı acaba?

Atatürk'ü naklederken de bunlardan bazılarını atlamak, görmezden gelmek, yok saymak birilerinin işine gelmekte. Öyle ki TC nin Cumhuriyetinin durumunu dahi düşünmüyorlar...bunları verirken nelere mal olacağını da hesaplamıyorlar... Belki de hesaplıyorlar ve hesapları da o anki durumlarını, çıkarlarını hesaplamaktan öte değil...

 

Ahlaksızlığın oluşmasının temelinde de bu umursamazlık yatıyor...bizlere çok pahalıya mal olduğu daha da bedel ödeyeceğimiz neredeyse kesin.

 

Daha önce belirtmiştim ama yazı bütünlüğü olsun diye yeniden yazacağım:

 

"Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk Milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz."

 

Bunu demekle kalmıyor nedenlerini de açıklıyor;

 

"Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din ne arapların, ne aynı dinde bulunan acemlerin ve ne de mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu arap fikri ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah'a kendi lisanında değil Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah'a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyyet karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler." M.Kemal Atatürk - Medeni Bilgiler

 

Bu tespitler içerisinde çok ilginç ifade şekilleri var...bunları hep beraber görebiliyoruz.

 

Ama şu ifade gerçekten mühim...

 

"Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular."

 

Geçekten de kendini kul kertesinde görenler, kendilerini unutmaktalar. Ebette bu kendini unutma beraberinde vurdumduymazlığı, umursamazlığı, önemsemememeyi de getirmekte. Dinin ön planda olduğu devletlerin milletlerinde, topluluklardaki vurdum duymazlığın nedeni dogmanın günlük yaşamda yoğun olarak yer almasının vermiş olduğu narkoz etkisidir. Ortaçağdaki değerler sisilesine bakınca da aynı durumları, benzer akibetleri görmek mümkündür.

 

Bugün Cumhuriyetin içinin boşalmasındaki en etken neden; dogmanın uyuşturucu etkisi nedenli oluşan duyarsızlık, vurdumduymazlık, bana dokunmayan bin yaşasıncılık, umursamazcılıktır...

 

Bu umursamazlık ile körü körüne savunulanlar nedenli neyin değerli neyin değersiz olduğu anlaşılamamış hatta yer değiştirmiş olup, orataya çıkan tablo hazin bir hal almıştır.

 

Aşağıda okuyacaklarınız yine Atatürk ün kendi el yazısı olan notlarından derlenmiştir:

 

"Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince karışık cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap haliyle müthiş bir muamma haliyle kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan zorla arapları emirleri altına aldılar bir taraftan Avrupada Allah kelimesinin ilahi parolası altında hristiyan milletlerinin idaresi altına geçirdiler. Fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler ve onları ümmet yaptılar...

Hırkasıdır diye bir palaspareyi hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular halife oldular.

 

Gah şarka, cenuba, gah garba veya her tarafa saldıra saldıra Türk Milletini Allah için, peygamber için, topraklarını, menfaatlerini benliğini unutturacak, Allah'a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler, his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadetin öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaat ve temin eden dini akide ve dini his millet uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani olmadı.

 

Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın acısı duyuların tokatıyla, derhal Türk Milleti'nin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti..

 

Türk vicdani umumisi, derhal yüzlerce asırlık kudret ve küşayişle, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu?.. Türk'ün milli hissi, artık ocağında ateşlenmişti, artık Türk cenneti değil,eski hakiki büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra.

 

Türk Milleti, milli hisi dini hisle değil, fakat insani hisle yanyana düşünmekten zevk alır. Vicdanında milli hissin yanında, insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle muftehirdir.

 

Türk Milleti insaniyet aleminin samimi bir ailesidir.

 

Bütün bu söylediklerimizi kısa bir çerçeve içine sokmak istersek şöyle diyebiliriz. Türk Milleti'nin teessüsünde müessir olduğu görülen tabiri ve tarihi vakıalar şunlardır.

 

A- Siyasi varlıkta birlik

B- Dil birliği

C- Yurt Birliği

D- Irk ve menşe birliği

E- Tarihi karabet

F- Ahlaki karabet"

 

Atatürk, 6 ayrı tarihi vakıa saymakta ve bunların arasında din birliği gibi milyonları etkileyen olguyu dahil etmemektedir.

 

"Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre, Türk Milletinde yaptığımız gibi, diğer her millet ayrı olarak mütalaa edilmedikçe, milliyet fikrini umumi ve fenni olarak tarif etmek güçtür.

 

Hürriyet insanın düşündüğünü ve dilediğini mutlak olarak yapabilmesidir. Bu tarif Hürriyet kelimesinin en geniş manasıdır. İnsanlar bu manada hürriyete hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar. Çünkü malumdur ki insan, tabiatın mahlukudur."

 

Müslümanların devamlı olarak söyledikleri 'İnsan Allah'ın kuludur' deyimi de burada şekil değiştirmektedir.

 

"İptidai insanların, tabiatın herşeyinden, gök gürültüsünden, geceden, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korktuklarını biliyoruz. İlk his ve düşüncesi korku olan insanın her düşünce ve dileğinin mutlak surette yapmaya kalkışmış olması düşünülemez. İptidai insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine kaim olan Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır. Memnular ve hurafeler üzerine kurulan bir çok adetler ve ananeler, insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır, o kadar ki düşünce ve hareket serbestisi gibi bir hak mefhum malum olmamıştır. Cemaatlerin başına geçebilen adamlar, cemaati Allah namına idare ederdi.

 

Türkiye Cumhuriyetinde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiçkimseye dini fikirlerinden dolayı birşey yapılamaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler, (konuyu bilenler) derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğrenmiş görünüyorlar.

 

(Atatürk burada önce, “derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğrenmişlerdir” ifadesini kullanmakla birlikte, olmakla, öyle görünmek arasındaki farkı da göz önünde bulundurarak, katiyet ifade eden “öğrenmişlerdir” ifadesini, daha sonra katiyet ifade etmeyen, “öğrenmiş görünüyorlar” şeklinde değiştirmeyi daha uygun görmüştür. Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda, derin iman sahipleri için hürriyetin icaplarını öğrenmişlerdir diyebilmemiz oldukça zor. Atatürk’ün bu ifadeyi görünüyorlar şeklinde değiştirmekle bu "derin iman sahiplerinden" emin olmadığını göstermiştir.)

 

Bütün bunlarla beraber, din hürriyetine, umumiyetle vicdan hürriyetine karşı taassup yükünden korunmuşmudur bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun ne olduğunu tetkik edelim. Çünkü bu kelimenin delalet ettiği manayı zihniyeti herkes kendine göre anlamaya çok meyillidir.

 

Dini hürriyeti bir hak telakki etmeyen acaba kalmadı mı ?

 

Vicdan hürriyetini, insan ruhunun, Allah’ın ali hüküm ve nüfuzu altında, dini hayatı idare için malik olduğu haktan ibaret olduğunu bellemiş olanlar, acaba bugün nasıl düşünmektedirler ? Bu gibiler kendisi gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı ?

 

Bu saydığımız zihniyette bulunduğuna ihtimal verilen kimselere hür mütefekkirlerimiz acaba bir tessür hissi ile bir esefle bakmıyorlar mı? Bu saydığımız gibi, muhtelif inanışlı kimseler, birbirlerine kini nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur, bunlar mutaassıptırlar.

 

Taassupsuzluk o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiç bir şekilde kin duymaz, bilakis hürmet eder. Hiç olmazsa başkalarının, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten duymazlıktan gelir.

 

Taassupsuzluk budur.

 

Fakat hakikati söylemek lazım gelirse diyebiliriz ki, hürriyeti hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kelimesinin ne demek olduğunu anlayanlar bütün dünyada pek azdır. Heryerde umumi olarak cari olan taassuptur. Heryerde görülebilen sulh manzarasının temeli, taassup ile, hür fikrin birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir. Temelin devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki muvazeneyi tutan fazla kuvvet sayesindedir.

 

Bu söylediklerimizden şu netice çıkar ki, aramızda, hürriyet haillerinin (engelcilerin) zail olduğuna (sona erdiğine) bizim gibi düşünenlerle birlikte yaşadığımıza hüküm vermek müşküldür. O halde görülen, taassupsuzluk değil zaafın dermansız bıraktığı taassuptur.

 

Şüphesiz fikirlerin, itikatların başka başka olmasından şikayet etmemek lazımdır. Çünkü bütün fikirleriyle itikatlar, bir noktada birleştiği taktirde, bu hareketsizlik alametidir, ölüm işaretidir.

 

Böyle bir hal elbette arzu edilmez.

 

Bunun içindir ki, hakiki hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumi bir haslet olmasını temenni ederler. Fakat hatta hüsnüniyetle dahi olsa, taassup hatalarına karşı dikkatli olmaktan vazgeçemiyorlar. Çünkü hüsnüniyetler, hiçbir zaman, hiçbirşeyi tamir edememişlerdir.

 

İnsanların ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan engizisyon papazları hüsnüniyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi, belki de, cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat, bir hamakati, (beyinsizlik, ahmaklık) yahut bir hiyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir, en nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir.

 

İşte bu sebepledir ki, aldırmamazlığı kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek mühimdir.

 

Gerçi hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için hakiki hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat bunların hiçbir zaman elleri ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun vaziyetine razı olacakları asla kabul olunmamalıdır.

 

Unutmamalıdır ki, bazı insanlar istikbali, mazinin arasından görmekte musirdirler. (ısrarcı) Bunlar, alakamızı kestiğimiz ananelere karşı behemehal (mutlaka) sadakatin iadesini isterler.

 

Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi, itikat etmeyen kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede hissederler. Herhalde, taassupsuzluğun arzu edildiği gibi umimileşmesi, huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır."

 

Gazi o kadar yazmış, anlatmış.

 

Bir işe yaramış mı?

 

Çemiş Arabın yavesi başımızda söz sahibi olmuş...

 

...onu da biliyorum.

Link to comment
Share on other sites

Atatürk'ün hayatını sınıf geçme malzemesi bilgisinden öte götüremeyen, doğum yılı, yeri, gittiği okullar, anasının, babasının adları, Kemal adının nereden geldiği, hangi yılda hangi rütbeyi almış olduğu, Samsun'a çıkışı, kongreler, zaferler, devrimler olarak sunan müfredata lanet okumamamak elde değil...

 

Şunun şurasında son on senedir onun kişiliği, dünya görüşleri özel hayatı itibarı ile doktrinleri kitlelere ulaştırılmaya başlandı...

Bir kaç şiirde de "Mustafa Kemal'i anlamak"tan söz edilir ama ne anlatılır ne de anlaşılması gerekenler verilir... Atatürk'ün duyguları, akrabaları, aşkları, sevgilileri ortaya konulmaya başlandı. El yazısı ile notları kitaplaştırıldı, böylelikle onu daha fazla tanımaya başladık... Daha önce ne vardı, bir kaç özlü sözünden başka?

 

Neden acaba?

 

Bazılarınız Atatürk'ün pragmasist kişiliğine yorarak, dini, "zamanın gereklerine göre manipüle etmesinden" dem vurabilir.

 

Bunu yapmayınız...

 

O zaman ile bu zaman arasında dogmanın neden oldukları ile sonuçları arasında ne fark var?

Sadece bu ülkede mi? Dogmanın hüküm sürdürüldüğü her ülkede tablo aynı değil mi? Aynı vurdumduymazlık yine aynı marka narkozla devam etmiyor mu?

Geriyiz...gerideyiz...gericiyiz.

 

Bazılarının göğüslerini gere gere devrimciliği, devrimci kişiliklerini hemen hemen her konuya yaklaşımlarında dile getirmelerini hatta monte etmelerini düşünürsek... Nasıl oluyor da dogmayı devrimci görüş karşısında bir engel olarak göremiyorlar, göremiyorsunuz?

 

Türkiye Cumhuriyeti'ne kimi zaman beslediğiniz öfke, sizi bu ülkenin bir numaralı sorunu olan dogmanın yanında yer almaya mı itiyor yoksa?

 

Bir nevi düşmanımın düşmanı dostum mu diyorsunuz?

Yoksa dogmanın etkisi altındasınız da farkında mı değilsiniz?

 

Cumhuriyetten bahsediyorsak, sadece onu kurmakla degil, yaşatmakla ilgili olan bir konuya değiniyorum. Elbette kurucusunun bundan seksen sene önce gördüklerinden dem vuruyorum...

 

"Eğitim şaaaart" diye bağırmayan kaldı mı...

Elbete bu, Cem Yılmaz kullandı diye ona ait bir espri değil...

E, Cumhuriyetten bu yana eğitim yok mudur?

 

Vardır...

 

Eğitim de var öğretim de var.

Aslolan eğitimin müfredatıdır...nedir müfredat...muhteviyat ve metodoloji. İşte bu muhteviyat ve metodolojinin içi boştur... hatta bomboştur.

"Boş" derken, "yok" demiyoruz. Bilgi çok...ama gereksiz ve çapsız...metodoloji ise ezbere dayalı, sınıf geçme amaçlı.

 

Neden böyle olmuştur?

Çünkü dogma dayatılmıştır, kendine yol bulmuştur.

 

Bakınız Atatürk'ün İnönü ye gönderdiği mektup sonrasında müfredatta yer alan 1931 yılının lise iki tarih kitabında neler yazıyor;

 

Sayfa 84

 

Bu mukaddes karataş ananesi aynen Frikler'de de vardı. Demek ki, Kabe'nin bir köşesindeki karataşın kutsiyet almasından, ziyaret tavaf edilmesinden çok evvel Friklerde karataşın mabet ve ziyaretgah esası olması adeti teessüs eylemiş bulunuyordu.

 

Karataş: Hacer-ül esved.

Hadi böyle bir bilgiyi bir yerlerde beyan edin bakayım...

 

Aynı kitaptan:

 

KABE VE SAİR MABETLER VE KAHİNLER

 

Arabistan'ın muhtelif yerlerinde insan heykellerinden ve nebat resim ve suretlerinden ibaret ağaçtan ve taştan putların muhafazasına mahsup yerler vardı. Muhammed'in neş'et etmiş olduğu Mekke'de ki Kabe denilen mabet bu yerlerin en büyüklerinden idi. Her mabet kahinler tarafından idare olunurdu. Kahinler nezirleri sadakaları kabul ve ayinler icra ederlerdi.Güya gayıptan haber verirler, rüyaları tabir ederlerdi.

 

Kabe, mikap yani tavla zarı şeklinde demektir.

 

Filhakika, kabe zar şeklinde, insan boyunda dört duvardan ibaretti, duvarlar harçsız adi taştan yapılmıştı. Binanın çatısı da yoktu, dört köşesinde dört taş vardı. Bunların en meşhuru Haceriesvet denilen bir karataştı. Kabe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Arap ananesi, kabenin inşasını İbrahim peygambere atfetmektedir.

 

Bu mukaddes karataş ananesi aynen Frikler'de de vardı. Friklerin mukaddes sayarak ihtiram ve ibadet ettikleri karataş bugünkü Afyon Karahisar şimalinde kadim Pessinüs şehrinde bulunuyordu. Bunun kutsiyeti ananesi bu şehrin Romalılar tarafından zaptına kadar devam etmişti. Demek ki, Kabe'nin bir köşesindeki karataşın kutsiyet almasından, ziyaret tavaf edilmesinden çok evvel Friklerde karataşın mabet ve ziyaretgah esası olması adeti teessüs eylemiş bulunuyordu. Kabe bidayette mahalli bir mabet iken Mekke ahalisi burasını bir milli mabet derecesine yükseltmişlerdi. Mekkeliler Arapları kendi mabetlerine celbedebilmek için Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde mabut tanınan 360 putu Kabe'de yerleştirmişlerdi. Kabe'nin kutsiyetini Yahudi ananelerine de raptetmişlerdi. Bu uydurmalara göre İbrahim karısı Hacer ile oğlu İsmail'i buraya getirmişti. Zemzem'de onlar için fışkırmıştı. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Haceriesvedi getirmişti, bu taş sonradan günahkarların ellerini sürmelerinden dolayı kararmıştı.

 

Bunların hepsi, bittabi sonradan uydurulmuş masallardır.

 

Kureyşliler, Kabenin teşkilatınada ehemmiyet vermişlerdi, ayrı ayrı dini vazifeler ihdas etmişlerdi. Kabe kapıcılığı ve hacılara su temin etmek ve fakir hacılara meccanen yemek tevzi eylemek gibi Arapları celbedecek işleri görmeğe mahsus bir takım memuriyetler ihadas edilmişti. Bu itina neticesinde Kabe bütün Arabistan'ın dini ve milli bir merkezi oldu. Bundan başka Mekke'de bir panayır tesis edildi. Ticaret Kureyşliler elinde olduğundan bu panayırdan çok istifade ederlerdi. Panayırda şiir ve hitabet müsabakaları açmak sureti ile de Mekke ve havalisinin ehemmiyeti büyütülmüştü.

Yine aynı kitabın sayfalarında yazılanlarda kullanılan üslup ne kadar ilginç (bugüne göre) gerçekçi ve objektif...

 

...ve tabii kafirce:

 

Syf. 86:

Panayırda şiir ve hitabet müsabakaları açmak sureti ile de Mekke ve havalisinin ehemmiyeti büyütülmüştü. Ticaretlerinin inkişafı ve Kabeyi ziyaret etmek üzere hacıların gelmesi için emniyet ve asayişin temini lazım olduğundan Mekke'nin etrafında muharebelerin men'i maksadı ile birtakım kaideler konmuştu. Bunların herbirine dini şekiller verilmişti. Kabe'nin İbrahim tarafından bina edilmiş olduğu söylenerek dört ay etrafında muharebe etmek men olunmuştu. Bu tedbirlerin herbiri Mekke ve Kabe'nin ehemmiyet ve şerefini arttırmıştı. Arabistan'da az çok Hristiyanlar da bulunduğundan, diğer putlar arasına elinde çocuğu İsa olduğu halde Meryem'in de resmi konulmuştu. İşte bu şeriat içinde Kabe Kureyşliler için iktisadi ve ticari menfaatler teminine yarayan bir vasıta oldu.

 

Syf. 90:

Medineniler ile Mekkeliler arasında derin bir düşmanlık ta vardı. Medinelileri Muhammed'in davetine icabet etmeye sevk eden başlıca sebepler işte bunlardır.

 

Muhammet te Mekke'den kalkıp Medine'ye kaçtı. Buna Hicret denildi.

 

Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir.

 

Bu esasları ihtiva eden cümlelere ayet, ayetlerden mürekkep parçalara da sure derler. İslam an'anesinde bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail adında bir melek vasıtası ile Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur.

 

Muhammet birdenbire Allah'ın Resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.

 

Vahiy, ilham fikri Muhammetten evvel de Araplarca meçhul değildi.

 

Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı.

 

Syf. 91:

Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler güya, kahinlere gayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan da herzaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır.

 

Araplar şairleri bir kahin gibi telakki ederlerdi. Muhammed'in Musa, İsa, dinlerine dair öğrendikleri de, kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberler de melekler vasıtası ile ilham aldıklarını söylemişlerdi.

 

Muhammet başlangıçta herhalde şedit bir heyecana maruz oldu.

 

Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kuran ayetlerinin ne olduğu kati surette malum değildir.

 

Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri luzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.

 

Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammedi harekete getiren ilk amil bu samimi heyecanlar olmuştur.

 

Syf. 92

Muhammet davet ettiği dinin, kendinden evvel, Musa, İsa ve sair peygamberler tarafından davet edilen İbrahim ve Tevhid dini olduğunu söylemiştir.

 

Syf. 93

Caminin kıblesi Kudüs idi sonraları Mekke'ye döndürüldü. Burada, Allah'ın yanılmaz iradesine dikkat çekilmektedir. Kıble, madem ki Kabe olacaktı ki, önceleri öyledir. Sonradan Kudüs'e çevrilmiştir. Öyleyse neden daha sonra tekrar Mekke'ye çevrilerek ikide bir fikir değiştiren bir irade ortaya çıkmıştır. Bakınız, Kıble'nin Değiştirilmesi.

 

Syf. 94

Muhammet Medinede yerleştikten ve az çok teşkilat yaptıktan sonra Mekke ile Suriye arasında gelip giden tüccar kervanlarına tecavüzlere başlamıştı. Suriyeye ticaret içingitmiş bir kervan hepsi Kureyş kabilesine mensup 70 kadar suvari ile Mekke'ye dönüyordu. Bunların başında Ebu Süfyan vardı. Sahil yolu ile yürüyorlardı. Muhammet bunu haber aldı. Kervanın yanında nekadar servet olduğunu ve kuvvetlerinin azlığını da öğrenmişti. Muhammet Müslümanları topladı. Onlara vaziyeti anlattı ve bu kervanı vurmak üzere Medine'den hareket olundu.

 

Syf. 95

Medineye dönüldüğü zaman Müslümanlar arasında ganimetlerin taksimi yüzünden ihtilaf çıktı. Muhammet bu ihtilafı teskin için Ganaim denilen ayetleri tebliğ etti.

 

Syf. 119

Kuran ayetlerini bir cilt halinde toplayarak, Kuran denilen kitabı ilk vücuda getiren Ebubekirdir.

 

***

 

Sık sık kafaları ütülercesine dile getirdiğim şu "skolastik öğrenme ve düşünce biçimi" var ya...(hani ilk duyulana tapınma, soramadan, sorgulayamadan kabul etme şeklinde bir ögrenme ve düşünce şekli) buna tekrar değinmek istiyorum.

 

Düşünsenize, bir milletin, bir ülkenin varlığına, geleceğine, günlük yaşamına yön veren bir kitap var...ama ne yazdığı bilinmiyor, anlaşılmıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından hemen öncesinde uzunca bir süre geçmişinde yer alan dine dayalı, şeriat yönetim şekli ile kutsal kitabın anlaşılamamasının ilintisini düşünelim.

 

Bir kere şunu bilmek lazım, Kuran kolayca anlaşılabilen, "bildiğiniz Arapça" ile yazılmamıştır. Kuran'ın Arapça meali de vardır.

 

Bu bir gerçektir...hakaret değil... Açar kaynakçaları okursunuz; lafız nedir, Arapça nedir, Kuran'ın dili nedir, görebilirsiniz. Kimileri hatta çoğunluk bunu bir meziyet, yücelik, inanılmazlık olarak görürler...ama degildir. Tartışılamayan, "Haşaaa" denilerek susturulan, hayatını adadığı, uğruna savaştığı, hatta ölmek istediği ve bunu içinde tam olarak ne yazdığını bilmediği bir kitap uğruna, o kitabı bilenlerin ağzından çıkanlara direk inanan ve ona göre hareket eden bir kişi skolastik ögrenme ve düşünme biçiminin oluşumunun temelini oluşturmuştur...

 

Eğitimi, adalet sistemi, kanunu, cezası bu esasa dayalı bir toplum düşünün...bu merciler insan yetiştiriyor, insan hakkında kararlar veriyor, gelecek tayin ediyor...

 

Zamanla oluşan büyük kitlelerden bahsediyorum...kayıtısız şartsız kabul etme üzerine kurulu böyle bir düzende yer alan bu kitlelerin düşünce ve öğrenme biçiminden bahsediyorum... Öğretimin, bilimin, aklın halini varın kendiniz tahmin edin.

 

Ezbere dayalı, kabullenmiş, ne denilse kolayca inanan, doğruluğunu araştırma, soruşturma, ögrenme alışkanlığı olmayan, bundan çekinen korkan insanlardan bahsediyorum...

 

"ANADİLEDE İBADET" gerçekleştirilememiştir...Bu da kitleleri körü körüne ögrenme, kabul etme, kolayca kanma hataları yapmaya meyilli kılmıştır... Cumhuriyetimizin en önemli hendikaplarından biridir...

 

Kuran Kurslarının, "İBADET ARAPÇA OLMALIDIR!" dayatmasının nedeni de budur. Her zaman bir başka kişiye, onun ağzından çıkana bağımlı olmanın devam etmesini istemektir...yani Şeyhulislamcılığın ekmeğine yağ sürmektir. Bununla da, kolayca yönlendirilen, merak etmeyen dolayısı ile korkak ve pısırık, sini,k vurdum duymaz, bana dokunmayan bin yaşasıncı kitleleri oluşturdular...

 

Ve bunların az zekisi de sinsi, iş bitirici, kolaycı zihniyetlerle bu kitlelerin liderleri olabildiler. Yine umursamaz ama sinsi, yine düşünmeyen ama hin, yine korkak ama manevracı...

Bunlar eğitimde, adalette, yönetimde, siyasette kalabalık bir şekilde yer aldılar. İçlerinden elbette farklılar çıktı...ama yok edildiler, susturuldular, öldürüldüler, katledildiler...

 

İşte bu günleri o günlerden gören, o yıllarda memelektin direksiyonunda olanların hatırlarından bir kesit daha.

 

PAŞALARIN ANILARI...

 

***

 

Kazım Karabekir Anılarından:

 

Sayfa 157-158-159

 

Yeni yolun açılış merasimi ne zaman ve ne tarzda olacağını merakla bekliyordum. 18 Temmuz'da, İslam'lığın terakiye mani olduğunu haykıran Fethi Bey ve arkadaşları bu maniayı nasıl ve ne zaman kaldıracaklardı? Hükümet programıyla mı ? Yoksa Gazi'nin herhangi bir hamlesiyle mi?.. Bu bekleyişim uzun sürmedi. Hemen bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiyye şerefine Türk Ocağında verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü.

 

Şöyle ki, Ziyafete Mustafa Kemal Paşa'da, bende davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, heyet-i ilmiyyenin şimdiye kadar ki mesaisi ile ilgili görünmeyerek "Kuran'ı Türkçe'ye aynen tercüme ettirmek" arzusunu ortaya attı.

 

Bu arzusunu hatta mücbir olan sebebini, başka muhitlerde de söylemiş olacaklar ki, bugünlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu malumatı vermişlerdi:

 

"Gazi Kuran-ı Kerim'i bazı İslamlık aleyhtarı zübbelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kuran'ı Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak!.. Ve o zübbelerle işi alaya boğarak güya Kuran'ı da, İslam'lığı da kaldıracaktır. Etrafındaki böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor. Bazı yeni kişilerden söz ettikleri gibi, bu akşam da bu fikre ayak uyduran bazı kimseler görünce, bu tehlikeli yolu önlemek için Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle cevap verdim :

 

"Devlet Reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınızın içerde ve dışardaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alakadar makamlara bırakmalı. Fakat rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği gözönünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dini bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak muvafıktır, ona göre bunları harekete geçirmelidir."

 

"Din adamlarına ne luzum var, dinlerin tarihi malumdur, doğrudan doğruya tercüme edivermeli!.." gibi bazı hoşa gider gibi bir fikir ortaya atılınca buna karşı :

 

"Müstemlekeleri İslam halkıyla dolu olan büyük milletler kendi siyasi çıkarlarına göre Kuran'ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapça diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir heyet, tercümeyi mesela Fransızca'sından da yapabilir. (Bir müddet sonra böyle bir tercüme de ortaya yayıldı. Bir müddet sonra da bazı camilerde bu Türkçe tercümeden mukabele okutuldu ise de, iş ancak ezanın Türkçe olması şeklinde kalabildi). "Fakat bence, burada Maarif programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten, vicdani olan din bahsinden değil, müsbet ilim cephesinden istifade hayırlı olur. Kuran'ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa, Milli kalkınmaya hasretmek daha hayırlı olur," dedim.

 

Mustafa Kemal Paşa beyanatıma karşı hiddetle bütün içini ortaya döktü :

 

“Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..”

 

İşin bir heyet-i ilmiye huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref beyler :

 

"Paşam çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor" diyerek bahsi kapatabildiler. Bizler de hususi masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik.

 

Fakat heyet-i ilmiyenin bütün azası üzgün görünüyordu. Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kuran'ı ve Paygamber'i her yerde medh ve sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza veriyordu.

Sayfa 162

 

Dün akşamki ağır beyanatın sözde kalmasını hepsi candan diliyordu. Herhangi dini ve ahlaki inkilap zihniyetini, ne ilme ne de ilim adamlarına dayanamayacağına göre, nereden geldiği belli olmayan bu tehlikeli fikrin fiiliyat sahasına çıkabilmesi herşeye elverişli bir muhitle, pek yaman hadiselere yol açacağı herkesi düşündürüyordu.

 

Gazi İslamiyeti Övüyor mu Yeriyor mu ?

 

16 Ağustos'ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz'da teşkilat-ı esasiyye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız "İslam'lık terakkiye manidir" münakaşasını ve Gazi'nin yazkın zamanlara kadar her yerde İslam Dini'ni, Kuran'ı ve Hilafeti meth ve sena ettiği ve hatta pek fazla olarak Balıkesir'de minbere çıkıp aynı esaslarda Hutbe dahi okuduğu halde, dün gece heyet-i ilmiye karşısında Peygamberimiz ve Kuran'ımız hakkında hatır ve hayale gelmeyecek biçimde konuştuğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan'dan yeni geldiği, hakkındaki kanaatın umumi olduğunu da söyledim. İsmet Paşa, Macarlar, Bulgarlar aynı saflarda İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri ve mağlup oldukları halde, istiklallaerini muhafaza etmiş olmaları Hristiyan olduklarından, bize istiklal verilmemesi de İslam olduğumuzdan ileri geldiğini, bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtuldukça da İslam kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklalimizin daima tahlikede kalacağını bana anlattı. Ben de ona bu fikre iştirak etmediğimi şu mütalaalarıma dayanarak söyledim: "Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha meş'um bir istibdat idaresi getirecektir. Daha kazanamadığımız milli neşe kaçacak, birçok emekle kurulan milli birliğimiz de bozulacaktır. Biz içerde birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar "Türkler Hristiyan oldular" diye bütün İslam alemini bizden nefret ettireceklerdir. Bu suretle bizi cezalandırmak için İslam alemi ruhlarında isyan duyacaklardır.

 

 

Kubbeli Köşk'te Din Tartışması

 

Sayfa 165

 

19 Ağustos Pazar akşamı, Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar-Latife Hanım ile birlikte bana akşam yemeğine geldiler. Keçiören'e giderken sağ tarafta kubbeli köşk denen mevkide, bol suyu ve büyücek havuzu olan br köşkte kira ile oturuyordum. İsmet Paşa, Lozan'da iken Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım'la birlikte, bir kere daha bana akşam yemeğine gelmişlerdi.

 

Münakaşayı İsmet Paşa ile ben yaptım. Mustafa Kemal Paşa sükunetle bizi dinledi. Mustafa Kemal Paşa, Lozan'dan da aldığı hızla, ne İktisat Kongresi'nin ve ne de heyet-i ilmiye'nin hazırladığı programlara ilgi göstermeyerek müthiş bir inkilap hamlesi teklif etti. "Hocaları toptan kaldırmadıkça hiç bir iş yapamayız" "Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak, başka hiçbir zaman yapamayız." İlk Fethi Bey Grubundan sonra da Mustafa Kemal Paşa'dan işittiğim bu yeni inkilap zihniyetini İsmet Paşa bir çırpıda tamamlıyordu. Aradaki zaman fasılaları kendiliğinden ortadan kalkarak, bu üç şahsiyetin üç maddelik programları kulaklarımda tekrarlandı.

 

1- İslamlık terakkiye manidir

2- Arapoğlu'nun yavelerini Türklere öğretmeli

3- Hocaları toptan kaldırmalı!

 

Peki ama ne olmak istiyorsunuz? dedim. Hristiyan mı, dinsiz mi? Hiçbirine imkan olmamakla beraber her iki yol da, hem tehlikeli hem de geridir.

 

Münevver Hristiyanlık alemi ilim zihniyetine daha uygun yeni bir esasları araştırırken bizim, onların köhne müessesesini benimsemekliğimiz müthiş tehlikesiyle beraber, medeniyet aleminin nefret ettiği geri bir yol olduğundan maksatsız bir hareket olur. Bir milet de, duygu birliği, itikat birliği ve menfaat birliği olmazsa, idare edenlerle edilenler arasında bir uçurum açılır ve bu uçurum günün birinde millete mezar da olabilir. Ben her fırsatta söylediğim gibi, dinle uğraşmanın bizi daha ziyade terakkiden alıkoyacağı ve daha ziyade geri götürebileceği kanaatindeyim. Dini olduğu gibi bırakmalı ve hükümet ne buna tesir yapmalı ve ne de tesiri altında kalmalıdır. Biz milli istiklalimiz gibi, milli hürriyetimizi de, en mukaddes gaye tanımalıyız ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız. Bunun için medeni hedeflerimizde sürat, fakat içtimai gayelerimizde tekamül yolunu tutmalıyız. Ben taasuptan uzak ve terakki sever bir insan olduğumu eserlerimle de gösterdim. Zaten yakından biliyorsunuz. Din hakkındaki düşüncemi doğuda iken çocuklar için yazdığım "Öğütlerim" başlıklı eserimde de üç yıl önce neşretmiş bulunuyorum. Müsaadenizle okuyayım. Din ve Mezhep öğüdünü okudum. Sükunetle dinlediler. Hiç cevap vermediler. Bahis de kapandı.Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir dikkat ve sükunetle beni dinleyişinden ve ara sıra İsmet Paşa'yı süzmesinden ve ayrılırken de bana karşı gösterdiği samimiyetten çıkardığım mana, beni haklı bulduğu idi.

 

Fakat mütalaalarıma hak vermekle tekrar "mefküre hatırasına" döneceğini hiç de aklıma getirmemiştim.

 

 

Görüldüğü üzere 30'lu yıllarda yazılan çizilenler, girişimler bugünün halkını galyana getirecek cinsten...

 

Zaten kimi -sözüm ona- içleri güzellik dolu, bilgi üreten, gönüllü dost görünümlü dostların bunları okuduktan sonra çıkıp hakaretler etmesi, kinlenmesi, şahsıma yönelmesi de olası.

 

Hiç şaşırmam.

 

Çünkü günlük yaşamda bunun binlerce örneği ile Türkiye nin siyasi sahnesinde son on yıldır fazlası ile yer almakta. Anında kinleniyorlar ama...

Bu adam ne yazıyor, neden yazıyor, ne amaçlıyor diye bakmak gibi bir alışkanlıklar yok. Elbette bu kadar yazıyı bazı arkadaşların bu hallerini deşifre etmek adına yazmadım... sadece örnekliyorum.

 

Pekiii... Yukarıya astığım otuzlu yıllarda bu degişikliklerin gerekliliğini gören, bunları amaçlayan Türkiye Cumhuriyeti'nde ne oldu?

Atatürk'ün ölümünden hemen sonra patlak veren ikinci dünya savaşı ile geçen sıkıntılı bir süre var...

 

Geldik 1950'lere..

Link to comment
Share on other sites

Geldik 1950 lere... demiştim.

 

Birdenbire bambaşka durumlar başlamıştır. Farklılaşan Türkiye'de ne olmuştur? Çeşitli sanayi hamleleri yapan Türkiye, nasıl birden bire emperyalizmin kucağına otumuştur?

 

Bakın size bir örnek... Eski Türk filmlerine bakınız... Özellikle kırklı, ellili yılların filmlerinde sürekli bir yenilik, modernlik rüzgarları eser.

Elbette bazı kısımlar komiktir, sözler, ifadeler, senaryolar saftır.

Sansür sağolsun. Ama açıkça bir yenilik rüzgarları eser o filmlerde.

 

Yenilik rüzgarları eser esmesinde ama temelinde yine de bir tutuculuk vardır... Türkiye'nin, kabuğunu yırtmak isteyip ancak bunu beceremediğini çok güzel yansıtır o filmler...

 

Ama diyebiliriz ki: Evet evet...Türkiye bir hamle yapmıştır.

 

Peki ne oldu da hamle yapıldı ancak yükselinemedi; neden atlayıp, zıplayamadık?...

Temelinde skolastik düşünce ve ögreti yatan, ezbere dayalı bilgilerle donanımlı kitlelerin insanlarını, okul bitirmiş olsalar dahi, birbirine düşürmek o kadar kolaydır ki...

 

Unutmayınız ki, eğitim ile öğretim aynı şey değildir; birbiri ile elbette iç içedir, ama aynı değildir. Dolayısı ile müfredat çok önemlidir. Yine ondan dolayıdır ki, bazı üniversite mezunları kimi aklı selim ilkokul mezunları bile aşık dahi atamazlar.

 

Şunu demek kesinlikle yanlış olmayacaktır ki, öğretim ezbere dayalı ise, eğitim kalitesizdir. Böylelerinin aile bireylerini bile birbirlerine düşürmek işten bile değildir. Körü körüne ve kolaylıkla birbirine karşı kin, nefret, öfke ürettirebilirsiniz bu insanlara. Çünkü temeli ezbere ve sorgulamamaya dayalı bir düşünce, bir yaklaşım biçimi, insanları rahatlıkla kanan, inanan, güvensiz yapacaktır... En ufak bir sapmada da birbirlerine şüphe ile bakacaklardır.

 

Bunlar günlük yaşama öyle sirayet etmiştir ki, önceki yazılarımdan birinde bahsederek belirtmeye çalıştığım özerk kuruluşlar sistemler Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde yer almışlardır...

 

Her biri kendi krallıklarını kurmuşcasına birbirlerine karşı duydukları güvensizlik ve bu güvensizliğin neden olduğu şüphelerle hareket ederek, kurallarına bunları yansıtmış, şüpheciliği her yerde yer aldırarak yaşama geçirmişlerdir...

Ondandır, adalet sistemimiz uzun seneler mercilerin kişileri "suçlu" ilan etmesi, kişilerin "suçsuzluğunu kanıtlaması" şeklinde devam etmiştir.

Çamur at izi kalsın... Şeriatın (devletin) kestiği parmak acımaz... Sükut altındır...gibi deyişler, bu zihniyetlerin yaptırımını, yerini perçinlemek üzere kulaklara küpe edilmişlerdir. Geçenlerde yer alan, "kültürümüze göre tıbbi mudahale" safsatasını üreten beyinler bu tür bakış açılarının uyuşmuşluğunun, densizliğinin bilime sızmasının en güzel örneğidir.

 

Gevezeliğim tuttu...konuda kalayım.

 

2. dünya savaşından sonra toparlanan ve bu savaştan ders alınarak geliştirilen politikalar, dünyada esmeye başlayan rüzgarlarla akın akın gelen...yani "emperyalizm" bizim en yumuşak yerimizi bulup oraya serumu dayadı...

 

İşte burada bir konsensus sağlayacağımızı düşünüyorum...

 

Emperyalistler bu ülkenin ezberci, skolastik kafaların devamını artarak palazlanmasını istemişler bunun adına her türlü desteği, yatırımı yapmaya başlamaktan geri kalmamışlardır. Bugün gelinen nokta seyhulislamcılığın her daim kendine yol bulmasıdır ve en büyük desteği de emperyalistlerden almışlardır. En güzel örneği bunların kucağında oturan, burnunuzun dibinde yer alan ARAPLARDIR.

 

Saddamı Saddam, Ladin'i Ladin'i yapanın, emperyalistler olduğu gerçeğini hanginiz reddedebilirsiniz?

 

Elbette "müslüman kardeşlerimize saldırılıyor" diye hoplaşanların bu konuda bilgileri yoktur, açıp bakmaya bile gerek duymazlar. İmam hatipler, kuran kursları, tarikatlar ile o yumuşak ve nazik yanımız her daim daha da yumuşatılarak geliştirilmiş, desteklenmiştir. İşte bu açıdan Cumhuriyetin öncesinde olan bitenlere bakmak önemlidir. Ellili altmışlı yılların öncesi ile sonrası arasındaki bu fark, tüyler ürpertici bir farktır. Bu farkın görülmesi, Türkiye' nin nasıl ve neden geriye götürüldüğünü açıkça görmek için çok önemlidir.

 

Bizi batının emperyalizminin kucağına oturtanlar onlara hayranlık duyan, onları beğenen batı medenyeti sempatizanları, devrimciler, aydınlar, bilime, bilgiye gönül verenler değillerdir...

Bizi emperyalistlerin kucağına oturtanlar onların açıkça ve alenen destekledikleri, besledikleri, palazlandırdıkları, üzerine oynayıp yatırım yaptıkları dogmacılar, dinciler, gericilerdir.

 

Bu böyle olmuştur, olmaya da devam etmektedir.

 

Hurafeci, ezberci, aklı yerine öfkesini kullanan en ufak güç kullanmada tırsan ama intikam hırsı beslemekten geri kalmayan, tepkisiz, kabulcü, aciz... özünde gerici ama ezber bilgisi ile diploma sahibi KULLAR oluştu...

 

Bunlar organize oldular, örgütleyenler de her daim destek gördüler. Varoşlar, lumpenler, köylülük; bu organize sistemin bir parçasıdır. Olmak zorundadır. Bunlar kurdukları bu sitemin de en önemli unsurlarıdır...

 

Eğer bugün emperyalistlerin çıkarları uğruna edepsizliklerinden bahsedeceksek bunlardan bahsetmeliyiz. Emperyalistler hiçbir zaman karşılarında gelişmiş bir ülke, çağdaş bir millet görmek istemediler. Bundan dolayı sadece onlara kızmak, kin beslemek yerine, aynı zamanda kendimize de kızmalıyız.

Zira hurafe ile, din birliği ile, kültür birliği ile bu işin olmayacağının kanıtını her gün izlediğimiz olaylarla yaşıyor görüyoruz. Kalabalıklaşıp slogan atmak ile bu işler değişmiyor...haaa birşeyler oluyor...onların yani emperyalistlerin istediği oluyor.

 

Neden?

 

Anında binlerecesini basit bir karikatür veya dogmaya dokundurma ile sokağa döküyor, birbirlerine düşürüyor, yağma, yıkma yaptırıyor, sonra da seni vahşi, barbar ilan ediyor?

 

Çünkü akıl yoksunu hurafeci; birey olamadığı için, kalabalık gibi bir organizmanın içerisinde yararlı bir uzuv gibi varlık göstererek bir güç oluştuduğunu sanıyor. İşte bu kalabalıkların varlığı desteklendi. Elbette filizlerini de verdi ve bu kitleler emperyalistlerin desteği ile otorite sahibi oldular, merciileştiler.

Zenginleştiler de... Hem de artarak.

 

Bu kısımda bazılarının düşüncelerine de değinmek istiyorum...

Ekonomik sorunu olmayan, refah düzeyi yüksek olmak her zaman çözüm degildir. Hurafeciliğin de yok olmasına her daim radikal ve direkt bir etkisi yoktur zira zenginleştikçe kendilerine benzerlerini çoğaltma yatırımlarına yöneldiler.

 

Dogmatizmin pençesinde olmayan fakiri zenginleştirseniz, refah kazandırsanız kaliteli bireyler elde edebilirsiniz. Ama dogmatizmin pencesinde olan zengin ile beter olunmakta...

 

Bakın Rusya'da beş beter ekonomik krizler yaşandı, ama anında toparlıyorlar. Avrupa Birliği Rusya için KEŞKEEEE diye bir politika istiyor...

 

Doğu Almanya keza... Zenginleştikçe güzelleşiyorlar.

 

Biz ise zenginleştikçe daha da çirkinleşiyoruz, para ile ne yapacağını bilmeyen bir halde ortalıkta ahmaklıklar sergiliyoruz. Ceket yakmaca, peçete atmaca, silah sıkmaca, gül dökmece, masada avrat oynatmaca, manken kovalamaca.

"Yurtdışındaydım hayatım" hala en ayrıcalıklı olma hallerinden...

 

Elbette bunlar otomatikman feodaliteyi de daim kıldı. Olanlar oldu ve sonuçları hayatımıza bodoslama sirayet etti...

İstikrarsızlık, hinlik, birbirini kötüleme, kalleşlik, bindiği dalı kesme, pire için yorgan yakma hep bu kafaların o bilindik karakteristik özelliklerini sergileyerek organize oldular, örgütlendiler, siyasileştiler söz sahibi oldular... Akıl yoksunu, elalem iş başında görsüncülük ile oluşturulan bu sistemlerin eserleri ortada...

 

İşte size bir örnek;

 

Nakliye, ki ekonominin her açıdan can damarıdır; hale bakınız.

 

Demiryolu yok. Denizyolu yok.

 

Bunlar, konusunda uzman, diplomalı, yetkililerin elinden çıkanların bir sonucudur. Fay hattındaki otoyollar, arkasına bir lokomotif daha ekleyerek hızlandırılarak devrilen trenler; bu ezberci, hurafik, akıl yoksunu, sözüm ona bilim okumuşların işidir.

 

Neden?

 

Temelinde dogma var da ondan.

 

Salçalı suya ekmek banmak ve şükretmek ile olmuyor bu işler.

 

Hiçlik kavramının yüce kılınması ile oluşan ahmak beyinlerin kazanımı sadece hüsrandır.

 

---------------------

 

Elbette okuyanlar arasından yazdıklarıma katılmayanlar olabilir. Katılanlar ancak ekleyecekleri olanlar da olabilir. Katılmayan dostların neden katılmadıklarını gösterir bilgilerler de önemlidir.

 

Fena mı olur; var ise yanıldıklarımız ile yeni doğrular yer değiştirmiş olurdu. Bu bilgileri merak ettiğimi belirtmek isterim.

 

Ben buraya inandıklarımı yazmadım. Salt, elle tutulur, bariz yaşanmışlıkları bilgi olarak belgeleri ile derledim ve yazdım. Aslında fazla bir yorum da yapmadım dersem doğru olur...

 

...zira o kadar aşikarlar ki.

 

Evet bu oldukça önemlidir.

 

Yazdıklarımda bir inanç unsuru yoktur. Dolayısı ile yazdıklarım inanç kertesinde ele alınırsa, objektif bir yaklaşım olmamış olur diye düşünüyorum.

 

Bilgileri yerine inanç mekanizmalarının ışığında bakanlar, hatta ideolojilerinin çerçevesinde bakanlar (ideoloji de kimi yerlerde inançlaşabilir ama her zaman değil) bu inançlarının dürtüsü ile hareket edenler bu başlık altında hakaret göreceklerdir.

 

Bu normaldir, kaçınılmazdır.

 

Ancak bu başlık altında inanca saldırılmamaktadır, inancı her alanda birincil sırada tutmaya, tutanları desteklemeye, inancı kullananmaya ve onu her alanda malzeme ve konu etmeye, sürekli gündem yapmaya ise açıkça saldırılmaktadır.

 

Bu son cümlemin yanlış değerlendirilmemesini önemle rica ediyorum. Saldırılan kişiler değil, fiiliyatlardır, eylemlerdir. Nesneldir, öznel değildir.

 

Bu farkın görülmesi özümsenmesi önemlidir.

 

Bu başlık altında "inanç mekanizmasının provoke olması ile" ne söz sahibi olunabilir ne de karşı duruş sergilenebilir. Çünkü inanç, yani dogma; naturası ve gerçek yaşamdan örnekleri de gereği, sizi otomatikman kişiye yönlendirecektir, bilgi ve/veya konuya değil.

 

Aramızda bunu yapabilenler yok değildir...varlar, ama azlar... Bilgiye hürmet ederler, inançları ile çeliştiği halde o bilgileri yok saymazlar.

 

Çünkü dogmanın pençesinde olanlar sadece kendi bilgisini sever. Hatta inancı ile bilgisini bile birbirinden bile ayırt edemez. Ona karşı, ondan farklı olan bilgi sahiplerini dinlemez, tehdit olarak görür, onları yok sayar veya yok eder.

 

Yukarıda bahsettiğim mekanizmaların ehillerinden birinin "yandım anam, ürünüm ağaçta kaldı, paramızı alamadık" diye bağıran bir adama "ananı al git lan" diyerek adamın sorunu karşısında kifayetsiz kalmanın dürtüsü ile asıl sahip olduğu menkibelerinin çerçevesinde görevi adamın sorunu ile ilgilenmek yerine şahsına yönelerek sesini kesmeye yeltenmesi bir başka örnektir.

 

Keza sanat...bu zihniyetten her daim ve her zaman olumsuz olarak nasiplenmiştir. Bilim, mantık, felsefe de öyle.

 

Dogma, üretilene, yazılana, sunulana, söylenene anlatılana karşı farklı bilgiyle, yeni bilgiyle değil; ürtene, yazana söyleyene yönelerek onları susturmaya, yok saymaya veya yok etmeye yönelmiştir.

 

Dogmanın pençesinde bir demokrasi, dogmanın pencesinde bir Cumhuriyet ancak bu kadar olacaktır.

 

Cumhuriyetimizin içi boş değildi. Ama içi boş bir milletin Cumhuriyetinin içi boş olacaktır...

 

***

 

Bugün 29 Ekim 2010.

 

Isparta valisi günün önemine binaen bir demeç veriyor ve diyor ki;

 

‘Atatürk son nefesini verirken aleykümselam demiştir’

 

Buyrun buradan yakın...

 

Ölümünden saatler önce komaya girdiği bilindiği halde.

 

***

 

Bu notlar dizisi, daha çok bilgi aktarımıdır.

 

Kaynakçalarını da inceleyerek kendi sentezinizi kendiniz yapınız.

 

hubbez

 

 

Link to comment
Share on other sites

Saygideger IFeelGood;

 

Hubbez'den yapmis oldugun bu alinti, benim iki dusuncemi de percinlestiriyor.

 

Bunlardan birincisi,Ataturk'un pragmatist bir akla sahip oldugu ve bunun sonucu konulara yanasimdaki eklektik yanasimi.

Ikincisi de, birey bilincinin olmamasi ve bireysel kisilige sahip olmamasi. Herseyi vatani, toplumu ve halki icin yapmis olmasi, ya da yonlendirilerek oyle yapmasinin saglanmis olmasi.

 

Ataturk'un mesela dindeki eklektik yanasimi, yani hem bir dini inancli, hem de bir dini inancsiz soylemleri bunu kanitliyor.

 

Ayrica, yazidaki Ataturk'un dusuncelerini degerlendirenlerin de, Ataturk'u kendi subjektif ideollojik inanclariyla degerlendirmesi, farkli ifadeler icerebiliyor.

 

Unutmamak gerekirki, Ataturk'un yaptigi, padisahlik ve hilafetin sonlandirilmasi ve dinin ikinci plana itilmesi, ayni zamanda isgalci guclerin de isttedikleridir.

 

Yani bu temelde Ataturk, aynen isgalci guclerin istedigi gibi, Osmanli Imparatorlugunu tarihe gommustur.

 

Ayrica Ataturk'un milliyetci cikisi da, zaten tum Osmanli topraklarindaki her millitin cikisiyla aynidir.

 

Bu temelde bakarsak, pragmatik,eklektik ve yenilik acisindan; bati isgalcilerinin istemleri disina cikilmamistir.

 

Laiklik, zaten fransa'dan kopya edilmeye calisilmistir.

 

Butun bu temelde, aklimiza su soru gelir?

 

Butun bu olanlarda, Ataturk'e ait olan ne vardir?

 

Mesela, din konusunda, Ataturk kendisi dini inanca sahip degilse, ne den eklektik dusunmus ve davranmistir?

 

Ne yazikki, eklektiklik ve pragmatiklik, o donemde tam da batinin hareket tarzidir.

 

Kisaca Ataturk, osmanli, devrimler ve milliyetci cikis olarak "bati isgalci guclerinin istedigini yapmistir" demememiz icin, bir neden var midir?

 

Saygilarimla;

 

evrensel-insan

Link to comment
Share on other sites

Create an account or sign in to comment

You need to be a member in order to leave a comment

Create an account

Sign up for a new account in our community. It's easy!

Register a new account

Giriş yap

Already have an account? Sign in here.

Sign In Now
×
×
  • Create New...