-
İçerik sayısı
19 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
4
İçerik türü
Profiller
Forums
Store
Makaleler
Everything posted by tabu
-
Lokman Suresi 34. Ayet Şüphesiz ki, kıyamet saatinin bilgisi Allah yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde ne varsa (erkek veya dişi oluşunu, renk ve özelliklerini) O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden haberdardır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
- 75 yanıt
-
- 1
-
-
- kuran delilleri
- bilim
-
(2 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
yavrum bu cep telefonu mesajı mı?! insan akıldan bu kadar mı yoksun olur? bir şeyi ölçmezsen her b.ka inanırsın işte. ben sana bir ilke ortaya koyuyorum: bir şeyi ölçebildiğin sürece üzerine net konuşabilirsin. al ben de sana mesaj gönderiyorum: necati rab'dir. necati'nin tanrı olduğuna fırsatın varken inan. sonra yok ben duymadım, yok ben inanmadım deyip de ağlama! öbür dünyada kendisine inanmayanların k.çına kazık sokuyor necati haberin ola!.
-
ama dünyanın kaç günde yaratıldığından tut bir sürü saçmalık bizim anladığımız gibi değil he çeviri hatasıdır kesin milyarlarca insan da bu yanlış çevirileri okuyor ne kadar aciz bir tanrın var, mesajını bile doğru ulaştıramıyor insanlara
-
ölçülemeyen şeylere senin ahlakını da ekleyebilirsin. çünkü sende ahlak yok. kişisel fantezilerini tanrı diye pazarlayan bir karaktersizsin. sana "salak" diyerek iltifat etmişim.
-
Eğer herkes ayetlerin dediğini yapsaydı nasıl bir dünya olurdu?
tabu replied to Emre_1974tr's konu in Genel
herkes fantezisini yazıyor burada! insan denen canlı bir hayvan türüdür. beyninin fazla gelişmiş olması onun ilkel genetik mirasını, içgüdüsel tepkilerini büsbütün ortadan kaldırmıyor. yani makinenin ayarlarında var bu saydıkların. hangi dönemde hiç hırsızlık olmamış, hiç savaş yaşanmamıştır? -
küfretmiyorum, ben aklını hayalî varlıklarla bozmuş biri miyim? dua ettim, vize işlemlerim çabucak bitti diyene "salak" derim. dua ile vize işlemleri arasında nasıl bir korelasyon olduğunu açıklarsan salak olmadığını anlarız. hangi soruma cevap verdin de kara delikler üzerine tepinip duruyorsun? kedi olalı bir fare yakalamış gibi şu ahlaksızdaki sevince bak! kara delikler üzerinden tanrı'nı mı ispatladın sen şimdi? bilim bugün ölçemediğini yarın ölçer. ama senin gibi din simsarları belirsizliklerden beslenir. senin tanrı'n evreni kaç günde yarattı anlat bakalım? gün kelimesini çarpıtmazsan senin bir ahlaksız olmadığını da anlarız.
-
iyice çocuklaştın.. senin fantezilerin kimin umurunda? kutsal kitabında en basit fizik kurallarından habersiz tanrı'nın cahilliğini görmezden geliyorsun da sıra benim kara delik bilgime mi geldi? vize şartlarım tutmuyordu, dua ettim ardından kolayca vizemi aldım diyen salak sen değil misin? ineğin g.tünde bile tanrı arayan bir hindu'dan ne farkın var senin? bilim birikimli olarak ilerler, bugün ölçemediği bir şeyi yarın ölçebilir diye sıranın senin hayalî varlıklarına geleceğini mi sanıyorsun?
-
anlaşıldı iyice kontrolü kaybettin. referansın akıl ve bilim olmazsa saçmalamak, tutarsızlık, çarpıtma kaçınılmaz olur. tanrı'nın günüyle insanın günü farklıymış... bu tanrı, kutsal kitabı canı sıkıldığında kendisi okumak için mi göndermiş, yoksa insanlar anlasın diye mi? tanrı'nın insanlarla da diğer canlılarla da ilgilenmediği açık. depremde 'baba galiba öleceğim' diye çığlık atan kızın sesini duymayan, enkazın altında hangi koşullarda can verdiğini umursamayan, kuyruğuna teneke bağlanan yavru kedileri görmeyen, sadist hayalî tanrı'nla sana mutluluklar dilerim. dilerim küçük çocuğun bir gün o kız çocuğu gibi aynı çığlığı atmaz, eğer atarsa onu kurtaracak olan bilim ve vicdanını yitirmemiş insanlar olacaktır. senin tanrı'n yine kör, sağır ve dilsizi oynayacaktır.
-
şu da ölçülemez, bu da ölçülemez deyip suyu bulanık gösterme çaban çarpıtmadır. bir belirsizlik yaratıp buradan varlığına inandığın şeyleri gerçekmiş gibi sunamazsın. ben "ölçme" dersi aldım: doğrudan, dolaylı ve türetilmiş ölçme olmak üzere üç türü vardır. her ölçme işleminde de "hata payı" vardır. hata payını düşürdükçe ölçüm gerçeğe en yakın olur. akıl yürütme farklı, ölçüm yapmak farklıdır. bilgiyi de ölçebilirsin, sıcaklığı da ölçebilirsin. bilim adamlarının yellenip yellenmediğini de ölçebilirsin ama meleklerin yellenip yellenmediğini ölçemezsin. meleklerin varlığına inanabilirsin, yellenmediklerine de inanabilirsin ama bunu ispatlaman olanaksızdır. tanrı'ya inanmanı hiç kimse eleştirmiyor burda, en azından ben eleştirmem. fikir düzeyinde her şey mümkündür: paralel evrenler de olabilir, tanrı da olabilir, tanrılar da. fakat ölçme işlemi bilimsel bir eylemdir, verdiğin örneklerle bu eylemi tartışmalı gibi göstermek iyi niyetle açıklanamaz. ölçülebilir olmak, bilimsel bilgiyle dini bilgi arasındaki en önemli farktır. dünya'nın yuvarlak oluşu, evrim vs. keşifleri dini metinlerde göstermeye çalışmak da en başta tarihi gerçekleri çarpıtmak demektir. aslına bakarsan dünya'nın yuvarlak oluşu da hatta evrim de çok eski tarihlerde dile getirilmiştir. ancak bunlar fikir düzeyinde kalmış, kabul görmemiş ya da yaygınlaşmamıştır. insanlar dünya'nın düz olduğuna inanagelmişlerdir, ta ki ispatlanana kadar. hiçbir dini metin de bilimsel bir gerçeği içine doğduğu toplumda tartışmaya açmaz. dinler esasen siyasal hareketlerdir. bir dünya görüşü vardır ve insanları bu dünya görüşü etrafında toplanmaya çalışır. bir toplum tasavvuru vardır. güç birliği vardır, ortak tavır alma vardır. emirler vardır, yasaklar vardır. ama dünyanın yuvarlak oluşu hiçbirinin derdi değildir. kozmolojiye ilişkin tutarlı ya da tutarsız bazı bilgiler vermesi onların bilimsel ya da entelektüel bir dert edindikleri anlamına gelmez. çok eski tarihlerde yazıldıkları için bilimsel gerçeklere ters ifadeler içermesi kaçınılmazdır. yüz yıl önce yazılmış bir bilimsel kitapta bile hata bulmak mümkünken dini metinleri bugünün bilgi ve değer anlayışıyla büsbütün bağdaştırmak, binlerce yıllık dinsel metinlerle bilimsel gerçekler arasında paralellik kurmak akla ziyandır. Yardımseverlik, iyilik, cömertlik gibi erdemleri bulabiliriz onlarda ama günümüz standartlarında kadın hakları, çocuk hakları gibi değerleri bulabilmek olanaksızdır.
-
bunlar çarpıtma. her şeyi aynı şekilde ölçememen birini gerçek, diğerini gerçek dışı yapmaz. kriter bu değildir. bir şey varsa ölçülür, yoksa ölçülmez. kişinin annesine olan sevgisi ile kişinin kilosunun ölçümleri farklıdır. birinde tartıya çıkar, diğerinde ise hem açık gözlem vardır hem de mutluluk hormonu salgılarsın. ayrıca sevgi gibi soyut kavramlarda net ölçümden söz edilemez zaten. bu duygunun organizma üzerindeki değişimlerini gözlemleyebilirsin. bir bebek tanrı'ya inanmadan yaşayabilir ancak bir bebek sevgisiz yaşayamaz. yapılan deneylerle sabittir. ayetlerin edebi, mecaz, üçüncü anlamı, beşinci anlamı diyerek çağdaş yorumlara uygun şekilde okunması da bir başka çarpıtmadır. ayrıca bir iki ayeti tartışma konusu yapmak değil asıl mesele. durduğun yer önemlidir. bilim birikimli olarak ilerler; yanlışlanabilir, eleştirilebilir, tartışılabilir, düzeltilebilir. darwin'in kitabında yanlış bulabilirsin, doğrusunu söylersin. şurada yanılmış dersin yeni bulgulara dayalı olarak. oysa dini metinlerin doğruluğu yanlışlığı tartışmaya dahi açılamaz. bilim adamları yellenen insanlarmış... işte bu bilimsel bir görüştür. ancak senin amacın konuyu sulandırmak.
-
nesnel gerçeklikten uzaklaşan bir insan her şeye inanabilir. inandığı şeyin din olması da gerekmez. dua etmek "dilemektir", "yakarmaktır"; sorgulamak değil teslim olmaktır. senin üstünde büyük bir gücün varlığını kabul etmek, ona yalvarmak, yardım istemektir. tek yönlü bir eylemdir. bu yüzden duanın gerçekleşme zorunluluğu yoktur. fakat kişinin inanarak dua etmesi zaten daha işin başında olumlu bir duygu uyandırır bireyde. olumlu düşünce, bir işin rast gitmesi için yeterli değilse bile ilk koşuldur. inanmanın, ibadet etmenin, dua etmenin rahatlatıcı bir tarafı olduğu muhakkak. sen de bunun konforundan memnunsun. Tıpkı yaklaşık 7 milyar insan gibi. Sorun şu ki amerika yerel dinlerinden afrika ve uzak doğu dinlerine kadar sayısız tanrı var ve herkes mutlu! hakiki din bizim dinimiz, hakiki tarikat bizim tarikatımız, hakiki şeyh bizim şeyhimiz diyen milyarlarca insan... oturup hangisi doğru söylüyor diye tek tek ciddiyetle araştırmaya kalksan doğru dini doğru tarikatı bulana kadar ölürsün. kaldı ki dinlerde "kabul" ve "teslimiyet" vardır. "sorgu" ve "şüphe" arınılması gereken özelliklerdir. büyük dinlerin otantik halleriyle bugün yaşaması mümkün olmadığından reformist dokunuşlarla varlıklarını sürdürebilmektedirler. her çağdaş yorum, onlara taze kan pompalamaktadır. tabii ölüye ne kadar taze kan verirseniz verin ölüdür. ama siz diyelim ki annenizin öldüğüne inanmıyorsanız aslında ölmüş olan anneniz sizin için yaşıyordur! nesnellikten uzaklaşırsanız her şey mümkündür. isa'yla da konuşabilirsiniz, isa da sizinle konuşabilir.
-
benim ergenlik dönemimde porno filmlerin gösterildiği sinemalar vardı. Bir defasında cebimdeki bütün parayı sinemaya verdim ve cebimde minibüs parası dahi kalmadı. sinemadan çıktıktan sonra "eyvah" dedim, eve kadar nasıl yürüyeceğim? sanki bir ses beni duydu ve yolda para buldum. bulduğum para tam olarak o zamanki minibüs ücretine denk bir paraydı. ne eksik ne fazla. şaşırdım kaldım. tanrı, sinemada porno film izlediğim için beni ödüllendirmiş olamazdı. fakat asıl soru şu: sinema yerine mesela camiye gitmiş olsaydım ve cami çıkışı yolda para bulsaydım tıpkı senin gibi tanrı'nın beni ödüllendirdiğini düşünürdüm. sen başına gelenleri istediğin gibi yorumlayabilirsin, ben de başıma gelenleri istediğim gibi, bir başkası da yine istediği gibi... gerçek olan nesneldir ve ispatlanabilir, açıklanabilir, tekrarlanabilir. eğer ortada bir sınav var ve sınavı çalışan değil de çalışmayan kazanıyorsa burada bir ödül değil problem var demektir. şimdi elini vicdanına koy ve söyle: bu durum adil midir? başka bir sınavda da sen çok çalışır fakat çalışmayan biri o sınavı kazanırsa haklı olarak bu seni öfkelendirmez mi? ayrıca "kafası çalışan" biriysen ve çok çalışmak yerine doğru stratejilerle çalışmışsan bu durumda da sınavı kazanman olağandır ve tanrı'nın ekstra "torpil"ine ihtiyacın yoktur. vize işlemlerinde gerekli özellikleri taşımayanların vize alması ise "tutarsızlık"tır, bunu vize verenlere sormak lazım. hayatın boyunca işlerin hep yolunda gitmeyeceği gibi, hep de kazık yemezsin. bazen hayat insanın yüzüne güler. işte bu anlarda bir yahudi de bir hindu da bir budist de bir afrikalı da kendi tanrısı tarafından korunup kollanmasını memnuniyetle karşılar. bir hindu'ya, başına gelen iyi şeylerin inandığı tanrılarla alakalı olmadığını anlatamazsın. çünkü onun kendi hayatındaki deneyimleri bu yöndeki düşüncesini güçlendiren örneklerle doludur. bir hindu sana "elinizi vicdanınıza koyun söyleyin, bunlar nedir?" diye sorsaydı o hindu'ya cevabın ne olurdu? Vicdan demişken sen bir tanrı olsaydın kaynar kazana bir çocuğun düşmesine izin verir miydin? daha geçen gün bir çocuk salça kazanına düşerek feci şekilde can verdi! çok daha eski bir haberde ise sara hastası bir gencin ocağın üzerine düşerek can verdiğini okumuştum. sen ise vize alırken sana torpil geçen tanrı'nın gizli elini görmemizi istiyorsun. vicdanının sesini dinlemesi gereken kişi kimdir?
- 33 yanıt
-
- 1
-
-
çalıştıktan sonra niçin tanrı'dan isteyeyim ki? başarımı niçin görünmez bir varlıkla paylaşayım ki? zor bir sınavı çalışmasam kazanamam, çalışırsam kazanırım. bir de hayatta tesadüfler vardır, müminler ona "tevafuk" der, yani uygun düşme. bazen bulunduğun yer/zaman ve şartlar sana umulmadık kapılar açar, fırsatlar doğurur. özel hayatta da iş hayatında da ömrümüz boyunca küçük ya da büyük fırsatlarla karşılaşırız. tıpkı umulmadık kazalarla karşılaşabildiğimiz gibi. ne bu kazalar ne de fırsatlar tanrısal değildir, özel bir ödül ya da ceza yoktur. bu yüzden kanser olan bir kişinin "neden ben?" diye sorması anlamsızdır. inanırlar bu gibi durumları bir ödül veya ceza olarak görürler. deprem gibi doğa olaylarını en ilkel dinlerden hristiyanlık, müslümanlık gibi büyük dinlere kadar hep bir cezalandırma aracı olarak görmüşlerdir. hayatta kalanın bunu "tanrı beni korudu" olarak yorumlamasının hiçbir nesnel dayanağı yoktur. kişi bu inancı üzerinden kendisini görünmez bir güce borçlu hisseder. küçük prens'i okumayanlara ısrarla tavsiye ederim okumalarını. orada ben her şeyi yaparım edasındaki bir krala gün batımlarını çok seven küçük prens güneşi batırmasını söyler. tamam der kral ama güneşin battığı filan yoktur. kral der ki bir şeyin olması için şartların oluşması gerekir, şartlar oluştuğunda güneşi batıracağım. vakti geldiğinde gün batımı zaten yaşanacaksa o hâlde krala ne ihtiyaç vardır?. dualarımızın kabul olması da böyle.
-
Özgür irade!.. Yıl olmuş 2023, hâlâ insanlar özgürce eylem ve söylemlerini ortaya koyamazken... Genetik/kültürel/tarihsel nedenlerle davranışlarımızın bir dolu belirleyicisi varken... Kalkıp da özgür iradeden ve buna bağlı "imtihan" varsayımından bahsetmek ancak bir karikatür diyaloğuna konu edilebilir. Orta Çağ'da Fransa'da bir çiftçinin çocuğu olarak doğsaydım... Antik Çağ'da Yunan adalarında dünyaya gelseydim... Uzak Doğu'da Budist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerimi açsaydım neye inanırdım, nasıl davranırdım?.. Cezayir'de yapılan kazılarda küçücük çocukların tanrılara kurban edilerek küplere konup gömüldüğü dönemlerde dünyaya gelseydim, ya daha el kadarken kurban edilecektim ya da o çocukları kurban eden adamlardan biri olacaktım! Elbette her dönem ve her kültürde farklı düşünen insanlar olagelmiştir. Ancak değişim ve dönüşüm çok zaman almış, insanların düşünce ve vicdani kanaatlerini özgürce dile getirmeleri tam anlamıyla mümkün olamamıştır. Ayrıca özgür düşüncenin hakim olduğu bir toplumda dinin toplumsal hayattan dışlanması da aslında doğacak nesillerin dinle irtibatını başından koparmak demektir. Yani ister dini propagandayla yetişen isterse dinsizlik propagandasıyla yetişen nesiller aslında tam bir irade ortaya koyamazlar. Hatta bir imamın ateist çocuğu gibi uç örneklerde bile belirleyici faktörün ne olduğu çok su götürür bir konudur. Elbette çağdaş bilimle tanışmak suretiyle ailesinin inançlarını akıl dışı bulabilir ve ateist olabilir bir birey. Ancak belki de babasının baskıcı din yorumları o çocuğu sorgulamaya yöneltebilir ve kendisine özgür bir alan açma isteği uyandırabilir. Sonradan Müslüman olan bazı Avrupalıların "hidayete erme" hikayelerine özellikle ramazan ayında tv'lerde denk gelmişsinizdir. Orada en çok vurgulanan kavramlar İslam'ın "sevgi ve hoşgörü" dini olmasıdır, o kişilerin çevrelerindeki Müslümanların bu özelliklerinin öne çıkmasıdır. Demek ki sevgi ve hoşgörü vasıfları zayıf kişilere denk gelselerdi Müslüman olmayacaklardı. Son bir örnek: Diyelim ki dünyada şu an 1 milyar bebek var. Bu bebekleri alıp Hindistan'daki Hindu ailelere verirsek dünyadaki Hindu sayısı kaç kişi artar? Dünyada Müslüman veya Hristiyan sayısının ani olarak hızla arttığı dönemler olmuştur. Bu olağan dışı kitlesel artışları özgür iradeyle açıklamak gülünç olur. Kaldı ki bireysel seçimlerimizde bile nelerin üzerimizde etkili olduğunu söyledim. Savaşlar, fetihler, krizler, devrimler, siyasi gelişmeler gibi toplumu derinden sarsan olayların sonuçları da dinlerin lehine veya aleyhine olabilir.
-
Emre, bilim adamları karıncaların konuştuklarını keşfetmişti. Yeni bir gelişme var mı 😁
- 33 yanıt
-
- 1
-
-
Yenilikçi olmak hiçbir zaman kolay olmadı 😊 Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e gönderdiğinde şu cevabı almış: ''Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın...'' 😅 Tabii bu forumda hikâye-roman başlığının açılması bence büyük bir incelik. Çünkü derme çatma bir öyküde bile eğer samimiyetle yazılmışsa insanı saran bir şeyler bulmak mümkün olabilir. Ayrıca teknik hatalar ya da dil yanlışları forum okurları tarafından tespit edilerek yazım sürecine okur kitlesi de dahil edilmiş olur. Eğer katılım olursa bu süreç hem öğretici hem de eğlenceli olabilir.
- 20 yanıt
-
- 1
-
-
Gani Müjde'nin filmini hatırladım, "Osmanlı Cumhuriyeti" miydi neydi adı 😄
-
Her işin hilesi hurdası vardır. Fakat gerçek yazarlar için sayfa sayısını artırmak değil azaltmak sorundur. Nerelerden kırpayım diye uğraşırlar. Dile o kadar hakimlerdir ki hayal dünyaları da çok geniş olduğundan aralıksız yazarlar. Onlar için yazmak, nefes almak gibidir, dur durak bilmeden yazarlar. Ayrıca tek bir kitabın sayfa sayısı bir yana, ömrü boyunca yazdıkları kitapları üst üste koysanız boylarını aşar. Bunlar üretken yazarlardır. Türk edebiyatının tartışmasız en iyi hikâyecilerinden Sait Faik, bir ara yazmaktan vazgeçer. Sonra tekrar yazmaya başlar ve şöyle der: Yazmasaydım çıldıracaktım! Uzun ya da kısa yazmak biraz da sanatçının tarzıyla ilgilidir. Kimi uzun uzun yazmayı sevdiği için romanı tercih eder, daha kısa yazanlar ise öyküyü. Elbette aslolan uzunluk ya da kısalık değil niteliktir. Sinemadan da örnek verebiliriz. Doksan dakikalık filmler de vardır, dört saatlik filmler de. Üretken sanatçılar için bir eseri uzun tutmak sorun değildir ama bazıları da özellikle eserlerini kısa tutarlar. Fakat eskilerin çok kalın romanları vardır. Çağdaş edebiyatta ise "Yüzüklerin Efendisi" gibi sonu gelmez eserleri saymak mümkündür. Bu romanın vizyona giren yaklaşık üç saatlik filmlerinin de makaslanmış olduğunu bilirsiniz, seyirciyi üç saatten fazla sinemada tutabilmek zor olduğu için. Özetle uzunluk-kısalık sanatçılar için sorun değil, tercih sebebidir. Bir sanat eserini ölümsüz kılacak, klasikler arasına sokacak en önemli özellik yeni bir şey anlatıyor olmasıdır. Bu yenilik sadece konu bazında değildir. Örneğin aşk teması ilk yazarlardan/şairlerden beri ele alınır. Ancak Fuzulî'nin ele alış biçimiyle Attila İlhan'ın ele alış biçimi farklıdır. Buna rağmen her ikisinde de ortak tatlar buluruz. Bu iki şairi büyük kılan da sanata getirdikleri yeniliklerdir. Kuşkusuz bu yazarların dile son derece hakim oluşları onları benzerlerinden ayıran en önemli vasıfları arasındadır. Çok komik bir fıkrayı bir arkadaşımız anlattığında gülmek için kendimizi zorlarız da bir başkası daha az komik bir fıkra anlattığında katıla katıla güleriz. İkisinin arasındaki fark dilden, üsluptan ileri gelir. Kelime seçimi, anlatma biçimi, sonunu bildiğimiz bir öyküyü bile ilginç hale getirir. Ama insanın içindeki yenilik istek ve arayışı durdurulamaz bir dürtüdür. Yenilik beklentisine cevap veremeyenler bir şekilde tozlu raflara kaldırılmaya mahkumdur. İnsanın en temel özelliği "merak" duygusudur. Onu öğrenmeye iten de bu dürtüsüdür. Fakat sanat eserlerinde öğreticilik kendiliğinden olur, yani doğrudan bir öğrenme/öğretme amacı yoktur. Roman okurken insan zihninin gizli kalmış yanlarını keşfe çıkarız. Kendi çelişkilerimizle yüzleşiriz. Dostoyevski'yi ölümsüz kılan da onun bu ustalığıdır. Zamandan ve mekândan bağımsız olarak çırılçıplak bir insanla karşı karşıya geliriz. Roman kahramanının olaylar karşısındaki tepkileri, seçimleri bize bizim seçimlerimizi hatırlatır. Onunla gerilir, onunla heyecanlanırız. Bu sorgulamaları yaptıran, bu duygulara ortak ettiren yazar gerçek bir sanatçıdır. "Baba" filminde Al Pacino tuvalete saklanan silahı almaya giderken nefesini tutan, o intikam sahnesinde tetiğe basacak olan aslında bizizdir! Zor bir kararın saniyeler belki saliseler içinde eyleme geçme biçimi bizim akıbetimizi de belirleyecektir. Saatler süren bu filmi soluksuz izlememiz, mafya merakımızdan değil, insanın tam anlamıyla sahneye taşınmasından ileri gelir.
-
Vakit gece yarısını bulmuş, odama büyük bir sessizlik çökmüştü. Mutfaktan gelen sesle irkildim. Duvara yaslı sopayı kaptığım gibi mutfağa yöneldim. Bir köy okulu lojmanında kalıyordum ve evime bir fare dadanmıştı. Uzun zamandır onu evden atamıyordum. Bu defa çıkışı olmayan bir köşeye saklanmıştı. İsteseydim o anda sıkıştığı köşede elimdeki sopayla vura vura onu öldürebilirdim. Bu düşünce öylesine ürküttü ki beni, hayır dedim, ona bir şans vereceğim ve evimden çıkmasını bekleyeceğim. Bu safça bir düşünceydi. Farenin bir anlaşmaya uyma ihtimali yoktu, bense adil bir karar alma derdindeydim. Onun böyle bir ölümü hak etmediğini düşündüm. Bir yuvası olmalıydı, bir ailesi… Geri dönmediğinde onu merak edecek birileri var mıydı bilmiyorum ama ben öyle düşündüm. Fare, benim bu düşüncelerimden habersiz, uzun tüysüz kuyruğunu yere sabitlemiş, kaçınılmaz sonu bekliyordu. Çaresizlik içinde yüzünü duvara dönmüş, af dileniyordu sanki… Kalbinin ne denli şiddetle attığını duyar gibiydim. Belki de en çok iğrendiğim bu hayvan, her nasılsa gözümde küçüldükçe küçülüyor, zararsız bir canlıya dönüşüyordu. Bir köy okulunda öğretmenliğe başlamak benim için büyük bir şanstı. Şehirde doğmuş büyümüş biri olarak içimdeki köy özlemini doyasıya giderdim. Acemilik günlerimde çocuklarla birlikte öğrendim. Onların hayallerine ortak oldum, kendi çocukluğuma döndüm. Dört mevsim yaprağını dökmeyen ağaçlar arasında iki katlı lojmanın alt katında doğayla iç içe geçirdim bütün zamanımı. Sürprizlere de alışmıştım artık. Çoğu zaman bir plastik bardakla geziyordum evin içinde. Tavandan sarkan örümcekleri bu bardakla kovalıyordum. Yakalayabildiklerimi tekrar doğaya bırakıyordum. Bu defa durum farklıydı. Bir plastik bardak değil, demir bir sopayla bekliyordum. Elimde tuttuğum sopa, fareden çok beni korkutmuştu. Sanki o sopa benim tepeme inecek ve bütün hatalarımın bedeli olarak oracıkta şiddetli bir sonla can verecektim. Farenin bu düşüncelerimden de haberi yoktu. Küçüldükçe küçülüyordu gözümün önünde. Tamam teslim oluyorum, der gibiydi. Yolun sonuna geldiğinin farkındaydı. Ancak bir heykel böyle kıpırtısız durabilirdi. Onu heykelden ayıran şey, şiddetle çarpan kalbiydi. İkimiz de birer kalp taşıyorduk. Bir kalbin başka bir kalbi öldürmesi an meselesiydi. Dünyada en çok yaşanan şeydi bu. Ölümler, bir başka kalbin eseriydi çoğu zaman. Herkesin yaptığını ben de yapacak ve atan bir kalbi durduracaktım. Gerilmiştim. Ellerim titriyordu. Sıkıca kavradığım demir sopa elimden kayıp düştüğünde, derin bir oh çektim. Anladım ki, ben aslında kendimi affetmiştim. Sonraki günler, fare gibi davranmaya başladım. O beni görmezden geliyordu, ben de onu… Çıkıp gitmemişti. Ama sıkıştığı deliğe bir daha girmedi hiç. İkinci bir şans dilenmek istemiyordu benden. Hem artık kuralları o koyuyordu. Roller değişmişti. Ortada yiyecek bırakma diyordu, bırakmıyordum. Sık sık temizlik yap diyordu, sık sık temizlik yapıyordum. Tencerenin ağzını açık bırakma, içeriyi havalandır, çöplerini günlük boşalt… Elbette bütün bunlar benim uydurmam. Bana hiçbir şey söylemedi, köşeye sıkıştığında da benden hiçbir şey dilenmemişti, tutmayacağı bir söz vermemişti bana. Gözlerini duvara dikip tehlikenin geçmesini bekledi sadece. Sesini duyduğum kalp, farenin değil benim kalbimin sesiydi. Bütün bunlar bir iki dakika içinde olmuştu. Gerilen de bendim, elleri titreyen de. Sopa elimden düşünce derin bir oh çeken de... Fare, arkasına bile bakmadan gitti. Bir daha da görmedim zaten. Ama evde olduğunu biliyordum. Ben yokmuşum gibi davranıyordu, ben de o yokmuş gibi... O kendini ev sahibi görüyordu ve ben bunu kabullenmiştim. Kuşkusuz kiracı olan bendim. Benden önceki öğretmenler gibi… Bir zaman sonra hiçbir iz kalmadı ondan geriye. Ev sahipliği iddiasını o da sürdürmek istemedi. Sessiz sedasız kayıplara karıştı. Ama bir fareden öğrendiklerimi unutamıyorum. Aramızda hiçbir konuşmanın geçmediği o gecede öğrendiklerimin her biri ayrı bir ders niteliğindeydi: Bu dünyada hepimiz kiracıyız. Hayat sizi görmezden geldiğinde, üzülmeyin. En karanlık anınızda, yapacaklarınız kalmadıysa yanacak ışığı bekleyin. Güneş doğduğunda roller değişecektir. Kafanıza inmek üzere olan bir sopa yok. Önce elinizdeki sopayı atın. Başkaları sizi affetmeden siz affedin kendinizi. Kimse size kural koymadan siz koyun kurallarınızı. Şansınızı iyi kullanın, tutmayacağınız sözler vermeyin. Ve kalbinizin sesini dinleyin…
-
- 3
-
-