
Tasvir-i Efkâr
Members-
İçerik sayısı
47 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
3
İçerik türü
Profiller
Forums
Store
Makaleler
Everything posted by Tasvir-i Efkâr
-
İslam'ın temel kaynakları Kur'an ve sünnettir. Tevrat ve İncil'de yazanlar kesin değil. Tevrat'ı geçerli bir kaynak kabul edecek olursak, Tevrat'ta Allah'a oğul isnadı var, ki İslam'ın tevhid inancıyla bağdaşmayan bir şey. Tevrat'ın peygamber kıssaları ile Kur'an'ınkiler arasında benzerlikler olduğu kadar birçok fark da var. Ama burada bahsettiğin ayete verilen mana doğru olabilir, bilemiyorum. Hz. Musa'nın şeriatında puta tapmanın cezası idamsa öldürmüş olabilirler. Göğün kapıları, yedi kat gök, Allah'ın arşa istiva etmesi, Allah'ın arşının suyun üstünde olması, yıldızların şeytanlara atış tanesi kılınması gibi ayetleri olduğu gibi anlamak doğru değil. Bunlar müteşabih ayetler, tevil ederek anlamak daha doğru.
-
Nesnel demek zihinden, özneden, kişisel inançlardan bağımsız olan demek. Sadece fiziksel olarak ölçebildiğin, laboratuvarda inceleyebildiğin şeyler değil. Bilimsel yöntemle sadece olgusal, betimsel önermelerin doğruluk değerini tespit edebilirsin ki o da fizikle sınırlı. Mesela Tanrı, cin, melek gibi doğaüstü varlıklar varsa onların doğruluk değerini deney ve gözlemle saptayamazsın. Tanrı beş duyuyla algılanamayacağı için doğruluk değerini akılla, çıkarımla saptarsın. Tanrı'ya inanmakta neden rasyonel olarak haklı olduğunu ortaya koyarsın. Beş duyuyla algılanamıyor diye, ya da Tanrı hakkında öznel düşünceler var diye Tanrı'nın kendisi nesnellikten çıkmaz. Doğrulanabilirlik ve özneler arası mutabakat bir şeyin nesnel olarak gerçek olup olmadığının önkoşulu değildir. Bilimsel olarak doğrulanamayan şey nesnel değildir, nesnel bir gerçekliği yoktur demek sadece bir inanç, bir iddia. İddianın kendisi duyu verisi değil bir kere. Öznel ahlakî kararları nesnel doğal şartlar belirler diyorsun ama ahlaki görevlerin içinde bulunduğumuz koşullara bağlı olması, o durumda yapılacakların nesnel bir nitelik taşımadığı anlamına gelmez. Zaten ben ahlakî değerler mutlaktır demiyorum, nesneldir diyorum. Örneğin birini öldürmek mutlak olarak yanlış değil, savaş durumunda, nefsi müdafaa için öldürmek gerekebilir. Mesela “Bilinçli sinir sistemine sahip hayvanları öldürüp yemek ahlaki değildir,” demişsin. Böyle kesin, genel-geçer bir hüküm koyuyorsan sana göre nesnel aksiyolojik önermeler var demektir.
-
Her şeyi tek seferde yazmıyorum. Önce düşüncelerimi toparlayıp yazmaya başlıyorum, sonra yarıda kesip işlerime bakıyorum, yazmayı sonraya bırakıyorum, öyle kalıyor. Ben inanmaya meleklerden, cinlerden başlamadım zaten. Bunlardan başlasam metafizik bir olay yaşamadığım sürece inanmazdım. Vahiy olmadan meleklerin, cinlerin varlığını salt akılla bilmenin bir yolu yok gibi gözüküyor. Bunların varlığını vahiyle bilebiliriz. İnanmaya Tanrı'dan başladım, bu da herhangi bir Tanrı değil, insanlarla ilgili planları olan bir Tanrı. Tanrı ahlakî değerlerin olduğu bir evren yarattığına göre insanlara ahlakî görevler yüklemektedir, insanlara ahlakî görevler yüklediğine göre insanlarla ilgili planları olmalıdır. Bunların ne olduğunu bizimle iletişime geçerek bildirmesi gerekir. Hem sorumluluk verip hem de ilgilenmeyecekse o zaman Tanrı anlamsız, hikmetsiz iş yapmış olur ki bu da Tanrı'ya yakışmaz. Bu yüzden vahyin ve peygamberlerin varlığı mantıklı geliyor. Diğer pek çok metafizik olguyu da vahiy ile öğreniyoruz. Mezhepleri çok araştırmadım, Sünnilik dışındakiler hakkında yüzeysel bilgim var. Başlarda Kur'ancılığa yönelmiştim, yani sadece Kuran deyip hadisleri reddetmeye. Günümüzde popüler bir ekol ama o da sonraları çok tutarlı bir yol gibi görünmedi. Kur'ancılar İslam tarihini Batılı oryantalist kafasıyla okuyor, sadece meal üzerinden din inşa ediyor, ve 1400 yıllık kökleşmiş gelenek ve uygulamaları Kur'an'da yok diyerek, ayetlerin anlamlarını değiştirerek reddediyorlar. Bu da bana pek mantıklı, gerçekçi bir tutum gibi gelmedi. Peki neden Şiilik ve Vehhabilik değil de Sünnilik dersen çünkü bence Sünniler birçok konuda diğerlerine göre daha mantıklı, tutarlı ve İslam'ın ruhuna uygun konuşuyor. Diğerlerine bakıyorsun, alimlere hakaretler, sahabelere hakaretler, kendini yaralamalı tuhaf ritüeller, Hz. Ali'ye ilah diyecek kadar ileri gidenler, İslam'da olmayan reenkarnasyon inancını İslam'a dahil edenler, tekfircilik, Allah'ı insana benzetmek, daha neler neler. Kur'ancılar desen, kaderi inkâr, peygamberi silikleştirme, reform adı altında kâfirlere şirin gözükme çabaları, Kur'an'ı heva ve hevesine göre yorumlamak, kâfirlere Müslümanlardan daha fazla sempati duymak gibi sorunlar var. Hepsinde bu vasıflar yok tabii, genel olarak konuşuyorum. Ehl-i Sünnet'ten ayrılanlar genellikle kâfirlerden ziyade diğer Müslümanlarla uğraşıyorlar. Diğer Müslümanlara olan kinleri kâfirlerle iş tutmaya kadar götürüyor. Bunlar Sünnilik dışı mezheplerde görebildiğim genel sorunlar. Bunlar yüzünden Müslümanlar arasında kardeşlik ve birlik duygusu kalmıyor, müminler birbirine düşüyor. Tam düşmanlarımızın istediği gibi bir durum çıkıyor ortaya. Sünniler ise sahabelere saygı duyuyor, Kur'an'a ve sünnete aykırı itikadları yok, Kur'an ve sünneti anlamada daha sistemli ve metodlu hareket ediyorlar, kâfirlere muhabbet yok, İslam düşmanlarına sevgi, saygı ve hayranlık yok, İslam'a en çok hizmet edenler Sünnilerden çıkmış. Bu da bana Sünnilerin yolunun doğru olduğuna dair güçlü bir ipucu verdi. Tabii ki insanlar ailesinden, çevresinden ve toplumdan etkilenir. İnançlarını ve dünya görüşlerini belirlemede bunların etkisi olur, olmaz değil. Ama insan düşünebilen bir canlı, tamamen çevresel, ailevî ya da toplumsal etkilerin esiri değil. Hakikat arayışındaki bir insan başkalarından ne kadar etkilenip etkilenmediğini de ölçüp tartabilir. Sen Müslüman ortamda yetişip ateist olmuşsun. Senin gibi milyonlarca var. Hıristiyan ya da ateist ortamda büyüyüp sonradan Müslüman olanlar da var. Demek ki aile etkisi, çevre etkisi mutlak manada belirleyici değil. Günümüzde kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla ateizm ve deizm de görünür, duyulur hale geldi. Dinsizlik pek çok gence cazip geliyor. En başta nefse hoş gelen yanları var; özgürleştiklerini, çağdaşlaştıklarını, avamdan kurtulup evrenseli yakaladıklarını ve havalı olduklarını düşünüyorlar. Pek çok vesile ile dine inananlar geri kafalı, cahil, bağnaz, avam gibi gösterilirken, dinsizler sorgulayan, özgür düşünen, bilimin öncüsü, modernliğin timsali, aydınlık savaşçısı gibi resmediliyor. Bu algı operasyonlarının birçok insanın dinsiz olma kararında etkisi olduğu iddia edilebilir. Ben Müslüman olmayıp duyulmamış bir dinin duyulmamış bir mezhebine geçsem, çok eksantrik inançlara sahip olsam bu sefer insanlar bunu farklı olma, ilgi çekme çabası diye yorumlayabilirdi. İnsanların yargılamalarının, eleştirilerinin sonu gelmez. Bu yüzden başkalarının ne dediğini çok takmıyorum. Evet, başladım. Esnetmek diye bir şey yok, neyse odur.
-
Konuyla alakasız, pek siyasete de girmek istemiyorum ama madem sordunuz; Avrupa Birliği'ne uyumlu olacağız diye ülkeye yapılan kötülüklerden biri olduğunu düşünüyorum. Tıpkı feminist örgütlerin sahiplendiği İstanbul Sözleşmesi gibi.
-
Valla ne yalan söyleyeyim, ben de buraya cevap yetiştirmeye üşeniyorum, yine de cevaplamaya çalışıyorum. Evet, gerçek ne ise odur. Gerçek'ten ne anladığımız da önemli. Sadece fiziği, bilimin inceleme sahasına giren şeyleri gerçek kabul edersen bunun dışında kalan açıklamaları hiç tartma gereği duymadan reddedersin. Tıpkı eline bir metal dedektörü alıp etrafta tarama yaptıktan sonra burada metalden başka bir şey yok demek gibi. Tüm hakikatin bilimden geldiği konusunda ısrar eden ateistler de buradaki metal dedektörü kullanan adama benzer. Bilim de onların metal dedektörüdür. Seçtikleri araç -bilim- doğal dünyadaki maddi sebepleri ve etkileri tespit etmekte başarılı diye tüm hakikatin maddeden ibaret olduğunu varsayıyorlar. Oysa yanılıyorlar. Ahlakın doğası, mantık yasaları ve estetik değer yargılarımıza dair yapacağımız kısa bir tefekkür ile saf doğalcı açıklamaların yetersiz olduğunu kolayca görebiliriz. Ahlakın ontolojisi üzerine yapacağımız tefekkür bizi tıpkı mantık yasaları gibi insanın öznelliğini aşan nesnel ahlakî değerlerin olduğu sonucuna götürür. Mesela tüm dünya zevk için masum insanları öldürmek ahlaken doğrudur fikrinde birleşse bile, başka gezegende evrilmiş ve orada yaşamış olsaydık bile bu davranış her zaman yanlış olarak kalacaktır. Senin de kesinlikle doğru ya da kesinlikle yanlış dediğin davranışlar mutlaka vardır. Demek ki zihinden bağımsız nesnel aksiyolojik önermeler var. Öyleyse bunların kaynağını aramak meşru bir arayıştır. Ha, ahlaka temel bulmadan da ahlaklı olursun. Ahlak özneldir deyip nesnelmiş gibi davranabilirsin, ki pek çok ateist öyle yapıyor. Güneş'i inkâr edip ışığından istifade edebildiğin gibi. İşlerlik açısından pek fark yaratmaz. Ama doğru olduğuna inandığın şeylerin neden doğru olması gerektiğini açıklayamazsın. “Çünkü beni iyi hissettiriyor,” “çünkü topluma yararlı” gibi sebepler öne sürebilirsin. Ama bir şeyin seni iyi hissettirmesi başkasını bağlamaz, yararcılıkta da erdemi çoğunluğun mutluluğuna feda etme gibi problemler var, yani yine temelsiz kalıyor. Öne süreceğin hiçbir din dışı gerekçe bir eylemin niçin nesnel olarak iyi veya kötü olduğunu açıklayamaz. Zaten sen de ahlakın öznel olduğunu söylüyorsun sanırım. Ahlakın nesnelliği olmadan, doğruları ve yanlışları kişisel ve toplumsal tercihlere indirgemiş oluruz ki bu da nihayetinde ahlak diye bir şeyin olmadığı, tüm değerlerin bizim uydurmamız olduğu anlamına gelir. Nesnel bir ahlakî standart olmadan bağlayıcı ahlakî yükümlülükler de olmaz. Evet, ateistler tek tanrılı dinlere de uyarlamışlar ama tek tanrılı dinlerde bir sorun oluşturmuyor. Hatta iki seçenekten birini seçsek bile birçok teist filozofa göre sorun oluşturmuyor. İslam'ın ilk yüzyılında kelam alimleri Allah'ın zatı ve sıfatlarıyla ilgili pek çok soruyu olduğu gibi bunu da tartışmışlar. Hüsün-kubuh başlığı altında tartışılan bu meselede Eş'arî kelamcılar ilahî öznelciliği seçmiş, Mutezilî alimler ilahî nesnelciliği, Maturidîler orta bir yol tutmuş. Eş'ariler gibi onlar da ahlaki değerin akıl değil Allah tarafından tayin edildiğine inanıyorlar, ve Eş'arilerden farklı olarak eylemlerin ahlakî değerinin vahiyden bağımsız olarak akıl yoluyla bilinebileceğini söylüyorlar. Bana Maturidîlerin görüşü daha makul geliyor. Allah'ın Rahman, Rahim, Adl, Hakîm, Kuddüs gibi isimleri olduğunu hatırlarsak O'nun bize emrettiği her şeyin O'nun hikmetinden, adalet ve merhametinden kaynaklandığını ve O'na uymanın doğruyu bulmanın en iyi yolu olduğunu anlarız. Kur'an'da Allah kendisi hakkında derin bir güven duygusu oluşturacak şekilde kesin ve mutlak ifadelerle ilkeli bir varlık olduğunu ortaya koyar. Yarattıklarıyla ilişkilerini bu ilkeler doğrultusunda düzenleyip gerçekleştirir, dolayısıyla emirlerinde herhangi bir keyfilik söz konusu değildir. Bununla birlikte Mutezile'nin önerdiği doğal hukuk teorisinin de teizm açısından sorun oluşturmadığını savunan alimler var. Buna göre insanlar belirli bir doğaya sahip olduklarından, bazı şeyler onlar için doğal olarak iyi ve bazı şeyler de yine doğal olarak kötüdür. Tanrı adil davranmasaydı bile, Tanrı adaletin kötü olduğunu söylese bile (ki bu Tanrı için düşünülemez), adalet yine de iyi olurdu. Ahlaki doğruluk standardı Tanrı'nın iradesinden ya da doğasından bağımsız olarak mevcuttur; kökleri insan doğasına dayanır. Tıpkı dünyanın şeklinin Tanrı'nın ne dediğine bağlı olmayıp, yaratıldıktan sonra nesnel olarak küresel olması gibi, Tanrı ne derse desin zulüm de insan doğası gereği kötüdür. Ancak Tanrı insanları o doğayla yarattığı için, ahlaki gerçekler yine dolaylı olarak O'na bağlıdır. Bence bu görüşte de ahlakî hükümlerin objektif geçerliliği için yine Tanrı'ya ihtiyaç vardır ve doğal hukuktan ancak vahyin ışığıyla emin olabiliriz. Zira doğal fenomenler bütününden ilahî metinlerde bildirilenlere doğru akıl yürütmeler yapılabileceği gibi ondan sapan yanlış akıl yürütmeler de yapılabilir. Çıkarılır. İnsanların her yaptığının ontolojik statüsü aynı değil. Mesela bir toplumda kabul edilmiş gelenek ve görenekler, görgü kuralları, kültürel olarak ayıp kabul edilen davranışlar vardır, bunlar bazen ahlaklı olmanın bir gereği gibi kabul edilir, fakat nesnel aksiyolojik önermelerin ontolojik niteliği bunlardan farklıdır. Sana komik ve saçma gelebilir ama bence mantıklı. “Ahlak nesnel olsaydı kimse kötülük yapmazdı” iddiası doğru değil. İnsan özgür irade sahibi, yapabilir. Bu arada Tanrı yoksa ve olup biten her şey önceki nedenlerin kaçınılmaz sonucu ise özgür irade ve ahlakî sorumluluk da tehlikeye giriyor. Psikopatların varlığı ve hiçbir vicdanî sorumluluk hissetmeden, kendince meşru görerek eylemlerini yapmaları da nesnel ahlakî gerçeklerin olmadığını göstermez. Ahlakî sezgilere sahip herkes onların anormal olduğunu anlar. Bazı insanlar düpedüz mantıksızdır, bazılarının bilişsel sorunları vardır. Renk körü bir kimse renkleri ayırt etmekte zorlanır; kırmızı ve yeşil arasındaki farkı göremez. Bu bizim net olarak gördüklerimizden şüphe etmemizi mi gerektirir? Tabii ki hayır. Başka bir kişinin arızasından dolayı net olarak gördüklerimizden şüphe etmemize gerek yoktur. Benzer şekilde, bir psikopat ya da sosyopat nesnel ahlakın varlığını hissedemeyebilir ya da bir ilkokula gidip çocukları vurmakta sorun olmadığını düşünebilir. Ama bu bize nesnel ahlakî değerlerin ve görevlerin olmadığını göstermez. Doğadan derken evrimsel psikolojiyle mi? Evrimden türetmeye kalktığında da rölativizme düşüyor, nesnelliği kalmıyor, bir de çok büyük bir tesadüfü gerektiriyor. Ateist klişesi. Ateistler de içsel ve dışsal motivasyonlarla iyilik yapıyor ve kötülükten sakınıyor. Karşılıksız iyilik bir mit. Bir dine inanınca seni iyilik yapmaya yönlendiren içgüdüler otomatikman yok olmuyor, var olmaya devam ediyor, ve bunları Allah hesabına yapıyorsun, iyilik ibadet hükmüne geçiyor ve ebedî hayatın için yatırıma çeviriyorsun. Sırf kendini tatmin etmek, vicdanını rahatlatmak vs. için iyilik yapacağına böylesi daha mantıklı. Ateistlerin “Biz karşılıksız iyilik yapıyoruz, Müslümanlar karşılıklı. Öyleyse bizim iyiliğimiz daha üstün,” söylemi bir demagojiden ibaret.
-
Dünya'nın şekli iman meselesi değil, diğerlerine inanıyorum.
-
İslam evlatlığı tanımaz. Göz koyma yok, ateist/oryantalist çarpıtması. Nefse dönük bir evlilik değil sosyal reform için yapılan bir evlilik. Taraflar evlilikten memnun. Haram helal kılma yetkisi Allah'a aittir. Allah olur vermiş, bize söz düşmez. Peki sen neye göre, hangi ahlak yasasına göre ahlak dışı olduğunu iddia ediyorsun? Hayatında Allah, kitap kavramları yoksa her şey özneldir, hiçbir şey bağlayıcı değildir. Dolayısıyla ateizmde ensest, pedofili de dahil her türlü ilişki biçimi helal. Ensestin bile önüne geçecek hiçbir tatmin edici nesnel gerekçe sunamayan ateizmin dinlere ahlaksızlık suçlaması yöneltmesi ironiktir.
-
Yani ahlakın ampirik olarak test edilebilir olduğunu iddia eden bir ateist ile karşı karşıyayım. Yeni Ateistler'den Sam Harris de Ahlakın Coğrafyası kitabında bunu iddia ediyordu. Ahlakî değerlerin âlemden bağımsız olarak var olan Platonik nesneler olduğu görüşünü açıkça reddediyor ve bunların doğal dünyada temellendirilebileceğini iddia ediyordu. Fakat “ufak” bir sorun var: tabiat amoraldir. Doğa kendi içinde ahlakî açıdan nötr olduğu halde bu temellendirme işini nasıl yapmayı düşünüyorsunuz? Ve daha önce de söylediğim gibi, Tanrı yoksa neden insanoğlunun nesnel ahlakî değere sahip olduğunu düşünelim? Hepimiz diğer hayvanlar gibi birer hayvanız; diğer insanlara olan yararlılığımız dışında hiçbir aslî değerimiz yok. Ateist görüşe göre, insanlar doğanın tesadüfi yan ürünleridir. Bizler, Dünya gezegeni adı verilen sonsuz küçüklükteki bir toz zerreciği üzerinde yakın zamanda evrimleşmiş yeni bir türüz. Ve nispeten kısa bir süre içinde bireysel ve kolektif olarak yok olmaya mahkûmuz. Ateizmde insan özel bir canlı olmadığına göre insan refahının, böcek refahı, fare refahı ya da sırtlan refahından nesnel olarak daha değerli olduğunu neden düşünelim? Bunu düşünmek için rasyonel bir gerekçe bulmak zordur. Dr. Harris buna “Değer Sorunu” der. Olaya natüralist bir perspektiften bakarsanız ahlakî değerler sadece biyolojik evrim ve sosyal şartlanmanın davranışsal yan ürünleridir. Nasıl ki bir babun sürüsü, doğal seçilim hayatta kalma mücadelesinde avantajlı olduğunu belirlediği için işbirlikçi ve hatta fedakâr davranışlar sergiliyorsa, primat kuzenleri homo sapiens de tam olarak aynı nedenlerle bir tür “sürü ahlakı” geliştirmiştir. Yani ahlakî değerler maymun atalarımızdan miras alınmış sürü zihniyetidir. Ancak ateist görüşte bu ahlakı nesnel olarak bağlayıcı ve doğru yapan hiçbir şey yok gibi görünüyor. İnsan evriminin filmini geri sarıp yeniden başlatacak olsaydık, çok farklı ahlaki değerlere sahip insanlar evrimleşmiş olabilirdi. Darwin de İnsanın Türeyişi kitabında buna değiniyor: “Eğer insanlar işçi arılarla aynı koşullar altında yetiştirilseydi, evlenmemiş kadınlarımız erkek kardeşlerini öldürmeyi kutsal bir görev olarak görebilir ve anneler doğurgan kızlarını öldürmeye çalışabilirdi ve kimse buna müdahale etmeyi düşünmezdi.” Kendi türümüzün özel olduğunu ve onun ahlakının nesnel olarak doğru olduğunu düşünmek türcülüğün, yani kendi türümüzün lehine haksız bir ön yargının, cazibesine yenik düşmek demektir. Eğer Tanrı yoksa, bu gezegende homo sapiens tarafından geliştirilen sürü ahlakını nesnel olarak doğru kabul etmek için hiçbir neden yok. Tanrı'yı devreden çıkardığınızda, geriye sadece bir toz zerresi üzerinde ahlakî yücelik sanrıları yaşayan maymunsu bir yaratık kalıyor. Hatta sadece ahlak değil, beş duyumuzun ve mantığın bize hakikatin doğru bir tasvirini verdiği inancı bile tehlikeye giriyor. Çünkü eğer zihin, izlediği evrimsel yol nedeniyle belirli bir şekilde çalışan fiziksel bir organsa, o zaman algınıza veya muhakeme yeteneğinize güvenmek için hiçbir rasyonel gerekçe yoktur. Ateist bir dünya görüşünde, beyninizin bir şeyi rasyonel, mantıklı veya makul olarak düşünme ve algılama şekli de dahil olmak üzere her şey sadece kozmik bir kazadır. Eğer evrim farklı bir yol izlemiş olsaydı beynimiz var olmayabilirdi, ya da var olurdu ama tamamen farklı bir şekilde çalışıyor ve gerçekliği çok farklı bir şekilde algılıyor olurduk. Ahlakı bilimle açıklamaya çalışmanın bir diğer sorunu olgu-değer problemidir. Datadan değer türetemezsin. Değer türettiğin an bilimin dışına çıkarsın. Bilimin alanı doğayı tanımlamak ve daha sonra bu tanımları daha derin örüntüler veya yasalar açısından açıklamaktır. Kabaca şu şekilde işler: etrafımızdaki dünyayı gözlemleriz, gördüklerimizi tanımlarız, sonra gözlemlerimizi kullanarak olayları ve olguları açıklamak için modeller, teoriler oluştururuz. Ancak bilim, bu modellerin insan olarak bizim için ne anlama geldiği konusunda değer yargılarında bulunmaz. Kahvene zehir koyarsam, bilim (kimya) bize seni NASIL öldürdüğümü söyleyebilir. NE OLDUĞUNU açıklar. Fakat NE OLMASI GEREKTİĞİNİ açıklayamaz. Yani bilim seni öldürmenin iyi/kötü/doğru/yanlış olup olmadığı söyleyemez. Diğer konularda da aynı şekilde. Bilim bize vejetaryen ya da vegan olmamız gerekip gerekmediğini söyleyemez. Bize tıbbi araştırmalar için hayvan kullanmanın doğru olup olmadığını söyleyemez; sadece bu uygulamanın var olduğunu ve sonuçlarının ne olduğunu söyler. Fosil yakıt ya da nükleer enerji kullanmanın doğru olup olmadığını da söyleyemez; yine sadece bu uygulamanın var olduğunu ve insan yaşamı ve çevre üzerindeki etkilerini tanımlar. Kısacası bilim bize nasıl yaşayacağımızı söyleyemez. Bize nasıl yaşayacağımızı söylemeye çalışan alan bilim değil, felsefe ve dindir. Yalan ile ilgili yapacağın hiçbir deney ve gözlem sana yalan söylemenin normatif sonucunu vermez. Buna kendin karar verirsin. Senin felsefenin bir diğer sorunu; “Deney ve gözlemle doğrulanamayan önermeler nesnel değildir” önermesi kendi kendini baltayan bir önermedir. Çünkü bu önermenin kendisi deney ve gözleme dayanmayan a priori bir inançtır. Dış dünyanın kendi zihninin ötesinde objektif bir gerçekliğe sahip olduğuna, bir simülasyonda yaşamadığımıza, 5 dakika önce yaratılmadığına, geçmişe dair anılarının yapay bir şekilde beynine konmadığına inanıyorsundur. Bu inanca deney ve gözlem yaparak mı ulaştın? Hayır, sezgisel olarak biliyorsun. Bir de her şeyi deney ve gözlemle çözebileceğini zannediyorsun sanırım. Doğal dünyayı deney ve gözlemle incelersin ama insan yaşamı ve kültürü ile alakalı konuları aynı yöntemle incelemeyezsin. Bunun nedeni basittir: insanlar diğer canlılardan daha karmaşıktır. Türümüze özgü kültürümüz, dilimiz ve duygularımız var. Karmaşık canlılar olmamız bizi dünyadaki diğer canlılardan çok farklı kılıyor. İnsan yaşamı ve kültürü ile ilgili nesnel bilgiler elde etmek için doğa bilimlerindekinden farklı bir yöntem izlemen gerekiyor. Sen ateizmdeki iyilik problemine çözüm bul da sonra teizmdeki sözde kötülük problemine el atarsın.
-
Sünniyim. Bir Müslümanın IŞİD gibi emperyalist güçlerin taşeronu örgütlere katılması üzücü tabii, bununla birlikte ateistik ideolojilerin yol açtığı tahribat da hafife alınamaz. İlerici ateistler genel olarak konvansiyonel terörizmin aleni şiddetine başvurmasa da toplumu tamamen kendi çarpık taleplerine boyun eğdirmek için daha ince ve kurnaz terör yöntemleri kullanırlar. Ayrıca o ateist gençlerin önemli bir kısmı ateist, ilerici, feminist diye Antifa, ALF, PKK ve YPG gibi terör örgütlerine sempati duyuyor, bazıları bizzat gidip saflarına katılıyor. Kur'an'da doğrudan Dünya'nın şeklini bildiren bir ayet yok. Dünya'nın yaratılışıyla ilgili ayetler yerin düz oluşuna delalet etmez. Yeri yaydık, döşedik gibi ayetleri kimi alimler düz oluşuna yormuş olabilir ama yaşadıkları çağın bilgi seviyesini yansıtmaktan daha fazla anlam ifade etmez. Yer için kullanılan kelimeler dikkatli incelendiğinde yerin şeklini değil düzenlenmesini, yayılmasını, yaşama elverişli hale getirilmesini anlatır. Nefilim mevzusunu bilmiyorum.
-
Tamam, sekülerizm ile ateizm aynı şey değil, başka ülkelerde işe yaramış olabilir. Nihayetinde Avrupalı filozofların Avrupa'ya özgü sorunları çözmek için icat ettiği bir kavram. Vaat ettiği barış, uzlaşı kulağa hoş geliyor ama İslam ülkelerinde Müslümana zulmün parolası olmuş ve adeta ideolojileşmiş. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde pek çok laik hükümet filizlendi, ancak bu hükümetlerin çoğu acımasız ve baskıcıydı. İktidara gelen laik hükûmetler hüküm sürdükleri süre boyunca kendi halklarına karşı korkunç suçlar işledi. Bugün bile Mısır ve Suriye gibi ülkelerde laik hükümetler, kendilerine veya laikliğe karşı konuşmaya cesaret eden herkesi ağır bir şekilde cezalandırır. Laiklik, Avrupalılar tarafından Avrupalılar için yaratılan ve Müslümanları sürekli olarak yüz üstü bırakan bir ideoloji. İdeoloji dedim çünkü bizde ideoloji işlevi görüyor. Bu yüzden laikliğin İslam dünyası için iyi bir fikir olduğuna inanmıyorum. Ama dinî hoşgörüye varım. Dinî hoşgörü laiklik olmadan da var olabilir. Yani cemaat söylemi olduğunu düşünerek mi ciddiye almayı reddettin. Bu söz Aristoteles'e isnat edilen kadim bir söz. Kafanı kuru bilgiyle doldurarak da maneviyat olmaz.
-
Tabii ki neye inanıp inanmadığım sadece beni ilgilendirir, bununla birlikte şöyle bir durum var: açıktan işlenen günahın tövbesi açıktan olur. Bu kural mucibince ateist olarak bilindiğim sitelerde İslam'a döndüğümü bildirme gereği duydum, hepsi bu. Evet, pişmanım. Binlerce tanrı ve din olması hangisinin doğru olduğunu bilmeyi zorlaştırır ama bu hepsinin uydurma olduğunu göstermez. Bu zorluğu sadece din konusunda da yaşamıyoruz, din dışı konularda da yaşıyoruz. Örneğin en iyi yönetim biçimi nedir diye sorduğumuzda birçok cevap çıkıyor karşımıza. Hangisinin daha mantıklı, tutarlı, akılcı olduğunu saptamak için bir metodoloji izleriz. İşte aynı yöntemi tanrı arayışımızda da kullanmalıyız. Bir sürü Tanrı inancı var ama sadece bir tanesi üzerinden aklı ve ruhu tatmin eden felsefe üretebiliyoruz: ilahi dinlerin tek tanrısı. Mitolojilerde geçen binlerce tanrı var ama hepsi zamana ve mekana bağlı, insanî zaafları olan tanrılar. Kısa bir düşünmeyle bunların gerçek tanrı olmadığı sonucuna varılabilir. Bir de ilk muharrik ya da mümkün olan en yüce varlık gibi Tanrı'nın varlığına ilişkin birçok argüman tek tanrıyı yeterli kılıyor. İki önermeden daha basit açıklama getireni genelde doğru olan olduğu için tek Tanrı, çok tanrıya müreccahtır. Bu şekilde çok tanrılı dinleri eleyebiliriz. Deizm ve panteizm gibi Tanrı inançları da var, ama bunlara inanıp inanmama arasında pek bir fark yok. Kişinin hayatında hiçbir değişiklik yapmaz. "Hayatın anlamı nedir?", "Neden buradayız?" ya da "Nasıl yaşamalıyız?" gibi hayatın temel sorularına tatmin edici cevaplar vermez. Halbuki anlamlı ve tutarlı bir tanrı inancı insanın varoluşsal sorularına rasyonel cevaplar vermeli ve bize anlamlı bir dünya görüşü sunmalıdır. Buna tek aday da monoteistik dinlerdir. Köken hatası. Köken hatası (genetic fallacy) bir bilgiyi ya da argümanı nasıl ortaya çıktığına, kökenine, kaynağına, başlangıç noktasına atıf yaparak onu geçersiz kılma girişimidir. Mesela birisinin size "Dünya'nın küresel olduğuna inanmanın tek nedeni bunun yaygın olarak kabul edildiği 21. yüzyılda doğmuş olmandır," dediğini düşünelim. Binlerce yıl önce doğmuş olsaydınız, Dünya'nın düz olduğuna inanmış olabileceğiniz doğru olsa da bu, Dünya'nın küreselliğine rasyonel/bilimsel gerekçelerle inanmadığınız anlamına gelmez. Aynı şekilde İslam'la yetiştirilmiş olan herkesin Müslüman olmasını sırf yetiştiriliş tarzına bağlamak da her zaman doğru değildir. İslam'la yetiştirilen biri dinine rasyonel gerekçelerle de inanıyor olabilir. Ayrıca Müslümanların ahlakı Müslüman olmayanlardan daha iyi gibi bir iddiam da yok. Gayrimüslimleri de Allah yarattığına göre onlar da aynı fıtrat kanunlarına tabi. İddiam bu kanunların kaynağının ancak Tanrı'nın doğasıyla temellendirilebileceği. Tabii ki evet. Müslüman olan bu yükümlülükleri kabul etmiştir. Şahsen amel bakımından dört dörtlük bir Müslüman olduğumu söyleyemem. Günahlarım ve eksikliklerim var, ama bunun sıkıntısını duyuyorum ve kendimi düzeltme konusunda ciddi bir niyet taşıyorum.
-
Bunlar ateizmin kendisi değil, biliyorum ama ateizm bazlı seküler dinler. Ben şu anda gördüğümüz seküler dinlerin kuyruğuna takılmış gençlik manzaraları ile ateistleşme oranı arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum. İnanmak, bağlanmak, aidiyet duymak insanın genetik kodlarına işlenmiş fıtrî bir temayüldür. Tabiat boşluk kabul etmez. Geleneksel dinlerden uzaklaşan insanlar manevi boşluklarını böyle küresel güçlerin piyasaya sürdüğü yeni nesil seküler dinlerle dolduruyor. Ateizm/ateistleşme kimliksiz, amaçsız, gayesiz yığınlar üretiyor ve bu yığınlar kolaylıkla iyilik yapıyorum, barışa, eşitliğe, adalete hizmet ediyorum zannıyla küresel güçlerin vatana, millete zararlı, insanî değerleri yıkıma uğratan ifsad projelerine alet oluyor ya da alet olmaya açık hale geliyor. Propaganda konusunda söyleyeceğim; eskiden ateistlerin propaganda yapma imkânı kısıtlıydı, evet, ama günümüzde internetin yaygınlaşmasıyla artık her eve girdi. Tabii her şeyi ateizme bağlamıyorum. İslam dünyasının da kendi içinde mezhepçilik, tekfircilik, kadercilik, dini hakkıyla yaşamamak, bilim ve tekniğe gereken önemi vermemek gibi sorunları var.
-
Pek çok ateist gibi ben de bu klişe iddialarla din ahlakını eleştirirdim. Okurken eski kendimi gördüm 🙂. Şimdi eleştirinin eleştirisine geçeyim. Allah insanı iyiyi, doğruyu bulabilecek potansiyelle yaratmıştır. Yalan söylemenin, hırsızlık yapmanın kötü olduğunu dine, Allah'a, kitaba ihtiyaç duymadan sezgisel olarak bulabilirsin ve neden dürüst olmamız gerektiğine ya da genel olarak iyi olmamız gerektiğine dair seküler gerekçeler de üretebilirsin (toplum yararı, sosyalleşmek, vicdanını rahatlatmak, vicdanî haz duymak, toplumca makbul bir insan olmak, saygı görmek, itibar kazanmak, beğenilmek, dışlanmamak, kendini iyi hissetmek, benlik saygısı, iç huzur, kişisel tatmin gibi). İnsan inançlı olsun ya da olmasın hem iyiliğe hem de kötülüğe meyyaldir. İnançsız insanın öne sürdüğü seküler gerekçelere, seküler motivasyonlara inançlı bir insan da sahiptir. Fakat inançlı biri bunlara ek olarak yaptığı iyiliklerde Allah'ın rızasını da gözetiyor, hatta en başta Allah'ın rızası geliyor ve bu, yapılan eyleme seküler gerekçelerden daha ulvi bir anlam katıyor. Karşımdaki kişiyi benim gibi Allah'ın yarattığı bir kul olarak görüyorum ve ona fıtrî bir temayülle yapacağım iyiliği Allah hesabına yapıyorum, böylece iyilik ibadet hükmüne geçiyor ve boşa gitmiyor, ebedileşiyor. Allah olmasaydı yapacağım iyiliğin kendimi tatmin etmek dışında bir anlamı olmayacaktı, hatta bunun neden iyi olmak zorunda olduğunu açıklayamayacaktım. Çünkü ateizme göre neticede gelişmiş bir hayvan türünden fazlası değilim ve natüralistik evrim beni ahlakî hakikatlere ulaştırmakla değil, çevreye uygunluğum ve sağkalım potansiyelimle ilgilenir. Bu durumda iyiye ve kötüye dair inançlarım sadece birer araçtır, evrimsel güçler tarafından manipüle edilen zihnimin bir ürünüdür. Öyleyse ahlakî normlara araçsallığın ötesinde bir kıymet atfetmeye gerek yok. Cennet ve cehenneme gelirsek; onlar da iyilik yapmak ve kötülükten sakınmak konusunda ekstra bir teşvik sağlıyor. Dolayısıyla inançsız birinin yaptığı iyilik inançlı birininkinden daha üstündür iddiası bir demagojiden ibaret. Hatta Tanrı merkezli iyilik, dünya merkezli iyilikten daha üstündür. Çünkü hem seni yaratan ve sonsuz nimetlerle donatan, her şeyin asıl sahibi olan birini tanıyarak, O'nun rızasını gözeterek iyilik yapıyorsun hem de ebedî hayatına yatırım yapıyorsun. Seni hayır işlemeye teşvik eden fıtrat kanunlarının sahibi de O'dur. Bunlar olmasa dünya fesada giderdi. Bu yüzden tüm hayır ve hasenat Allah içindir. Ateistler bunu patrona yağ çekmeye benzeterek itibarsızlaştırmaya çalışır ama alakası yok, bu, kötü bir benzetme. Allah bizim tüm gizli niyetlerimizi, duygularımızı bilir, bizi bizden daha iyi tanır, dolayısıyla Allah'a yağcılık yapılamaz. Patron bizim gibi aciz bir beşer, Allah ise tüm mülkün mâliki olan Rabbimizdir. Mümin yaratılış amacına uygun bir şekilde sadece O'nun rızasını kazanmaya çalışır, bundan daha doğal bir şey yoktur. Bir ikinci husus; insanın yaradılış itibariyle iyiliğe meyyal olması vahyin desteğini gereksiz kılmaz. Zira insan rahmanî ilhamlar kadar şeytanî ilhamlara da açıktır. Nefs ve şeytan insana kötü şeyleri güzel, cazip ve süslü gösterir ve vicdanın sesini bastırabilir. İnsan yapacaklarına kendince bir iyilik kılıfı geçirebilir. Batıl din ve ideolojiler ahlak algısını manipüle edebilir ve iyilik yapıyorum zannıyla sınırı aşabilir, ölçüyü taşırabilir, dengeyi bozabilir. İşte bu gibi durumların olmaması için insan ilahi yönlendirmeye muhtaçtır. “Bana kendi aklım yeter” kibri nefsin bir tuzağıdır. Sadece aklın yetmediğini insanlık çok acı tecrübelerle gördü. Dahası ahlakî değer ve görevleri rasyonel bir zemine oturtmak için vahiy elzemdir. Yaptığın iyiliği hangi seküler motivasyonla, hangi seküler çıkarla yaptığın onun niçin iyi olduğunu açıklamaz. Tanrı'yı, vahyi devreden çıkardığın zaman her şey maddeden ibaret olur, hiçbir şeyin kutsallığı kalmaz ve iyi ve kötü kavramları rölativizme düşer. Tabii buna rağmen yine psikopatlar dışında insanlar belirli şeylerin iyi ve kötü olduğu konusunda uzlaşır ama tekrar söylüyorum, bunlar ontolojik bir temelden yoksun kalır. Her şey kör tesadüflerin ürünüyse, erdem dediğimiz şey ilahi bir kaynağa değil de doğal seleksiyon, adaptasyon, mutasyon gibi mekanizmalarla oluşmuş hayvansal içgüdülere dayanıyorsa, hiçlikten geldik, hiçliğe gideceksek, o zaman iyi veya kötü olmanın gerçek anlamda bir önemi yok. Hepsi evrimsel süreçlerin beynimizde oluşturduğu birer illüzyon. Tanrı'ya inanan biri Tanrı'nın kötü bir şey emretmeyeceğini, bizi bizden daha iyi tanıdığını, hüküm ve hikmet sahibi olduğunu kabul etmiştir. Aksi halde Tanrı'ya gerçek anlamda inanmıyordur. Bu yüzden inanan bir kişi sürekli olarak Tanrı'nın emirlerini sorgulama ihtiyacı duymaz. Ama şu var; emir ve yasakların hikmetlerini, sebeplerini araştırabilir, bunları sorup soruşturabilir. Bu, yasaklanmış değil. Zaten mutlak sorgu diye bir şey seküler ideolojilerde de yok. Bir ideolojiye, dünya görüşüne tabi olmanız için onun temel tezlerini benimsemeniz gerekir. Aksi halde iş nihilizme ve mutlak şüpheciliğe varır. Mutlak şüpheci olmayan herkes kendisine dikkat ederse kendisinin de tutunduğu birtakım aksiyomlar, öncüller, ön kabuller, varsayımlar olduğunu ve hayat görüşünü bunların üzerinde temellendirdiğini görebilir. Seküler dinler de savaşa, çatışmaya, kutuplaşmaya, tekfirciliğe neden oluyor. Seküler ideolojiler yüzünden iki büyük dünya savaşı yaşandı ve milyonlarca insan öldü. Ateist/seküler terör örgütü PKK 40,000'den fazla askerimizin katili. Ateist Çin Komünist Partisi Uygur Türklerine yönelik sessiz bir soykırım yürütüyor. Seküler amaçlarla yapılan sömürge müdahaleleri milyonlarca can aldı. Batı'da ateist ilericiler arasında mezhep ayrılıkları ve tekfircilik had safhada. Birbirlerini yeterince ilerici olmamakla ve gericilikle itham ediyorlar. Ama ateistler hâlâ “Imagine no religion” söylüyor. Kimse sekülerizmden, laiklikten, ateizmden soğumuyor, varsa yoksa İslam. Çünkü medya gücünü, küresel propaganda araçlarını ellerinde bulunduranların siyasî gündemlerinde İslamofobiyi körüklemek var. Mezhep savaşlarına gelince; İslam ırkçılığı ve mezhep taassubunu reddeder. Mezhepçilik genellikle itikadî sapmalardan kaynaklanıyor, bu da tekfircilik fitnesine neden oluyor. Bugün Ortadoğu'da yaşanan etnik ve mezhepsel çatışmalar aslında emperyalist güçlerin kışkırttığı güç ve nüfuz mücadeleleridir.
-
Filozofların yıllardır tartıştığı bir konuya bir kalemde boş dedin, tebrikler. Ateistlik ne güzel şey, her şeyi biliyorsun. “Herkesin uzlaşabileceği Tanrı inancı yok” diyerek Tanrı'yı öznelliğe düşürmek “herkesin uzlaşabileceği ahlak kuralları yok” diyerek ahlakı öznelliğe düşürmeye benziyor. Zaten ahlakın da öznel olduğunu düşünüyorsun sanırım ve şartlara göre değişir diyorsun. Oysa Tanrı ve ahlak konusunda anlaşmazlıkların, ihtilafların olması onların nesnel olarak açıklanamayacağı anlamı gelmez. Nitekim nesnel gerçekliğinden emin olduğumuz halde mahiyeti, keyfiyeti ve sair özellikleri üzerinde uzlaşamadığımız birçok olgu var. Tanrı'nın varlığı ve bazı nitelikleri akılla, rasyonel olarak bilinebilir. Sebr ve taksim metoduyla muhtemel Tanrı modelleri üzerinden eleme yaparak neden ilahi dinlerin her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, ezeli ve ebedi tek Tanrısı'nın tek mantıklı açıklama olduğu gösterilebilir. Kur'an da yer yer bu yöntemi kullanır. Mesela “Eğer Allah'tan başka ilahlar olsaydı yeryüzü ve gökyüzü fesada uğrardı,” diyerek politeizmi reddeder. Kelam alimlerinin de Allah'ın varlığı ve birliğine dair yazdığı kütüphaneler dolusu kitaplar, deliller var. Herkes kabul etmedi diye bu onun kanıtlanmadığı anlamına gelmez. Şimdiki bilgi düzeyine rağmen hâlâ Dünya'nın da küresel olduğunu kabul etmeyenler, Dünya ve uzay hakkında farklı inançlara sahip olanlar var. Aynı şekilde insanlar da Tanrı'nın doğası ve varlığı hakkında farklı inançlara sahip olabilir, ancak Tanrı insanların inançlarından etkilenmez. Tanrı'nın varlığı ve doğasıyla ilgili bazı bilgilere akıl yoluyla ulaşabiliriz demiştim. Akıl yürütmenin ilk aşamasında Tanrı'ya dair her şey öznel görünür. Başlangıçtaki öznel bir değerlendirme giderek artan bir nesnelliğe doğru gelişir ve nihayet kesinliğe ulaşır. Kişi Tanrı'yı tanıma amacını samimiyetle sürdürürse bunu başaracaktır. Mesela burada bahsettiğim aksiyolojik delili iyi inceleyen biri Tanrı'nın varlığını, O'nun ahlakî değerlerin standardı olduğunu ve insanı bir amaç için yarattığını görebilir. Böylece teizm dışında kalan Tanrı modelleri elenmiş olur. Son olarak; Tanrı tek olduğu için ve herkesi aynı şekilde yarattığı için nesnel ahlakî değerlerden bahsedebiliyoruz. İnsanlar hangi çağda ve hangi toplumda yaşarsa yaşasın genel olarak aynı temel ahlakî hükümlerde birleşir: masum bir insanı öldürmek kötüdür, hırsızlık kötüdür, yalan söylemek kötüdür, yardımseverlik iyidir gibi. Bu tür ahlakî önermeleri her insan sezgisel olarak keşfeder. Bunlar herkesin içinde gaz çıkarmanın yanlış olması gibi toplumsal sözleşmelerden ibaret olan kurallar gibi değildir. Bu farkı iyi anlamak lazım. Zaman ve mekândan bağımsız olarak geçerli olan ahlak yasalarıdır. Öyleyse bir yasa koyucuya ihtiyaç vardır. İşte o yasa koyucu Tanrı'dır. Şunu da belirteyim; ahlakî değerlerin ve görevlerin nesnelliği, bunların her zaman ayırt edilmesinin kolay olduğu anlamına gelmez. Masum insanları zevk için öldürmek gibi açık ve net durumlar olduğu gibi, eşcinsellik ve zina gibi (ilahî vahyin bildirmesi dışında) ahlaki görevlerimizin ne olduğunu siyah-beyaz kesinliğinde belirlemenin zor olduğu birçok gri alan da vardır. Bu yüzden insanlar ahlakî konularda anlaşmazlığa düşerler ve ahlakî kararlarında sık sık hatalar yaparlar.
-
İslam reklamı yapmak gibi bir amacım yok, ben inanç değişikliğimi duyurmayı bir mesuliyet addettiğim için duyuruyorum. Bir buraya, bir de TD foruma attım sadece. Evet, tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır misali yine İslam'ı buldum.
-
Şimdi sekülerizmin getireceği ya da getirmesi muhtemel sonuçlardan endişelendiğim doğrudur ama İslam'a geçmeye karar verirken sırf böyle duygusal sebeplere saplanıp kalmadım tabii ki. Bu, İslam'a yönelmem için bir motivasyon oldu sadece. Müslüman olmadan önce gördüğüm/duyduğum bazı şeylerden sonra çağdaşlaşma ve ilericilik adı altında savunulan birçok fikir, ideoloji ve uygulamaya eleştirel bir gözle bakar oldum ve ilericilik kavramından soğudum. Bu ilerici çete Batı'da öyle bir diktatörlük kurmuş ki sıkı sıkıya bağlı olduğu dogmaları sorgulayanlar dışlanıyor, "ırkçı", "homofobik", "transfobik", "kadın düşmanı", "gerici" gibi sıfatlarla anılıyor ve "iptal etme" ya da "cancel culture" olarak bilinen bir nefret kampanyasının hedefi haline getirilerek geçim kaynakları ellerinden alınıyor. Neyse ki bizim ülkemizde o kadar güçlü değiller ama yerli emsallerinin güç kazanma ihtimali ürkütücü. İlericiler kadına şiddeti önleme maskesi altında toplumsal cinsiyet eşitliği adı verilen ve geleneksel cinsiyet rollerine savaş açan bir toplum mühendisliği tezini devreye sokmuş durumda. Bu kültürel dönüştürme çalışması kadın ve erkek arasındaki sınırları belirsizleştirmeyi, her iki cinsiyeti de tek tipleştirmeyi ve cinsel sapmaları normalleştirmeyi öngörüyor. Cinsiyet eşitliği projesi kapsamında çocuklara kimlik bunalımı yaşatan, mahremiyet ve güvenliği ihlal eden ve haksız rekabete yol açan akıl dışı uygulamalar hayata geçirildi. Erkekleri aşağılamak ve kadınları sırf kadın olduğu için yüceltmek ilericiliğin bir şiarı haline geldi. İlerici hareket "toksik maskülenite" ve #AllMenAreRapists gibi tüm erkekleri şeytanlaştıran cinsiyetçi ifadeleri farkındalık ve duyarlılık yaratma adı altında kullanıma soktu. "Erkek terörü" gibi kutuplaştırıcı ifadelerle cinsiyetler arası çatışma körüklendi. Patriarşiyle mücadele adına kadınlar aşırı bireyci olmaya, çocuk yapmamaya, aile olmayı, anneliği ve ev hanımlığını hor görmeye teşvik edildi. Daha bunun gibi uzayıp giden saçmalıklar silsilesi. İşte bu olayları takip ettiğim sırada teistlerin bir konuda çok haklı olduklarını gördüm: ilahi yönlendirme/insanı aşkın bağlayıcı bir otorite olmadan insan yönünü bulamaz. Her insanın içinde iyiyi kötüden ayıran birtakım ahlakî sezgiler var, diğer bir ifadeyle bir ahlakî pusula var, doğru, ancak dışarıdan bir yönlendirme olmadan insanın pusulayı şaşırması çok olası. Bu anlayış beni hem dine yöneltti hem de ahlakî önermelerin neye göre belirleneceği ve bunların kaynağı üzerinde yeniden derin düşüncelere sevk etti. Bu konuda araştırma yaptım ve yapılan tartışmalara göz attım. Teist düşünürlerin söyledikleri genel olarak mantıklı ve açıklayıcı geldi. Yani ahlakî sezgilerimiz nesnel ahlakî önermelerin varlığını gösteriyor. Nesnel ahlakî önermeler ise ancak Tanrı'nın doğasında zemin bulabilir. Tabii o aşamada yine henüz Müslüman değildim, çünkü İslam'la ilgili aklımda hâlâ bir yığın soru vardı. İslam'a dönüş sürecimde bu mevzuları yeniden ele aldım ve genel olarak yeterli cevaplar bulabildim. Tabii henüz tam olarak cevap bulamadığım hususlar da var ama İslam ile ilgili aklımdaki birçok taş yerine oturdu.
-
Aslında ben daha önce de başka dinleri araştırmıştım, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Hinduizm olsun. Çok derinlemesine okumasam da birçoğu hakkında iyi kötü bir fikir sahibi oldum. Ateist olmak dışında daha iyi bir alternatif var mı diye farklı inanç ve öğretileri incelemiştim. Fakat onlarda aklıma yatmayan, içime sinmeyen birçok şey gözüme çarptı, bu yüzden başka bir inanca geçmeyi düşünmedim. Neden İslam'a geçtiğime gelince; bir kez nesnel ahlakî doğruların ancak Tanrı'nın doğasıyla temellendirilebileceğini kavradıktan sonra Tanrı'yı Tanrı yapan özelliklerin de ahiretin varlığını gerekli ve lüzumlu kıldığı ortaya çıkar. Burada biraz Hayalhanem'e bağlayacağım ama yabana atılmaması gereken aklî deliller bunlar. Tanrı adil olduğuna göre ve insanın içine adalet duygusu koyduğuna göre ve bu dünyada adalet tam olarak tecelli etmediğine göre başka bir alemin varlığı zorunlu oluyor. Bu dünyaya baktığımız zaman görüyoruz ki zalimin zulmü yanına kâr kalıyor, mazlum hakkını alamadan göçüp gidiyor. İyiliğin ve adaletin kaynağı olan Tanrı böyle bir haksızlığa müsaade etmez. Adaletinin tam tecellisi için ahiretin varlığı gerekli. Ayrıca Allah bizi sorumluluk duygusuyla mücehhez kılmış, bize doğruyu yanlıştan ayırmamıza yardımcı olacak duyular ve bunlar arasında seçim yapabilmemiz için özgür irade vermiştir. İnsan sorumlu bir varlık olduğuna göre sorumluluklarının karşılığını alacağı ikinci bir hayat olmak zorunda. Aksi halde zalim ile mazlum arasında bir fark kalmamış olur. Allah böyle hikmetsiz iş yapmaktan beridir. Bir diğer işaret de insandaki ebediyet arzusu. Her insanın fıtratında ebedi yaşama arzusu vardır, bu yüzden unutulmaktan korkar, dünyada kalıcı izler bırakarak ebedileşmeye çalışır. Ama ebedi hayat dışında hiçbir şey bu arzusunu gerçek anlamda tatmin etmez. Allah insanın içine ebediyet özlemi koyduğuna göre demek ki insan için bu dünyadan daha fazlası var. Buradan ahiretin varlığına ulaşıyorum. Allah ve ahiret varsa vahiy de olmak zorunda. Çünkü vahiy olmazsa Allah katında neyin iyi neyin kötü olduğunu, Allah'ın rızasını kazanmak için ne yapmamız gerektiğini tam olarak bilemeyiz. Her kafadan bir ses çıkar, herkes farklı bir yol çizer. Bu yüzden vahye dayanmayan dinleri eledim. Dünya üzerinde vahiy kaynaklı üç din var: Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam. Öyleyse doğru din bu üçünden biri olmalı. Bunlar arasından İslam'ın Tanrı tasavvuru bana daha makul, sade ve anlaşılır geliyor. Mesela Hıristiyanlık'taki gibi teslis problemi yok ya da Yahudilik'teki gibi Allah'ın ve peygamberlerin şanına yakışmayan inanışlar, insanî zaafları olan bir Tanrı tasavvuru yok. Başka sebepler de var, mesela sebr ve taksim (inceleme ve bölme) metoduyla peygamberliğin ispatı da mantıklı geliyor. Bu akıl yürütmede her türlü "Ben X'im" formatındaki iddia için muhtemel üç seçenek belirlenir: iddiacı ya delidir, ya yalancıdır ya da doğru söylüyordur. Diğer iki seçenek elenip tek bir seçenek bırakılarak sonuca ulaşılır. Başka önermelerde de başka ihtimaller üzerinden eleme yapılır. Sebr ve taksim metodu ile peygamberliğin kanıtlanmasında da aynı adımlar izlenir; Hz. Muhammed'in kendi yaşamından örneklerle deli ya da yalancı olamayacağı gösterilerek peygamber olduğu gösterilir.
-
Bunu tam belirginleştirmemişim sanırım. Şöyle açıklayayım: Beni Müslümanlığa yönelten başlıca sebep nesnel ahlakî değerlerin ve ödevlerin Tanrı'da bir temeli olmadan var olamayacağını fark etmemdi. Sekülerizmden duyduğum hayal kırıklığı sonrası Tanrı olmadan ahlakın temellendirilemeyeceği düşüncesi bende ağır bastı. İlk zamanlar ahlakın göreceli olduğunu düşünürdüm ama daha sonra bunun birçok rahatsız edici sonucu kabul etmek anlamına geldiğini görünce ahlakî nesnelciliğe yöneldim. Ahlakî doğruları akıl ve empati yoluyla tespit edebileceğimizi varsaydım. Sonra gördüm ki bunlar pek çok ahlakî problemi çözmekte yetersiz kalıyor ve herkes kendi konumunu destekleyen aklî bir gerekçe üretebiliyor. Bu durumda kimin aklına ya da hangi akla göre hareket edeceğiz problemi doğuyor ve ahlakî teoriler yine rölativizme düşüyor. Bir de bu teorilerin çoğu, insanın içkin ahlakî değere sahip olduğu varsayımıyla başlıyor, yani insanmerkezci bir etik temelinde yükseliyor. Daha sonra bu gerçeğin ışığında kişinin ahlakî görevlerini saptıyorlar, ancak başlangıç noktasını gerekçelendirmeden bırakıyorlar. Yani insanın özünde neden değerli olduğu, kendinde amaç olduğu ve türcülük suçlamasına nasıl karşı koyulabileceği konusunda yeterli bir açıklama sunmuyorlar. Natüralist bir bakış açısıyla, insanoğlunun içkin ahlakî değere sahip olduğuna inanmak için herhangi bir neden de göremiyorum. İnsan onuru kavramı natüralistik bir dünya görüşünde temelsiz kalıyor. İnsan onurunu olumlamak için natüralistik hayvandan insana evrimin sınırlarını aşan bir varlığı kabul etmek gerekiyor. Veganizm ve hayvan hakları ile ilgili tartışmaları takip ederken bende bu kanaat hasıl oldu. Seküler etik sistemlerin bir diğer kusuru ise bağlayıcılık sorununu. Eğer Tanrı yoksa, herhangi bir şey yapmamız için ahlakî yükümlülüğümüzün ne gibi bir dayanağı olabilir? Bize bu yükümlülükleri kim ya da ne yükler? Neden bunların toplumsal, yetiştirilmeden kaynaklı ya da evrimsel koşullanmalarla içimize işlemiş öznel izlenimler olduğunu düşünmeyelim? Ahlakî değer ve ödevlerin nihai kaynağı üzerinde de düşündüm. Kendi üzerimizde bir iç gözlem yaptığımızda doğuştan gelen bir ahlakî yükümlülük duygusuna sahip olduğumuzu görürüz. En tutarlı bir öznelcinin bile vicdanının sesine kulak tıkamayı iyi bir şey olarak görmemesi dikkat çekicidir. Sezgisel olarak bildiğimiz temel ahlakî ilkeler insanların fikir ve inançlarından, hatta zaman ve mekandan bağımsız olarak doğru gibi görünür. Bu da zaman ve mekânın dışında bir yasa koyucunun varlığına işaret eder. Natüralizmde ise Tanrı var olmadığına göre, insanlar olarak deneyimlediğimiz her şeyin uzay ve zamandaki fiziksel nesnelerden, yani doğal dünyadan ibaret olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu da açıkça fıtratımızda gözlemlediğimiz durumla tezat oluşturur. Yani teizm nesnel ahlakî değerlerin varlığını ateizmden daha iyi açıklar.
-
Böyle bir yorum geleceğini biliyordum. Ateizmden dine geçenlere genellikle böyle denir. Bir de delirdiği söylenir. İsteyen istediğini düşünebilir, ben diyeceğimi dedim. Bravo, büyük resmi gördün, büyük oyunu bozdun. Neden deist olmadığını açıkladım. Ben de öyle düşünüyordum ama kendi tecrübemle öyle olmadığını gördüm.
-
Bu burada sevimsiz bir post olacak belki ama yazma ihtiyacı hissettim. Tekrar Müslüman oldum. Uzun zamandır ateisttim. Ateistforum'da da Tasvir-i Efkâr ve Şövalye rumuzlarıyla yazmıştım. Turan Dursun Forum'da da Kozmik Perspektif nickiyle yazmıştım. Ne oldu da dine döndün diye merak edenler olacaktır. Birçok etken var ama benim için esas kırılma noktası herhangi bir dine, kutsal bir otoriteye dayandırılmayan ahlakî sistemlerin nesnellikten uzak, güvenilmez, kırılgan ve değişken olduklarını anlamak olmuştur. Başka bir deyişle, tanrısal vahyin rehberliği olmadan neyin iyi neyin kötü olduğunu kesin olarak belirlemenin bir yolu olmadığını fark ettim. Ateizmde ahlak problemi inançsızlığımın ilk zamanlarında da kafama takılan ve kesin bir cevap bulamadığım bir meseleydi ama açıkçası buna bir gün cevap bulacağımı düşündüm, görmezden gelme ve kendimce açıklamalar üretme yoluna gittim, ama sonra bunlardan kaçmanın bir yolu olmadığını fark ettim. Aksiyolojik argümandan hareketle yapılan Tanrı kanıtlamalarını ve bunlara verilen cevapları okudum, tartışmaları izledim ve bunlar üzerinde uzun bir müddet düşündüm ve aksiyolojik argümanın teizm için güçlü bir felsefî delil teşkil ettiği kanaat getirdim. Dinî konuları araştırırken gördüğüm bir diğer delil olan evrenin potansiyeli delili de mantıklı geldi. Bu delil kısaca yaşamın karmaşıklığı ve çeşitliliğinin evrenin potansiyelinde var olmasını teizmin daha iyi açıkladığını söylüyor. Bana sezgisel olarak güçlü gelen argümanlardan bir diğeri kelam kozmolojik argümandır. Başlangıçsız evren/madde/enerji fikri sezgilerime aşırı ters geliyor. Bunun gibi teizm lehine olduğunu düşündüğüm başka argümanlar da var. Tabii bunları okuduktan sonra hemen teist olmadım çünkü teizmde de saçma bulduğum şeyler vardı, ama bunları sorguladıkça Tanrı fikri mantıklı gelmeye başladı. Müslümanlarla yaptığım tartışmalarda Tanrı paradokslarına tatmin edici cevaplar da bulmuştum. Ama deizm de mantıksız geliyordu. Çünkü deizm Tanrı'nın dünyaya müdahale etmediğini, insanları umursamadığını, evreni yarattıktan sonra emekliye ayrıldığını savunuyor. Ancak ben Tanrı'nın insanı yaratıp ona ilgisiz kalmasını O'nun bilgeliğiyle bağdaştıramıyordum. Deizm bana Tanrı-insan ilişkisi konusunda tutarlı ve tatmin edici bir yaklaşım sunmadığı için, dinleri de insan ürünü olarak gördüğüm için Tanrı fikrine mesafeli durmaya devam ettim. Böyle kafa karışıklığı içinde yıllar geçti. Yıllar geçtikçe dinden kopan gençliğin akın akın feminizm, veganizm, SJW aktivizmi, LGBT ideolojisi ve kedi/köpekperestlik gibi postmodern kanser akımlara kapılmaları daha fazla dikkatimi çekmeye başladı ve bu da beni ateizmin ve sekülerizmin toplum için pek hayırlı olmadığı sonucuna götürdü. Çağdaşlığın, modernliğin, ilericiliğin bir gereği olarak dayatılan/savunulan başka abukluklara tanıklık etmek de bu fikrimi perçinledi. Müslümanlar kendini çağdaş, medeni ve ilerici sayan bu güruha göre daha mantıklı, sağduyulu ve aklıselim göründü gözüme. İslam'ın aileyi, nesli ve toplumu koruyan olumlu yönlerini görmeye başladım. Feministlerin kadın mağduriyetlerini istismar ederek kadın faşizmi ve erkek düşmanlığı yaptıklarını ve eşitlikten ziyade ayrıcalık peşinde koştuklarını görünce bu güruhun İslam'a kendi bakış açılarıyla getirdikleri eleştirilere de daha sorgulayıcı bir gözle bakar oldum. Bütün bunlar beni İslam'a yeniden yaklaştırdı ve İslam'a yeniden ilgi duymaya başladım. İlk olarak İslam'ın getirdiği hükümlerin, koyduğu ölçü ve sınırların insana yaraşır bir düzen için ne kadar gerekli olduğunun farkına vardım. Aldatıcı arzulara veya kişinin nefsinin dikte ettiklerine değil, insan fıtratına hitap eden bir hayat yaşamaya rehberlik ettiği kafama dank etti. Beni İslam'a çeken başka şeyler de var ama başlıca nedenler bunlar. Sonrasında dinden çıkmama sebep olan konuları araştırdım. Youtube'dan Müslümanlar ve ateistler arasındaki pek çok tartışmayı, cevap/reddiye videolarını izledim. İslam'a, Kur'an'a yöneltilen birçok eleştirinin mantıklı açıklamalarının olduğunu gördüm. Bu açıklamalar İslam hakkındaki olumsuz görüşlerimin genel olarak güvenilirliği şüpheli olan yahut anlamı çarpıtılmış hadislere ve yanlış yorumlanmış bazı Kur'an ayetine dayandığını anlamamı sağladı. İslam'la ilgili her soruma henüz tam cevap bulabilmiş değilim, hâlâ okuyor ve araştırıyorum, ama bulduklarım beni İslam'ın doğru din olduğuna ikna etmeye yetti. Biraz uzun hikâye oldu ama İslam'a dönüş yolculuğumu bu şekilde özetleyebilirim. İslam'la birlikte her şey benim için mükemmel bir şekilde anlam kazandı ve hayat daha anlamlı hale gelmeye başladı. Zaten ateizm bana hiç yaramamıştı. Ateistken hayata daha kötümser bakıyordum. Her şey kasvetli ve anlamsız görünüyordu. Özellikle hayatın hiçbir nesnel bir anlamının olmaması, ölümden sonra yok oluş düşüncesi, zalimin izzetinde, mazlumun zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gittiğini düşünmek beni karamsarlığa itiyordu. Şimdi zihnim rahatladı, uzun zamandır yaşamadığım bir iç huzuru hissediyorum. İslam başıma gelen en iyi şey!
-
Argumentum ad Hitlerum kozunu oynamaya seven teistler için kötü haber: Hitler ateist değildi! Nazi Almanya’sının Führeri Adolf Hitler muhtemelen en sadistik holokostları gerçekleştiren insanlardan biriydi. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonların ölümünden ve 6,000,000 yahudinin cinayetinden sorumluydu. Hatırlanması gerekir ki Nazi ölüm makinelerinin tek hedefi yahudiler değildi. Tahmini 5-6,000,000 Rus, Polonyalı, çingene, Yehova Şahidi, homosexual ve aynı şekilde temelde alt-insan kabul edilen sayısız insan Nazi rejiminin kurbanı oldu. ANCAK Hitler ateist değildi. Hitler’in Nazi Parti programları madde 24 “Pozitif Hristiyanlık” çağrısıydı. Cermen filozof Ernst Bergmann tarafından 1934’de açıklanan bu yeni Hıristiyanlığın 25 noktası arasından temel değerleri ifade eden altı numaralı nokta şöyle: “Almanya'nın dini halkın dinidir, özgür düşünceler, ateist propaganda, ve mevcut dinlerin dağılmasıyla hiçbir ortak noktası yoktur.” Böylece Hitler, ve onun Nazi rejimi ateistik olma dışında herhangi bir şeydi. (bknz. Shermer, The Science of Good and Evil, s. 153)
-
http://media.tumblr.com/c1ac75e6fad1ae07ce05398a6b265a20/tumblr_inline_mrue26pXtL1qz4rgp.jpg Hitler De Dindar Bir Nesil İstiyordu "Seküler okullar asla tolere edilemez çünkü bu tür okullar hiçbir dini eğitim vermez, ve genel moral eğitim dini bir temel olmaksızın hava üzerine inşa edilmiştir; sonuç olarak, tüm karakter eğitimi ve din inançtan türetilmelidir… biz inanan insanlar istiyoruz." Hitler, 26 Nisan, 1933, 1933 yılında Nazi-Vatikan Antlaşmasına yol açan müzakereler sırasında. 24 Ekim 1933’de Berlin’de yaptığı bir konuşmada Hitler ifade etti: “Biz halkın bu inanca ihtiyaç duyduğuna ve talep ettiğine ikna olduk. Bu nedenle ateistik harekete karşı mücadeleyi üstlendik, ve bu sadece birkaç teorik deklarasyonla değil: biz onun kökünü kazıdık.” (Norman H. Baynes, ed., The Speeches of Adolf Hitler, April 1922-August 1939. Vol. 1. Oxford: Oxford University Press, 1942, p. 378.) "Din; sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, politikler için kullanışlıdır. Din halk yığınlarını sessiz tutmak için mükemmel bir alettir." Felsefecilerin bu tespitinin ne kadar aktüel olduğuna günümüzde de tanıklık etmekteyiz.
- 27 yanıt
-
- 3
-