
Tasvir-i Efkâr
Members-
İçerik sayısı
47 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
3
İçerik türü
Profiller
Forums
Store
Makaleler
Everything posted by Tasvir-i Efkâr
-
Strawman safsatası yapıyorsun. Uzun gözüksün diye değil, açıklayıcı olması için uzun yazdım. Bence sen cevap veremediğin için kendince muhatabını aşağılama yoluna gittin. Klasik ateist taktiği. Ben başka dinlerden İslam'a geçenler var, demek ki İslam doğru gibi bir şey demiyorum orada. Senin göstermek istediğin gibi her tevil, her açıklama aynı düzeyde olsa, herkes kendi dinindeki açıklamalardan tatmin olsa kimse din değiştirmeye gerek duymazdı diyorum. Bu İslam değil de başka bir din de olabilir. Zaten devamında da sen ateist olduğuna göre demek ki İslam'daki açıklamaları yetersiz, yanlış buldun, ateizmi daha makul bir pozisyon olarak gördün ki ateist oldun demişim. Orayı niye kırptın? Ha ben bir Müslüman olarak tabii ki başka dinlerden İslam'a geçenler için İslam'ı eski dinlerinden daha üstün/ daha açıklayıcı buldular diyeceğim. Sen de bir ateist olarak başka dinlerden ateizme geçenler için "Gerçeği gördü, aydınlandı" diyeceksin. Bunda bir şey yok. Mesele bu değil.
-
Üst not: Yine uzun oldu, kusuruma bakmayın. Anladım, yani bir insan tevil ederek her dini haklı çıkarabilir, hakkı batıl, batılı hak gibi gösterebilir diyorsun. Doğru, kendilerince gösterebilirler. Bu durumda aramızdaki hakem akıldır. Allah insanı yarattığına göre ve onu sorumlu tuttuğuna göre hakkı batıldan ayıracak gerekli yetileri verdiğini de zorunlu olarak kabul etmemiz gerek. Hak din nasıl olmalı, kriterleri nelerdir? Her dinde tevil edilen şeyler var. Öyleyse tevilde ölçümüz ne olmalı? Büsbütün reddetmek olmaz. Dinin dışına çıkınca yorumlar, açıklamalar bitiyor mu? Ateist olunca zannediyorsunuz ki her şeye nesnel, bilimsel bakıyorsunuz, hiç yorum katmadan inanıyorsunuz. Ama hayır, böyle bir şey yok. Ateizm de kendi açmazlarını zanla, tahminle kapatmaya çalışıyor. Seküler ideolojiler yetersizliklerini, zayıf yanlarını, çelişkilerini yorumla, teville, faraziyelerle kapatmaya çalışıyor. Ben burada tekrar İslam'a döndüğümü açıkladım, herkes değişik değişik açıklamalar yaptı. Bir iki kişi hariç kimseye hür aklım ve vicdanımla İslam'a geçtiğimi anlatamadım. Çünkü İslam'dan çıkıp ateist olan bir daha İslam'a geri dönmez diye bir şeye inanmışlar, ona uydurmaya çalışıyorlar. Konuya dönersek; dinler için işlettiğimiz mantığa din dışında da sadık kalırsak o zaman her şeye mesafeli durmamız, hiçbir şeye inanmamamız gerekir. Bu yüzden bu mantık bizi bir yere götürmez. Dinî ya da dünyevî her meselede mantıksız gibi görünen, çelişki gibi görünen şeyler olabilir. Ama bunlar zahirî mi yoksa aslî mi, buna karar vermek için bir ölçümüz olması gerekir. Hepsini aynı kefeye koyarsak mutlak şüpheciliğe kayarız. Belki bizim bilgi noksanlığımızdan, kısır fehmimizden kaynaklanıyordur. Sathî bir nazarla, düz mantıkla baktığımızda kendimizce saçma gibi görünen birçok şey buluruz, ama bu onların aslen saçma olduğu anlamına gelmez. Fizikten anlamayan biri için tonlarca ağırlaktaki uçağın havada uçması, geminin suda yüzmesi saçma gelebilir. “Bir bozuk para bile suyun üstünde doğru dürüst duramıyorken tonlarca ağırlıktaki bir kütle nasıl durur?” diye kendince bir mantık kurar ve geminin suda durmasını saçma bulur. Ama gemi suyun üstünde durması hak olduğuna göre mantıklı bir açıklaması olduğunu düşünmekte haklı olduğumuzu biliriz. Kimimizin aklına “Güneş sıcaklık kaynağıysa neden yükseklere çıktığımızda hava soğur?” gibi sorular gelir. Ama Dünya'yı Güneş'in ısıttığı en iyi açıklama olduğu için bunun da makul bir açıklaması olduğunu haklı olarak varsayarız. Benzer şekilde İslam'ın hak din olduğunu gösteren deliller varsa (ki var) onda çelişki ya da akla aykırı gibi görünen hususların makul bir açıklaması olduğunu düşünmekte haklı oluruz. Delilsiz davaya bakılmaz. Bir dinin hak din olması için tek Tanrı inancı olması, Tanrı'nın sıfatlarını doğru, mantıklı ve tutarlı bir şekilde tanımlaması, vahye dayanması, tüm insanlara hitap etmesi, bilimle çelişmemesi, insan doğasıyla çelişmemesi, insanın varoluşsal sorularına ve adalet ihtiyacına cevap vermesi gerekir. Bu kriterleri en iyi sağlayan din İslam. Hz. Muhammed'in kendi hayatında da dikkatli okuyanlar için İslam'ın hak din olduğuna dair birçok işaret var. Peygamberin örnek ahlakı, zühd ve takvası, katlandığı birçok eza ve cefaya rağmen davasında sebat etmesi gibi detaylar onun hak peygamber olduğunun göstergeleridir. Diğer dinler ise hak bir dinde bulunması gereken özellikleri tam olarak karşılamıyor. Hemen hepsinde az veya çok hakikat parıltıları var, hikmetli ve güzel sözler var. Mensupları da bence bunlar hatırına kendi dinlerinde kalıyorlar. Ama detaylara inince cevapsız, muğlak bıraktığı temel sorular, tevil kaldırmayan çelişkiler, kesin ilmî gerçeklerle çelişen inanışlar, batıl itikadlar, anlaması/ anlamlandırması zor, karışık kuruşuk öğretiler göze çarpıyor. Birçoğu vahye dayanmıyor, belli bir kitabı, peygamberi yok. İman esasları ve uygulamaları kesin hatlarla belirlenmemiş. İsteyen istediği inancı ekleyip çıkarabilir. Kimilerinde Tanrı inancı pek merkezi bir yere sahip değil, geri planda. Dinden ziyade dinimsi bir yaşam felsefesi özelliği gösteriyor. Bazı Uzak Doğu dinleri panteistiktir. Yani Tanrı ile evren aynı kabul edilir. Tanrı hem Hâlık, hem mahluk. Her şey Tanrı'nın bir parçasıysa her şey ilahi demek oluyor. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi Tanrı'dan ayrı tutamazsın. O zaman insanların yaptıkları kötülükler de ilahidir ve onlara kötü dememeliyiz. Kötülüğü inkâr etmemiz gerekir. Ama herkes bilir ki kötülük diye bir şey var. Panteizme ilgi duyuyorken bu soru kafama takılmıştı. Bunu Ateistforum'da da sormuştum, panteist olanlar varsa nasıl açıklıyor diye, ama pek makul, tatmin edici bir cevap alamadım. Bir de Tanrı'yı evrenle özdeş kabul ettiğimizde evrenin ezeli olduğunu ve Tanrı'nın fiziksel alemle sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekir ki bu da çok saçma. Bazılarında senin bahsettiğin gibi birden çok tanrıya inanç var. Kimi tevhid inancına uydurmak için tevil etme gereği duyuyor, kimi duymadan çok tanrıcılığı kucaklıyor. Mesela teslisi ele alayım kısaca. Hıristiyan ilahiyatçılar teslisi üçlü birlik diye açıklıyorlar ama ne kadar açıklama getirilirse getirilsin bariz mantıksal problemi gizleyemiyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un her biri eksiksiz olarak Tanrı'dır ama Tanrı tektir çelişkisi var. Dördüncü ya da beşinci yüzyılda yazılan Atanas amentüsü Hristiyanların Üçlü Birlik hakkındaki inançları hakkında genel bir bakış açısı veriyor. Amentü kurtuluş için yedi önermeye inanmayı şart koşuyor. Buna göre 1-) Tanrı Baba'dır. 2-) Tanrı Oğul'dur. 3-) Kutsal Ruh Tanrı'dır. 4-) Baba Oğul değildir. 5-) Baba Kutsal Ruh değildir. 6-) Oğul Kutsal Ruh değildir. 7-) Sadece Tek bir Tanrı vardır. Yani Hıristiyan olmak için hem bu üçten her birinin Tanrı olduğunu kabul edeceksin hem de üç Tanrı olduğunu reddedeceksin. Bu da bariz bir çelişki. İslam ise hiç böyle anlaması zor inançlar şart koşmadan daha sade bir inanç sistemi sunuyor. Ha İslam'da yoruma, tefsire muhtaç yerler yok mu? Var. Kur'an'da Allah'ın elinden, yüzünden, kürsününden, kürsüye oturmasından bahsedilir, sanki haşa bir insanmış gibi. Ama Allah'ın ne insana ne de başka bir mahluka benzediğine dair açık nasslar da var. Aklen de öyle olması lazım. Öyleyse bunları zâhirî manasından ayrı olarak değerlendirmek meşrudur. Zaten Allah Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olduğunu bize açıkça söyler. Bunun haricinde, ayette ya da hadiste geçen bir lafız tevil ediliği manaya muhtemelse ve bu mana dinen caiz ise burada da tevil caizdir. Bunun gibi İslam'da tevilin caiz olduğu ve olmadığı yerler var. İslam her şeyi tevil etme dini de değildir. Tevil edilecek şeyler var, edilmeyecek şeyler var. İslam'daki meşru tevil ve tefsirleri diğer dinlerdeki batıl açıklamalarla aynı kefeye koymak insafsızlık olur. Ateistlerin sihirbaz el çabukluğuyla yaptığı bu tür batıl kıyasların hiçbir ilmî kıymeti yok. Senin dediğin gibi olsaydı o zaman kimse din değiştirme ihtiyacı duymazdı. Ama eskiden beri başka dinlerden İslam'a geçenler var. Niye geçiyorlar? Demek ki kendi dinlerindeki açıklamalar bazı şeyleri açıklamaya yetmiyor ya da bazı konularda yetersiz kalıyor. Ya da sen niye ateist oldun? İslam'dan dönme ateist misin yoksa hep mi ateisttin bilmiyorum ama İslam'dan döndüysen demek ki İslam'daki açıklamaların yetersiz, mantıksız olduğuna hükmettin, ateizmin, natüralizmin daha iyi açıklama getirdiğini düşündün ki ateist oldun. Ben ise tam tersi, İslam'ın evrene, insan doğasına, yaşama daha iyi açıklama getirdiğini düşünüyorum, ateizmin ise yetersiz kaldığını düşünüyorum. Kim doğru söylüyor, kim haklı? Buna herkes aklıyla düşünüp tartarak karar verecek. Bu işler böyledir.
-
İslam'da yoruma açık şeyler de var, yoruma kapalı şeyler de var. İtikadî esaslar ve amelî konular belli, haramlar helaller belli. Teferruata giren hususlarda mezhepten mezhebe değişen ufak tefek farklılıklar var. Onun dışında dinin özü, esası, ana ilkeleri konusunda mutabakat var. Müteşabih ayet ve hadisler yoruma açık, ama onlara getirilecek yorumların da muhkem ayetler ve mütevatir hadislerle çelişmemesi lazım. Dini anlamada ilimsiz, usulsüz, metodsuz hareket edilir de salt akılla yetinilirse senin dediğin gibi her şey öznelliğe düşer, dinin işlevi kalmaz. En muhkem ayetler bile teville tahrif edilir, ortaya kafa sayısı kadar İslam çıkar. Bu yüzden Müslüman Ehli Sünnet caddesinde yürümeli, tâlî yollara sapmamalı diyoruz. Tâlî yollara sapıldığında itikadî sapmalar başgösteriyor, bu da beraberinde tekfirciliği ve iç çatışmayı getiriyor. Dinin 4 delili var: Kur'an, Sünnet, kıyas ve icma. Bu dört delile göre hareket edildiğinde fikir anarşisinden ve yıkıcı ihtilaflardan korunulur. Ben bir şeyleri insanlar beğensin diye kitabına uydurmaya çalışmam. İslam'ı Batılılara, modernlere güzel gösterme, beğendirme gibi bir kaygım da yok. Nasılsa öyle kabul ediyorum. Zaten ben Müslüman olmadan önce Batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernizmle kendi içimde hesaplaşmamı yapmış biriyim. İslam'ın hükümlerinin medeniyet diye sunulanlardan daha üstün, insan doğasına uygun ve gerçekçi olduğuna kanaat getirdim. Ütopyalara, fantezilere, süslü laflara gerek yok. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, çevrecilik, bunlar modern çağın helvadan putları. Ateistlerin, deistlerin kıblesi olan Batı, menfaati söz konusu olduğu zaman bunları çiğnemekten çekinmez. Allah inancı olmayınca tüm değerler insanın heva hevesine göre şekillenen birer oyun hamuruna dönüşür. Kölelik mevzusuna gelirsek; kölelik mevzusu İslam'a yapılan eleştirilerde top 10'a oynar. Bir Sünni olarak köleliğe bakışım Ehli Sünnet'le aynı. Tevhid dini olan İslam'da sadece Allah'a kulluk esas, kula kulluk yok. Herkes Hz. Adem'in çocuğudur, insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir, üstünlük sadece takvadadır. Bununla birlikte Kur'an'ın indiği dönemde sosyolojik bir olgu olan kölelik kurumunun hemencecik kaldırılması yoluna gidilmemiştir, çünkü köleliğin tek taraflı olarak kaldırılması Müslümanların gücünü azaltabilirdi. Köleliğin aniden ilgası bazı insanlara hemen başa çıkamayacakları mali sorunlar da getirebilirdi. Değişime ayak uyduramayan ve kendi kendine yetemeyen insanlar perişan olabilirdi. Bunun yerine köleliği tadil edip daha insancıl bir şekle soktu. İslam'da kölelerin özgürlüğüne kavuşması için birçok yol var. İslam'dan önce köle edinmenin birçok yolu vardı. İslam bütün bu yolları kaldırıp tek bir yolu açık bıraktı; savaş sırasında esir düşenleri köle olarak almayı. Bu da aslında İslam'ın köleci bir din olmayıp bir maslahata göre hükümler koyduğunu gösteriyor. İslam öncesi dönemden beri toplumda ve ekonomide kökleşmiş olan kölelik kurumunu birdenbire ortadan kaldırmak pek mashalata uygun olmazdı. İslam insanlara boş bir büyüklük gösterisi yapmak yerine yavaş ve kademeli olarak toplumun genelini reforme etme ve iyileştirme yolunu tuttu. Kölelik denilince akla boynuna zincir, ayaklarına pranga, ellerine kelepçe vurulmuş, baskı ve zulüm altında ezilen biçareler gelir. Bu Batı'da uygulana köleliktir. Halbuki İslamiyetin kölelik telakkisi ile Batı toplumlarındaki kölelik arasında sadece isim benzerliği var. İslam, kölelerin azat edilmesini bir kefaret biçimi olarak teşvik ederken, kölelere Arap toplumunda daha önce sahip olmadıkları haklar da tanımıştır. Mesela köleye yediğinden yedir, içtiğinden içir, gücünün yetmeyeceği yük yükleme gibi hükümler getirilmiştir. Hatta hitap ederken bile kölem diye değil, oğlum, kızım diye hitap etmek emredilmiştir. İslam'ın kölelere muamelesi onlara köle olduklarını unutturuyordu ve İslam'ın köleleri özgürleştirdiği aşamalı süreç, “özgürleştirilen” milyonlarca kölenin ölümüne yol açan Amerika'daki yöntemden oldukça farklıydı. Bu yöntem aynı zamanda İslam'ın tebliğ faaliyeti için daha uygundu. Başka milletlerden alınan köleler Müslümanların yaşayışına daha yakından tanık oluyor, bu sayede kalbi İslam'a ısınıyordu ve İslam'a geçmesi kolaylaşıyordu. Böyle Müslüman olan pek çok köle var. Allah ilim, hikmet, lütuf ve merhamet sahibidir. Bizi bizden daha iyi tanır, bizim göremediğimizi görür, hükümlerini ona göre koyar. Diğer pek çok meselede olduğu gibi kölelik sorununa da hayalperestlikten uzak, gerçekçi ve bilgece çözümler sunar.
-
Deist olsaydım ikna olacak mıydın çevre etkisi olmadığına? Ben bana mantıklı gelene inanırım, kimseyi inandırmak, kendimi beğendirmek için görüş değiştirecek halim yok. Elbette birilerinden etkilendim, etkilenmek kötü bir şey değildir. Hangi görüşe yönelirsem yöneleyim bir etkilenme olacaktır. Ama insan son tahlilde aklına, mantığına, vicdanına yatana uyar.
-
İslam'ı böyle Batı'nın değer ve normlarıyla, feminist bakış açısıyla, Batılı oryantalist kafasıyla okumak pek sağlıklı değil. İslam'ın kendine özgü değerleri, kavramları, paradigması, dünya görüşü var. Ona bütüncül bir bakış açısıyla, kendi kavramlarıyla, kendisinin bildirdiği şekilde yaklaşmak lazım. Peygamber çok kadınla evlenmiş, kadına mirastan yarım pay veriliyor, erkeğe sınırsız cariye hakkı gibi bağlamdan kopuk, parçacı okumalar yapılırsa elbette kadın düşmanı, erkek dini, savaş dini gibi hatalı değerlendirmeler yapılır. Bu benim de yaptığım bir hataydı. Pek çok ateist gibi ben de şuursuzca oryantalistlerin dümen suyunda giderek, onlar gibi düşünerek eleştiriyordum. Sonra bunların kendi bütünlüğü içinde anlamını bulduğunu gördüm. Kur'an ve Sünnet'te kadına değer vermeyle ilgili yeterince nass var. Müslüman bunu Batılılardan öğrenmek zorunda değil. Erkeğin ve kadının rolü, görev ve sorumlulukları yaratılışlarına uygun olarak belirlenmiş. Bunları beğenmeyip değiştirmeye kalkınca olmuyor, çıkmaza giriliyor. Vahyin ışığından mahrum seküler ideolojiler kadın-erkek eşitliği sağlayacağız diye iki cinsin de yaratılışına uygun olmayan politikalar dayatıyor. Şimdilerde cinsiyet eşitsizliğini bitirmek adına Batı'da yaygın olarak toplumsal cinsiyet eşitliği diye bir tez okutuluyor. Kadın ve erkeğin doğuştan sahip olduğu fiziksel farklılıklar önemsiz kabul ediliyor. Duygusal ve davranışsal farklılıklar tamamen toplumsal inşanın bir ürünü olarak konumlandırılıyor. Kadını kadın, erkeği erkek gibi yetiştirmek ayrımcılığın, eşitsizliğin, zulmün kaynağı olarak gösteriliyor. Çözüm ise çocuğumuzu cinsiyetsiz olarak yetiştirmekmiş. Çocuğumuza erkekse erkek, kızsa kız gibi muamele etmemeliymişiz. Kimileri biyolojik cinsiyeti de inkâr ediyor. Biyolojik cinsiyet yerine “doğumda atanan cinsiyet” tanımının kullanılmasını öneriyor. Kromozomlar, cinsel organlar, hormonlar, hiçbiri cinsiyeti belirlemezmiş. Bunun yerine öznel cinsiyet kimlikleri temel alınmalıymış. İşte insan vahyin ışığından uzaklaşınca böyle hezeyanlara sürükleniyor. Kutsal kitaplar olmayınca ahlak, cinsiyet, insanlık gibi kavramlar birer toplumsal inşadan ibaret oluyor ve hiçbirinin nesnelliği kalmıyor. Bunlar öznelliğe düşünce türlü sapkınlıklara kapı aralanıyor. Mesela ensest, pedofili, hayvanlarla cinsel ilişki, eşini paylaşmak, önüne gelenle yatmak, hepsi savunulabilir oluyor. Allah'ın koyduğu sınırlar olmayınca hiçbir şeye net bir sınır çizilemiyor. Bu yüzden insan dünya ve ahiret mutluluğu için aklıyla kibirlenmeyi bırakıp vahye teslim olmalı. Bu arada kadının tecavüzden şikayet etmeye hakkı yok diye bir şey yok. Tirmizî'de geçen bir hadise göre Peygamberimiz bir kadının şikayeti ve tecavüzcünün itirafı üzerine tecavüzcüyü taşlatarak öldürtmüştür. Yine hadis kaynaklarında Hz. Ömer'in ikrah, cebir ve ızdırar hali nedeniyle ırzına geçilen kadınlara herhangi bir ceza vermediği, sadece faile ceza verdiği naklediliyor. Zinaya zorlanan kadına had cezası uygulanmayacağı konusunda dört mezhebin icmaı var. Lut kavminin helak olma nedeni eşcinselliğin yanı sıra tecavüzdü. Bu suçun cezasına gelince, çoğu fakih zina suçuna benzer şekilde yüz kırbaç ve sürgün ya da fail evliyse recm cezası öngörmüş. Malikî, Şafiî ve Hanbelî hukukçulara göre failin had cezasıyla birlikte manevi tazminat cezasına da çarptırılması gerekir. Bazı alimler tecavüz mağdurunun evinden veya başka bir yerden zorla kaçırılması ve ardından silah tehdidi altında tecavüze uğraması durumunda failin muharib kabul edilmesine ve Maide Suresi'nin 33. ayetinde bahsedilen Muharabe cezası olan daha ağır bir had cezasını gerektireceğine hükmetmişler. Şeriatla yönetilen Osmanlı'da tecavüzcüye idam ve hadım cezası veriliyordu.
-
Doğrudur, onlar da bahsediyordu bundan. Onları çok dinlediğim için üslup kapmış olabilirim.
-
Emir Onur Çilek'ten bahsediyorsun. Evet, biliyorum o şahsı. Ateizm üzerinden saygınlık ve ilgi görme, menfaat kazanma peşinde koşan biri.
-
Kimseyi ahlakî açıdan yargılayamadığımız, eleştiremediğimiz bir düzenin doğuracağı sorunlar açık değil mi? Nesnel ahlakî ilkeler Tanrı'ya dayandırılmazsa nihilizm tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Hiçbir değerin kutsallığı, bağlayıcılığı kalmaz. Her şey meşrulaştırılabilir ve savunulabilir olur. Kimse ben ahlaksızım demez belki, ama ahlakî ilkelerin içi boşaltılabilir. Hukuk da insan yapımı, sorgulanamaz ve değiştirilemez değil. Cahiliye Arapları helvadan putlara tapar, acıkınca da onları yermiş. Hiçbir şeyin kutsallığının kalmadığı yerde hukuk, barış, demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet gibi kavramlar da sahiplerinin heva ve heveslerine göre şekillenen helvadan putlara dönüşür. “Kimse kimseye karışmasın, herkes istediği gibi yaşasın” deniyor. Yani insanın ne kadar sefih ve rezil bir hayat sürerse sürsün başkasına fiilî bir zararı dokunmadığı sürece bir şey dememeliyiz, umursamamalıyız gibi kulağa, nefse hoş gelen bir özgürlük anlayışı telkin ediliyor ama bu sahte bir özgürlük anlayışı. Bu anlayış hazzın esiri olmuş yığınlar üretir, insanı hayvanlaştırır. Gerçek özgürlük odur ki ne kendine ne de başkasına zararın dokunsun. Toplum fertlerden oluşur. Fert fert çürümek umumî bir çürümeyi getirir. Kötü bir davranışın zararı her zaman fert bazında ve tekil örneklerde ortaya çıkmayabilir. Fakat toplumu yavaş yavaş, içten içe, uzun vadede çürütür. Zararı hemen anlaşılan kötülükler vardır, bunlar tek başına akılla bilinebilir, fakat zararı kolayca öngörülemeyen kötülükler de vardır ki bunlar vahiyle bilinir. Bir de nerede durulacağına tam sınır çizilemeyen fiiller/durumlar vardır. Allah'ın belirlediği sınırlar olmazsa bunlarda da orta yolu bulamama, ifrata ve tefrite sapma tehlikesi var. Mesela suçsuz birini öldürmeye dindarından sekülerine herkes karşı çıkarken konu zina, içki, fuhuş ve kumara geldiğinde ihtilafa düşülür. Sekülerler genellikle bireysel özgürlükler ve haklara referans vererek bunları savunma eğilimindedir. Hatta bunları çağdaşlığın sembolü yaparlar. Ama Allah bizi bizden daha iyi tanır, bunların fıtratımızı bozacağını, aleyhimize olacağını bilir, yasaklar. Bilmiyorum soruna ne kadar cevap oldu ama ben böyle bakıyorum olaya. Evet, Eş'arî kelamcılar doğadaki nedensellik ilişkisini iktiran kavramıyla açıklıyor. Maturidiyye de aynı görüşte yanılmıyorsam. Sadece insanın iradesinin fiilleri üzerindeki etkisi konusunda ufak görüş ayrılıkları var, ama her ikisi de insanın fiillerinin asıl yaratıcısının Allah olduğu ve aynı zamanda insanın cüz'î iradesiyle fiilerini kendisinin kesb ettiği noktasında birleşiyor. Kötülüğün yaratılması kötülük değildir, kötünün tercih edilmesi kötüdür, bu tercih de insanın iradesine bağlıdır. Şöyle bir örnek vereyim belki somutlaştırmaya yardımcı olur; öğretmenin sınav kağıdına yanlış şıkları eklemesi kötü değildir, öğrencinin yanlış şıkları işaretlemesi kötüdür. Öğretmen hiç yanlış şık koymasaydı, sadece doğru şıkları koysaydı, bilen, bilmeyen herkes sınavdan geçseydi bu adil bir sınav olur muydu? Adil bir sınav olması için kötülüğün vücudu gerekli. Adil olmak iyi olduğuna göre kötülüğü yaratmak kötü değildir. Kötülüğü tercih etmek kötüdür. Kötülüğün var olmasının başka hikmetleri de var. Evrende her şey zıddıyla kaimdir, her şey çift yaratılmıştır. İyiliğin, doğruluğun değerini kötülüğün, güzelliğin değerini çirkinliğin varlığıyla anlarız. Kötülüklere karşı sabretmek, duruşumuzu bozmamak kâmil insan olmamıza, derecemizi yükseltmemize vesile olur. Hz. Musa ve Hızır kıssasında anlatıldığı gibi zahiren kötü gibi görünen olaylar hakikatte hayırlı bir neticeye hizmet ediyor olabilir. Kısacası hiçbir şey hikmetsiz ve boşuna değildir.
-
Evet o konuda da değişti. İslam erkeğe de kadına da hak ettiği değeri verir. Ne ifrat ne tefrit. Feminizmin insan fıtratına savaş açan, eşitlik, adalet adı altında cinsel bölücülük yapan, kadını erkeğe karşı güç ve menfaat arenasına çeken, özgürlük namına iffetsizliği ve envai çeşit sapkınlığı savunan tez ve uygulamalarını gördükten sonra İslam'ın kadın ve erkek hakkında verdiği hükümler daha mantıklı gelmeye başladı. İslam'da Allah erkek ve kadını birbirini tamamlayan bir çift olarak yaratmıştır. Erkek ve kadını birbirlerinin velileri kılmıştır. Feminizm ise iki cinsi ayrı ayrı ele alır ve ikisini çatıştırır. Erkekleri değersizleştirme, erkek oldukları için utandırma, hükûmetlere psikolojik hadım yasaları çıkarttırma, kadına da sürekli eziklik paranoyası aşılama ve yalnız yaşamaya özendirme yoluna gider. Şimdi de eşitsizliği bitireceğiz diye doğal cinsiyeti inkâr etme noktasına gelmişler. Kadına şiddeti önleme iddiasıyla yola çıkan feminist hareketin bugün geldiği nokta ibret vericidir. İşte vahyin rehberliği olmayınca ve sadece akla güvenerek hareket edildiğinde insan ifrat ile tefrit arasında gidip geliyor, feminizm, komünizm, faşizm gibi açmazlara giriyor.
-
Benim ateistken hep kafamı kurcalardı Tanrı olmadan ahlakın nasıl temellendirileceği konusu. Bazı seküler ahlak teorilerini benimsedim ama daha sonra onların da kusurlu ve yetersiz yanları dikkatimi çekmeye başladı. Sonra bu konuyu arka plana attım ama dünyanın gidişatına bakınca tekrar gündemime aldım ve teizmden daha iyi bir açıklama olmadığına kanaat getirdim. Tabii teist olmamda sadece ahlak argümanı değil, başka argümanlar da etkili oldu. Mesela kelam ilminde hudus delili olarak bilinen kozmolojik argümanı da sezgisel olarak güçlü bulurum. Ahlaka bir temel bulmak yerine yararcı bir mantıkla ilerleyemez miyiz sorusuna gelince, ilerleyebiliriz. Zaten dünyada sekülerleşme eğilimi yaygınlaştığı için öyle yapıyoruz. Din olmadan da insanlar belli başlı ahlakî doğrulara isabet ederler. Örneğin çalmamak, öldürmemek, başkasına zarar vermemek gibi konularda mutabakat sağlanabilir. Fakat ahlak konusunda her şey bu kadar siyah beyaz değildir, doğru ve yanlışa net bir sınır çizilemeyen muğlak, gri alanlar da vardır. Her insanın fıtratına iyiyi kötüden ayıran bir ahlakî pusula koyulmuştur, ancak ilahi rehberlik olmadan insanın pusulayı şaşırması çok olası. Örneğin insan belirli ideolojilerin, zamanın moda akımlarının etkisi altına girerek bir takım insanları öldürmeyi, bir takım insanlardan çalmayı, bir takım insanlara zarar vermeyi haklı bulabilir. “Topluma yararlı olanı yapalım” denilebilir. Ancak toplum ve yarar kavramlarının içi ideolojilere göre farklı doldurulabilir. İnsan aklı şaşmaz bir yol gösterici değildir, nefsin ve şeytanî ilhamların etkisi altındadır. Kulağa güzel, nefse hoş gelen ama insanın fıtratına aykırı pek çok şey süslü kelimeler ve cafcaflı sözlerle güzel gösterilebilir. Vahyin rehberliği olmadığında insan iyilik zannıyla kötülük yapabilir. Kur'an'da da ıslahat iddiasıyla yola çıkan, fakat farkında olmadan yeryüzünde fesat çıkaran insanlardan bahsedilir. Din olmadığında insanlar kimliksiz, gayesiz, amaçsız yığınlara dönüşür. Suret-i haktan görünen insî şeytanlar bu insanları hassas oldukları yerden yakalayıp ağlarına düşürebilir. Toplum üzerinde güç sahibi olmak isteyen insanlar ellerindeki medya ve propaganda gücünü kullanarak bu amaçsız yığınları kolaylıkla koyun gibi güdebilir. Ancak vahye tabi olmak insana hakkı batıldan ayıracak bir feraset kazandırıyor. İslamî teizmde determinizm yok zaten, iktiran var. Her şey an be an yaratılır. Sebepler zahirî birer perde olmanın ötesinde bir kuvveti haiz değildir. İnsan kendini değiştiremeyeceği pek çok durum içinde bulabilir. Örneğin doğduğu aile, coğrafya, karakter, mizaç, cinsiyet, saç rengi vs. Buna ızdırarî kader denir. Fakat Allah insana irade sıfatı da vermiş ve ona özgürce hareket edebileceği pek çok alan da açmıştır. Ezelî ilmiyle irademizi ne yönde kullanacağımızı bilir ve bunları da yaratır. Buna da ihtiyarî kader deniyor. Sezgilerimizle kaderin her iki boyutunun da var olduğunu kavrayabiliriz. Sezgilerimiz bize hem değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz olduğunu hem de tamamen kader mahkûmu olmadığımızı, seçimlerimizde özgür olduğumuzu, eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu söyler. Fakat Allah kabul edilmediğinde ve her şey sebeplerin gücüne havale edildiğinde sezgilerimize ters sonuçlara ulaşırız. Kur'an'ın bakış açısına göre, insan ne tamamen kaderinin efendisi ne de kaderin insafına kalmış bir kukladır. İslam tarihinde kader ve özgür irade tartışmalarından Kaderiye ve Cebriye diye iki ayrı kelam fırkası türemiş. Biri insan iradesinde mutlak bağımsızdır ve kendi fiilerinin yaratıcısıdır diyerek ifrata, diğeri cüz'î iradeyi yok sayarak tefrite sapmış. Kur'an ve Sünnet, hem Allah'ın hakimiyeti hem de mutlak insan özerkliği şeklindeki iki tarihsel uç arasında ılımlı bir konumu temsil eder. Rasyonel bir perspektiften bakıldığında, bu iki şey birbiriyle bağdaşmıyor gibi görünebilir. Ancak, Allah'ın zaman ve mekânın ötesinde ve kozmik perdenin dışında Gayb'da var olduğunu unutmamalıyız. Buna karşın, biz insanlar gerçeklikleri yalnızca zaman ve mekân çerçevesinde kavrayabiliriz. Allah'ın hakimiyetinin her şeyi kuşattığı ve hiçbir şeyin onun kapsamı dışında kalmadığı doğrudur. Bu, Allah'ın her şeyi bildiği ve burada her şeyin O'nun iradesine göre gerçekleştiği anlamına gelir. O'nun izni olmadan bir yaprak bile kımıldamaz. Bununla birlikte, Allah her şeyi yaratmakla kalmamış, aynı zamanda onların doğasını ve kapsamını da belirlemiştir. Allah insana cüz'i irade vererek ona kendi kararlarını verme ve sonuçlarından sorumlu olma şansı tanımıştır. “İnsana kendi çalışmasından başkası yoktur,” (Necm, 53:39). “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez,” (Rad, 13:11). “Hiç bir nefis, kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz. Günahkar olan bir başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir,” (En'am, 6:164) gibi ayetler insanoğlunun ahlakî sorumluluğunu açıkça beyan ediyor. Tanrı'nın belirli sıfatlara sahip olması onu sınırlar mı meselesine gelince, güzel bir soru. Sadece “Hayır” deyip öylece bırakmak geliyor içimden. Ama biraz açmam gerekirse, şunu diyebilirim; Tanrı tam olarak olduğu gibi mükemmeldir, bu nedenle zatında, sıfatlarında herhangi bir değişiklik, tanımı gereği, mükemmellikten uzak bir değişiklik olacaktır. Mesela ezelî değil de sonradan olduğunu düşünelim, bu durumda ona artık Tanrı denilemeyecektir. Yani evli bekâr olmak gibi saçma bir durum ortaya çıkarırdı. Tasavvuru muhaldir diye düşünüyorum. Şu an aklıma gelen cevap bu.
-
Evet, doğru. Altay Cem Meriç, Habil Ademoğlu, Caner Taslaman, Enis Doko ve yabancılardan Craig'den çok istifade ettim. Onlar sayesinde birçok soruma cevap bulabildim. Hala çözemediğim meseleler de var ama büyük oranda mantığıma oturduğu için Müslümanım.
-
Allah'ın ön bilgisi özgür iradeye halel getirmez. Yani Hz. Muhammed'den önce her şey güllük gülistandı mı diyorsun? Basit meseleler yüzünden yıllarca süren kabile savaşlarından haberin yok o zaman. Fakirlik yüzünden çocuk öldürmek, bazı kabilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi adetler vardı. Hz. Muhammed 13 yıllık Mekke döneminde dinini barışçıl yollarla tebliğ etti, ancak Mekkelilerin düşmanca tutumu savaşı gerekli kıldı. Allah neden popüler olmak istemişmiş. Allah verdiği sayısız nimete karşılık kendisine ortak koşulmadan inanılmasını istiyor, bunun için de elçiler, uyarıcılar gönderiyor. Dünyaya yiyip içmeye, eğlenmeye, vakit doldurmaya değil, Allah'a ibadet etmeye geldik. O da bize unuttuğumuz yaratılış amacımızı hatırlatıyor. Bunu yapmaya hakkı yok mu? Sen niye bu kadar lağım ağızlısın? Ben sana seni Ateizm Derneği'nde mi hoplattılar da ateist oldun diye sorsam hoş olur mu? Ateistforum'da da anibal diye biri vardı kulakları çınlasın, o da böyle lağım ağızlıydı. Yoksa anibal sen misin? Senin hakkından anibal gelir.
-
Bu konu hala devam ediyor mu? “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncilde yazılı bulacakları o Resule o, ümmi Peygambere ittiba' ederler. O ki onlara ma'ruf onu emreder ve onları münkerden nehyeyler.” (Araf, 157) Allah kötülüğü emretmez. (Araf, 28) Allah iyiliği, hayrı emreder, fenalığı, çirkinliği ve azgınlığı yasaklar. Allah insanı kendisinin iyi dediğine iyi, kötü dediğine kötü diyecek bir fıtratta yaratmıştır. Allah böyle bir şey diyecek olsa sistemi ona göre yaratırdı, kimse de kötü diyemezdi. Sen başkalarının inancına laf söyleyeceğine kendi inancına bak. Kendi itikadında annenle ilişkiye girmeyi haram kılan tek bir nesnel ahlak yasası ortaya koyabiliyor musun? Hayır. Öyleyse annesiyle ilişkiye girene laf söyleme hakkın yok. Çok zekisin yaa, nasıl düşünemedim bunu. Tabii ben dine inandığım için aptalım, akıl edemem, hesaba katamam böyle şeyleri. Ama sen ateistsin ya, bilimden anlarsın, düşünürsün bunları. İşte kibir insanı böyle saptırıyor. Bak sevgili atecik, evrimci ve yararcı açıklamalar neden nesnel ahlakî değer ve görevlerin var olduğunu açıklamaz. Ben zaten ahlakî davranışlara evrimsel köken ve yararcı açıklamalar bulunmasının nesnel ahlakî değer ve ödevlerin doğaüstü bir temele dayanmak zorunda olduğu iddiasını çürütmeyeceğini anlattım. Tanrı yoksa ve insanlar diğer hayvanlar gibi sadece evrim tarafından dikte edilen, atalarından miras aldıkları davranış kalıplarını izliyorsa o zaman hiçbir ahlak kuralı nesnel değildir, özsel bir değeri yoktur ve sadece yaşam mücadelesinde araçsal bir değeri olduğundan söz edilebilir. Bu yüzden “Aynı davranış maymun atalarımızda da var. Bu davranış onlara evrimsel olarak şöyle şöyle avantajlar sağlamış,” denilerek hiçbir davranışın nesnel olarak doğru olduğu savunulamaz. O davranışları onlara bilinçsiz, amaçsız, ilimsiz, hikmetsiz, tesadüfi süreçler yüklemiş. Temel amacı sağkalım ve çevreye uyum şansını artırmak, ahlakî hakikatlerle mücehhez kılmak değil. Ben bir insan olarak programlandığım davranış biçimlerine dışarıdan bir gözle bakabilen, onları yargılayıp değiştirebilen, bireysel tutku, arzu, çıkar ve içgüdülerden sıyrılarak düşünebilen bir canlıyım, öyleyse neden onları takip etmek zorundayım? Tanrı'yı reddedersek ve ahlakî sezgilerimizi tamamen doğanın kör kuvvetlerine havale edersek onların ahlakın bilgisiyle ilgisiz olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü hayatta kalma ve çevreye uyumlu olma esasına dayanan milyonlarca yıllık evrimsel süreçte ahlakî hakikatlere ulaşacak bir yol izleyip izlemediğimizden hiçbir zaman emin olamayız. Ahlak diye bildiğimiz şeyler belki de birer hakikat değil, zihnimizin bize oynadığı bir oyun, bir yanılsama. Zihnimiz evrim yüzünden manipüle edildiğinden öyle düşünmeye programlanmışız. Ha ahlak nesnel değil özneldir diyorsan o zaman kimseyi eleştirmeye hakkın yok.
-
Sen Ateistforum'daki Zavallı mısın? Bir gün Müslüman olacaksın deseler güler geçerdim. Ben de kendime hâlâ hayret ediyorum. Belki birinin duasını aldım. İslam'dan, Müslümanlardan nefret ederdim. O noktadan buraya geldim. Bunu “Kalpleri evirip çeviren Allah'tır” hadisinin tecellisi olarak görüyorum.
-
Tanrı işleri zorlaştırmaz, insanlar nefislerine uyarak işleri zorlaştırıyor, karmaşıklaştırıyor. Oysa yapılacak olan basit: Peygamberin, sahabelerin ve tabiinin yolu olan Ehl-i Sünnet ana caddesinde yürümek, tâlî yollara sapmamak. Tâlî yollara sapılırsa çıkmaza düşülür. Kur'an'ı da herkes kendi kafasına göre yorumlayamaz. Günümüzde eline meal alan alim kesiliyor, ama her şeyin yolu yordamı olduğu gibi bu işin de belli bir kuralı, belli bir ilmi vardır. Sadece mealle yetinilirse yanlışa düşülebilir, yanlış itikadlara sahip olunabilir. Kur'an'ı yorumlayacak, tefsir edecek kişinin sarf ve nahiv, kıraat, siyer, fıkıh ve hadis ilmi gibi ilimleri bilmesi gerek.
-
Peygamberimiz kimseyi Müslüman olmaya zorlamadı. Bu, Kur'an'da yasaklanmıştır. “Dinde zorlama yoktur,” “Sen zor kullanıcı değilsin,” “Rasul'e düşen ancak tebliğ etmektir,” “Sen sevdiğini hidayete getiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete getirir,” gibi ayetler peygamberimize ve tüm Müslümanlara zorlamayı yasaklıyor. İman kalbin tasdiki ile mümkündür. Sadece dil ile söylemeyle iman olmaz. “Rahman'ın kulları yeryüzünde alçak gönüllülükle yürürler. Cahiller, onlara laf attıkları zaman, 'Selam' derler,” “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver,” ayetleri İslam'da esas olanın barışın tarafını tutmak olduğunu gösteriyor. Diğer yandan İslam'da bir yanağına tokat atana öbür yanağını çevir anlayışı da yok. Müslümanların ve İslam devletinin güvenliğini sağlamak, izzetini korumak ve yüceltmek için cihad etmek farzdır. Peygamberimizin savaşları da yine zulmü bitirme, Allah'ın kelimesini yüceltme, Müslümanlara gelebilecek tehlikeleri bertaraf etme amaçlarına yöneliktir. Peygamberimiz doğduğu topraklarda mesajını insanlara ilettiğinde Arap müşrikler düşmanca davranmaya ve arkadaşlarına zulmetmeye başladı. Zulüm şiddetlenince Peygamberimiz ve arkadaşları Medine'ye göç etmek zorunda kaldı. Medine'de Peygamber, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki çatışmalarda tarafsız bir taraf olarak görüldü ve oybirliğiyle lider olarak seçildi. Mekke'nin ileri gelenleri Peygamberimizi ellerinden kaçırdıkları için utanç duyuyor ve Pagan dinlerinin yerini yeni dinin alma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için öfkeleniyorlardı. Şimdi Hz. Muhammed güvenli bölgedeydi ve İslam devleti kurmuştu. Müslümanlar kendilerine yapılacak saldırılara karşılık verecek güce ulaşmıştı. Putlardan sağladıkları zenginliğin biteceğinden endişe eden Mekke'nin ileri gelenleri bundan rahatsızlık duydu ve putlarını korumak için İslam'ı ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiler. Hicret döneminde Medineliler çiftçilik, Mekkeliler ise tüccarlıkla uğraşıyordu. Medine'ye hicretten sonra Medine giderek hem tarım hem de ticaret merkezi haline geliyordu. Bu durum, iki şehir arasında en önemlileri Bedir ve Uhud olmak üzere bir dizi savaşa yol açtı. Her iki savaş da tüm Müslümanları ortadan kaldırmak isteyen putperestler için kesin bir zafer getiremedi. Medine'deki Yahudi cemaati kendilerine destek vereceklerine dair güvence verince, Medine'ye bir ordu sürmek yerine, tüm Arabistan'ı bir araya getirerek 10.000 kişilik bir ordu topladılar. Ancak bu kadar güçlü olmalarına rağmen yine başarısız oldular. Bu zaferlerden sonra İslam devletinin gücü kanıtlanmış oldu. Peygambere sık sık savaş kışkırtıcılığı suçlaması yapılsa da, Peygamberin aldığı tüm savaş kararları meşru sebeplere dayanıyordu ve hepsi hayatta kalma mücadelesi adına verilen savaşlardı. İslam'a ve Müslümanlara saldırı varsa, Müslümanlara tehdit oluşturacak bir durum varsa Müslümana saldırı hakkı doğar. Son soruna gelirsek; Bu soru benim de aklıma gelmişti. Yani kâfir olarak ölenler yaşamaya devam etseydi belki Müslüman olurdu. Müslüman olarak ölenler daha uzun yaşasaydı belki kâfir olurdu. İleri yaşlarda din değiştirenlerin örneklerini de görüyoruz. O zaman nerede adalet? Ama biraz düşününce şöyle bir şey de var: Belkiler, ihtimaller üzerine hüküm bina edilmez. Erken yaşta kâfir olarak ölen kişi yaşasaydı belki küfrü daha da şiddetlenecek, hatta başkalarının da dinden çıkmasına sebep olacaktı. Bu da ihtimal dahilinde, hatta daha muhtemel. Bakıyorsun; her yaşta imtihanı kazanan ve kaybeden var ve Allah herkesin fıtratına kendi delillerini derc etmiş. Herkese iman hakikatlerini kavrayacak akıl, şuur, sezgi gibi gerekli donanımı vermiş. Gafil olur, ilgisiz kalırsan, gözünü yumarsan bundan sen sorumlusun. Bu yüzden kimse ben az yaşadım o çok yaşadı gibi bir mazeret öne süremez. Dünyevi yarışmalarda ve sınavlarda da belli bir süre veriliyor. O süreyi aşınca cevap kabul edilmiyor. Ya da biraz daha süre verseydik belki bilirdi/yapardı denmiyor. Allah adil olduğuna göre herkese kendi sınavı/şartları içinde yeterli süre verdiğini düşünüyorum. Bir de bu konuda şöyle bir yaklaşım var: Allah bir müminin ya da kâfirin canını aldığında, o kişinin sonsuza dek aynı kalacağı bir noktada alır, bu yüzden cennet ve cehennem de ebedidir. Yani Allah ezelî ilmiyle onun ömrünün akıbetini değiştirmeyeceğini bilir, bu yüzden kâfir ya da mümin olarak canını alır. Bu yaklaşmı destekleyen ayetler de var. Ayetlerde bildirildiğine göre Cehennem ehli diyecek ki keşke dünyaya geri gönderilseydik, o vakit biz de müminlerden olurduk. Allah da onlara cevaben diyor ki: “Hayır, sizi yine döndürsek, yine küfür üzerine yaşamaya devam ederdiniz.” Bu ayeti tefsir eden müfessirler buradan Allah'ın insana verdiği mühlet içinde gideceği yeri hak ettiği hükmüne varmışlar. Yani buna göre 20 sene yaşayıp cehennemi hak eden biri 200 sene de yaşasa sonunda cehennemi hak edecekti.
-
Bu sefer ne yazsam bilemedim, çünkü ne desem kendimi tekrarlamak olacak. Bu yüzden peki deyip geçiyorum. Sünnilik hakkında bir şey bilmiyorsa ya da sadece adını duymuşluğu varsa Sünni olması beklenmez tabii ki. Önce İslam hakkında araştırma merakı uyandıracak kadar doğru bilginin kendisine ulaşması lazım. İslam'la ilgili bilgiler ona ilgisini çekecek, merak uyandıracak tarzda ulaşmamışsa Müslüman olması beklenmez. Ama İslam'a ilgi duymuş, Kur'an'ı okumuş, İslam'ın delillerini incelemişse Müslüman olması, Sünni olması pekâlâ mümkün. Dünyanın her yerinden İslam'a giren insanlar var. Kiminin ailesi Hıristiyan, kiminin Yahudi, kiminin Hindu. Bu forumda da Müslüman bir ailede, Müslüman bir ülkede büyüyüp sonradan ateist olanlar var. Tamam, insanın dinî inançlarını, hayat görüşünü oluşturmada aile yetiştirmesinin etkisi yadsınamaz, ama bu etki ateistlerin abarttığı kadar güçlü değil. İnsan neticede robot değil, irade sahibi bir canlı. Alternatif fikirlerden haberdar oldukça ailesinden miras aldığı fikirleri gözden geçirir, sorgular. Farklı fikirlerden haberdar olmamışsa pek değiştirme eğiliminde olmaz. Tamam görmüşsündür, öyledir. Dünyadan bihaber yaşayan, farklı fikirlerle teması olmayan insanların değişmesini beklemiyorum zaten. İnsanın mesuliyeti içinde bulunduğu şartlarla/imkânlarla orantılıdır. Herkes kendi dininin doğru olduğunu düşünür ama benim dediğim bu bizi hepsinin yanlış olduğu sonucuna götürmez. Doğru birdir, eğri çoktur. Sadece bir din insan aklına, ruhuna, tabiatına hitap eder, o da İslam'dır. Yok ben genel konuştum aslında. Sen “Ben samimi olarak araştırdım ama ikna olmadım,” diyorsan, bilemem, senin işin Allah'a kalmış. Belki ileride hidayet verir, bilemeyiz. Bunu zamanında yaptım zaten. O yollardan geçtim. Daha düne kadar ateisttim.
-
Benim anladığım Zülkarneyn'in Doğu ve Batı yönüne yaptığı seferlerin sonunda ulaştığı en uzak bölgeleri kastediyor, Dünya'nın en doğu ve en batı uçlarına gittiğini değil. Yecüc ve Mecüc hakkında çok bilgim yok.
-
Sadece İlk Neden olduğunu söylemedim. Allah sadece İlk Neden değil, aynı zamanda Nedenlerin Nedeni, Fâil-i Hakiki'dir. Hiçbir şey kendi kendine, otomatik olarak gerçekleşmez. Her şey Allah'ın iradesiyle an be an yaratılır. Bunu reddetmek ve sebeplerin hakiki tesiri olduğunu iddia etmek bilimsel değil felsefî bir inançtır. Sebepler ilimsiz, iradesiz, hayatsız, kör kuvvetlerdir ve onlarda evrendeki dengeyi, düzeni, güzellik ve sanatı ortaya çıkaracak özellikler yoktur. Ahlak bağlamında konuşacak olursak sebepler şuursuz, akılsız, hikmetsiz olduklarından insanı ahlakî hakikatlere ulaştırma kudretinden de yoksundur. Her şeyi sebeplerden bilenin hiçbir ahlakî hakikati tanımaması lazım. Öyleyse sebeplerin arkasında iş gören ilahî bir kudret eli var. Gözlem yaparak sebep ile sonucun ardışımını gözlemlersin, ama sebeplerin arkasındaki kudret elini akıl gözüyle görürsün. Kaynağın kaynağı sorulmaz. Kaynak adı üstünde kaynaktır. Her şeyi su ıslatıyor, suyu ne ıslatıyor, Dünya'yı Güneş aydınlatıyor, Güneş'i ne aydınlatıyor, vagonları lokomotif çekiyor, lokomotifi ne çekiyor diye sorulmaz. Suyun moleküllerine, Güneş içindeki nükleer füzyona, lokomotif içindeki mekanizmaya atıfta bulunabilirsin. Ama onların kendinde olan, zatî özelliklerine atıf yapmış olursun, dolayısıyla sonuç değişmez. Yani İlk Neden'i kabul ettikten sonra o nedenin nedeni ne diye sormak saçma. Hareket etmek, hareket ettirilmek, harekete başlamak, sonluluk, fanilik, bunlar hâdis olan, sonradan meydana gelen varlıklara mahsus özelliklerdir, kadim olana uygulanamaz. Yani kendi kısa aklın, kısır fehminle yanlış bulduğun birkaç şeye bakarak mı Allah'ı -haşa- ilimsiz, akılsız olmakla itham ettin. Kumsaldaki kum taneleri sayısınca ilim, irade ve kudret delili varken. Şeytan işte insanın gözünü böyle kör ediyor. Klişe bir cevap olacak ama evet, bunları bizi denemek için yarattı. Sende küfür sebebi olmuş, bende ya da bir başkasında şükür sebebi oluyor. Sınava giren öğrenciye doğru şıkkın yanında yanlış şıkları da sunmak ne kadar aptalcaysa bu da o kadar aptalca. Sen sınav yapacağın kişilere sadece doğru şıkları mı verirsin? Yanlış şıkları da koyarsın ki sınav sınava benzesin. Bu dünya ücret ve mükâfat yeri değil, imtihan yeridir. İmtihan ortamı arzu ve itaat, iyilik ve kötülük arasında mücadele etmeyi gerektirir. Haram ve zararlı şeyler de olacak ki maksat yerini bulsun. Haramlar insana genellikle cazibeli ve süslü gösterilmiştir ki ona karşı koymanın bir değeri olsun. İnsan nefsiyle mücadele ede ede tekâmül eder ve kâmil insan olur. İyi ile kötü arasındaki bu mücadeleyle hiç yüzleşmek zorunda kalmasaydık, her şey her zaman kolay olsaydı, o zaman imtihanın bir anlamı kalmazdı. Kâmil insan ile ham insan eşit olurdu. İnsanların beslenmesini hayvanları öldürmeye bağlı kıldıysa ne olmuş yani? Hayvanlar da O'nun malı sonuçta. Onların canları hakkında karar verme yetkisi Allah'a ait. O'nun yememizi helal kıldığı hayvanları öldürüp yemekte hiçbir sorun yok. Hiçkimsenin bundan şikayet etmeye hakkı yok. Kimse Allah'tan daha fazla merhametli olamaz. Ama Allah'ı inkâr eder, kendini hayvanlarla eşit görürsen tabii ki hayvanları yemeye, onlardan herhangi bir şekilde yararlanmaya meşru bir gerekçe bulamazsın. İnsan onurunu olumlayan bir Tanrı olmadığında insan ile hayvan arasındaki fark bulanıklaşır ve insan hayvan seviyesine düşer. Hayvanı yemek ile insanı yemek arasında fark olmadığı savunulabilir bir pozisyon olur. Hatta hemen her şeyi savunmak ve meşrulaştırmak mümkün olur. Konuya dönecek olursak; Mülk sahibi Allah'tır. Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Allah neyi nasıl yaratacağına kendisi karar verir, yaptıklarından hesaba çekilmez. O'na inanan kimse O'nun rahmetine, hikmetine güvenir. Bu yüzden bunlar bir Müslüman için anlamsız sorular. Allah'a inanmayan biri inanmadığı varlığın işlerini niye sorgular? Temeli halledilmeyen bir meselenin detaylarına bakılmaz. Önce Allah'ın varlığı, birliği, isim ve sıfatlarına iman, ahirete iman gibi temel konular özümsenmeli ki diğer konuları konuşmanın bir anlamı olsun. Sen Allah'ı içimizden biri gibi düşünüyorsun, bunu niye böyle yaptı, şunu şöyle yapsa daha iyi olmaz mıydı diye soruyorsun. Daha Allah'ı sıfatlarıyla birlikte düşünemiyorsun. Ya da dünyanın dikensiz gül bahçesi olması beklentisi var, ama bu dünyanın dikensiz gül bahçesi olması amaçlanmadı, sıkıntı ve meşakkat yeri olması amaçlandı. "Doğada kötülüğün var olduğunu gözlemlerimiz ile nesnel olarak doğrulayabiliriz." Doğrulayamazsın. Hiçbir gözlem sana bir şeyin kötü olup olmadığını söylemez. Gözlem yaparak bir şeyin ne olduğunu, nasıl olduğunu görürsün sadece. Ondan ötesi gözlem verisi değil, öznenin normatif yargısıdır. Olgudan olgu, normdan norm çıkar. Eğer böyle olmasaydı doğada ya da insanların davranışlarında gözlemlediklerimizden hangisinin ahlakî norm olduğunu, hangisinin olmadığını değerlendirecek bir ölçüt olmazdı. Nesnel ahlakî değerlerin olduğunu kabul ettiğine göre Tanrı'yı da kabul etmen gerekir, ama sen Tanrı seçeneğinden kaçınmak için daha kendisinin dahi farkında olacak şuurdan yoksun, herhangi bir kişiliği olmayan doğaya havale ediyorsun. Saçmalık! İşte ateizm böyle saçmalıklar ve tutarsızlıklar yumağıdır. Ben ateizmi boşuna terk etmedim. İyilik, sevgi, merhamet, sadakat ve dürüstlük gibi kavramlar tabiatı gereği kişiseldir, zatî özelliklerdir. Dağın, taşın, yıldızların, meteorların, onları oluşturan atomların kişiliği yok. Onların iyi veya kötü olmasından söz edilemez. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olamazlar. Hadi diyelim ki doğadan kaynak alıyor, seni kırmayalım. Peki doğa bize niye ahlakî değerler ve görevler yüklüyor? Doğa Efendi ne yapmak, nereye varmak istemektedir? O kadar canlı içinden niye özellikle bizi, insanı, ahlakî hakikatlere ulaştırmak istedi? Bu kabulden insanın özel bir canlı olduğu sonucu çıkar. Peki doğa niye bize özel bir önem veriyor? Doğanın bizim için planları mı var? Sonunda yaptıklarımızdan hesaba mı çekecek? Bize ödül ya da ceza mı verecek? Nedir yani nesnel ahlakı doğada aramanın anlamı? Natüralistik evren anlayışında bu sorulara mantıklı bir cevap verilemez. Sadece ilahi dinlerin Tanrısı kabul edildiğinde nesnel ahlakî değerlerin varlığı anlam kazanır. Bir olayın ya da eylemin kötü olduğunu iddia edebilmek için öncelikle neyin iyi olduğuna dair olgusal bir standart gerekir. Düz bir çizginin ne olduğuna, nasıl olması gerektiğine dair nesnel bir tanım/standart yoksa bir şeye eğri diyemeyiz. Ateistler Tanrı'yı reddettiğinde de ahlakî alanda doğruluk eğrilik standardı kalmamış oluyor. Tanrı'nın olmadığı bir evrende doğru ya da yanlış olarak gördüğümüz her şey insanların toplumsal inşası ve evrimsel bir kazanın ürününden ibaret olur. Böyle bir durumda iyinin ve kötünün nesnel bir tanımı yapılamaz, yapılamayacağı için ateistlerin teistlere Tanrı varsa niye kötülük var sorusu yöneltmesi aslında kendileri için bir çelişkidir. Fakat teizm ahlakî değerleri nesnel olarak tanımladığı iddiasında olduğu için tabii ki teizm için meşru bir soru. Bu yüzden bunun hakkında birkaç kelam edeyim. Kötülük probleminin çözümü için öne sürülen birkaç farklı yaklaşım var. Mesela çağdaş felsefede şüpheci teizm “insanlar kısıtlı idrak ve bilgi sahibi ve Tanrı her şeyi bilen, ileriyi gören olduğu için, insan perspektifi ile ilahî bakış açısı arasında bir boşluk olduğunu ve biz insanların Tanrı'nın bu kötülüklere izin vermesinin ardındaki amaçlarını ve hesaplarını kavramayı beklemememiz gerektiğini” savunmaktadır. Evreni, milyarlarca galaksiyi, yıldızı yaratan, lâmekân ve lâzaman olan, kendi idrak kapasitemizin çok ötesinde olan bir varlığın zihnini anlamamız beklenemez. Nihayetinde O'nun bazı kötülüklerin meydana gelmesine izin vermesinin ahlakî nedenlerini ya da gerekçelerini değerlendirecek konumda değiliz. Müslüman kelamcılar ise acı ve kötülüğü Allah'ın Hakîm, Alîm, Rahîm, Kadîr, ve Mürîd isimleri ışığında anlarlar. Özellikle Allah'ın hikmet sıfatı yani bilgeliği burada kritik bir öneme sahip. Kötülük probemi tartışmalarında genellikle Tanrı'nın her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak iyi olan sıfatları dikkate alınıyor. Ancak İslam, bu argümanın göz ardı ettiği ve dengeyi tamamen değiştiren Hikmet sıfatını da hesaba katıyor. Kur'an'da birçok yerde bu isme vurgu yapılıyor ve genellikle el-Alîm (Her Şeyi Bilen) ismiyle birlikte anılıyor. Alîm sıfatı Tanrı'nın bilgisinin tüm geçmiş, şimdiki ve gelecek olayları ve O'nun yaratışının en ince ayrıntısını kapsadığını, Hikmet sıfatı ise O'nun olmuş ve olacak her şey hakkındaki bilgisini nasıl kullandığını refere eder. Mesela Allah Hz. Adem'i yaratacağını söylediğinde melekler sınırlı akıl ve bilgilerini yansıtan bir soru sorarlar: “Biz sana ibadet ederken, seni takdis ederken sen yeryüzünde kan dökecek, fitne çıkaracak birini mi yaratacaksın?” Allah da “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” diyor. Kur'an bunun gibi pek çok ayette dünyadaki “kötülüğü” anlamada Allah'ın bilgi ve hikmete vurgu yapar. Örneğin, Hz. Musa ve Hızır (a.s.) hikâyesinde, Hızır'ın gemiyi batırmak, çocuğu öldürmek gibi ilk bakışta kötülük gibi görünen eylemlerine Hz. Musa sınırlı bilgisi ve aklıyla itiraz eder. Yolculuklarının sonunda Hz. Hızır bu konulardaki bilgisini Tanrı'dan aldığını söyler, başlangıçta kötü görünen eylemlerinin ardındaki hikmeti açıklar ve sözlerini “İşte bu, hakkında sabredemediğin şeyin tefsiridir” diye bitirir. Kur'an'daki bu hikâye bize zahiren kötü ve çirkin olan hadiselerin kader planında ilahi iradenin ve adaletin gerçekleşmesi için birer araç olabileceğini öğretiyor. İslam alimlerinin de genel kanaati kâinatta (Allah'a bakan yönüyle) mutlak şerrin olmadığı, bunun yerine cüz'î veya öznel şerrin Allah'ın Bilgisi, Hikmeti, Merhameti ve İzni ile ahlakî açıdan haklı görülebilecek çok çeşitli olasılıklar için meydana geldiği yönündedir. İmanın 6 şartından biri hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak. Her şeyin asıl yaratıcısı Allah olduğu için hayır ve şerrin yaratıcısı da Allah'tır, ama Allah'ın hayra rızası var, şerre rızası yoktur. Şerrin yaratılması insanın iradesine tabi kılınmıştır. Yani yaratma Allah'tan, seçme insandan. Bu yüzden kötü fiiller kullara nispet olunur. Allah şerden münezzehtir, Allah'tan sadece hayır sadır olur.
-
Kimse yazılımla doğmuyor, herkes emek verip, okuyup araştırıp öğreniyor. Ben de dinî konularda her şeyi çözdüğümü iddia edemem. Benim de henüz net cevap bulamadığım şeyler var. Ama anlamadığım şeyleri hemen inkâr etmemeyi öğrendim.
-
Suya gerçek anlamda bir batma değil, yan anlamda bir batmadan söz ediyor. Ayette batma için geçen kelime “garb.” Suyun içine gömülme anlamında batmalar için gark, mecazi ya da yan anlamlı batma için garb kelimesi kullanılır ki bu kelimeler dilimize de geçmiştir. Batmak kelimesini kendi dilimizde de gerçek ve yan anlamlarıyla kullanıyoruz. Mesela gemi battı derken gerçek anlamı, Güneş battı derken yan anlamı kastederiz. Günümüzde dahi manzara tasviri için Güneş'in denize batması tabiri kullanılır ve hiçbirimiz bundan Güneş'in fiziksel anlamda denize battığını anlamayız. Demek ki Arapçada da böyle bir kullanım varmış ki Allah orada onu kullanmış. Ateistlerin bu tür ayetleri yorumlarken sık yaptıkları hata yapılabilecek tek muhtemel yorumun kendi yaptıkları yorum olduğunu sanmaları. Halbuki ayetin başka bir açıklaması, başka bir tefsiri olabilir. Bir ayeti farklı bir anlama hamletmek mümkünse o ayetten bilimsel hata çıkmaz.
-
Deney ve gözleme dayanmayan şey kişisel inançlardan bağımsız değildir derken bunu aklınla tespit edip söylüyorsun değil mi? Demek ki akıl da bir bilgi kaynağı. Aklın bir bilgi kaynağı olduğu önermesini yine aklınla ölçüp tartar, kabul veya reddedersin. Reddedersen çelişkiye düşersin. Kendi varlığını olumlarken, matrix'te yaşamadığına, âlemin gerçek olduğuna, geçmişin gerçek olduğuna, yanılsama olmadığına inanırken yine aklınla, sezgilerinle hareket edersin. Eğer tutarlı bir deneyciysen bu konuda kuşkucu olmalısın. Duyu ve deney verilerinden tümel/genel yargılara varırsın ve o yargılardan hareketle başka sonuçlara ulaşırsın; bunları yaparken yine aklını kullanırsın. Akıl tüm bilgilerin efendisidir. Aklın da bir bilgi kaynağı olduğunu söyledikten sonra soruya gelirsek; bir kere işe doğrudan deneyleme ve gözlemleme imkânımızın olmadığı, kişisel inançlardan etkilenmeyen nesnel gerçeklerin de olma ihtimalini kabul etmekle başlamalıyız. Varsa onlara nasıl ulaşacağız? Mantık yasalarına uygun olarak formüle edilmiş tümdengelimsel ve tümevarımsal akıl yürütmelerle. Doğru öncüllerden geçerliliği zorunlu olan bir sonuca ulaşırsan o sonuç nesnel olarak doğrudur. Kuralsız, plansız, gelişigüzel düşünürsen düşüncelerinin ilmî açıdan bir kıymeti olmaz; öznel yargılardan öteye gitmez. Ama planlı ve kurallı düşünürsen doğru ve nesnel sonuçlara ulaşırsın. Tanrı kanıtlamaları, Tanrı'nın zatı ve sıfatları ile ilgili tartışmalar da bu şekilde yapılıyor. Mesela İlk Sebep'i kabul etmek aklî bir zorunluluktur. Çünkü bakıyoruz, evrende bir öncelik sonralık sıralaması var; bu nesnel olarak, kişisel inançlardan bağımsız olarak doğru. Bu neden-sonuç zincirinin en başında yaratılmamış, ezelî ve ebedî bir varlığın olması da aklın bizi götürdüğü zorunlu bir sonuç. Çünkü ezeli, yaratılmamış bir şey olmak zorunda. Ateistler bu sonuçtan kaçınmak için ezeliyeti evrene verirler. Ama bunun akla, sağduyuya, sezgilerimize çok ters olduğu hemen anlaşılabilir. Zira hareket eden bir şey sonsuz olamaz. Hareketin bir sayısı var, zaman geçtikçe sürekli artan bir şey, geriye doğru gittiğinde bunun bir sıfır noktası olması lazım. Evreni oluşturan atomlar sürekli devinim halinde. Bunlar sonsuzdan beri hareket ediyor olamaz. Dolayısıyla İlk Hareket Ettiren, Nedenlerin Nedeni olmak zorunda. Bu deney ve gözleme dayanmasa da aklın yolu olan nesnel bir sonuçtur. Tabii buna rağmen birileri kendince gerekçeler üreterek bu sonucu kabul etmeyebilir. Ama kimse çelişkeye, safsataya, mantık hatasına düşmeden reddedemez. Ahlak konusu da böyle. Ahlaken neyin doğru olup olmadığı tartışmalı olabilir, bunlar ahlakî gerçeklerin doğasını nesnellikten düşürmez. Tıpkı insanların bir matematik probleminin çözümü konusunda anlaşmazlığa düşmelerinin o problemin nesnel olarak doğru bir cevabı olmadığını göstermediği gibi. Psikopatlar dışında hiçkimse bazı ahlakî gerçeklerin olduğunu inkâr edemez. Mesela sen acıyı hisseden, merkezî sinir sistemine sahip canlıları yememeliyiz diyorsun. O zaman sen de dünyada en az 1 nesnel aksiyolojik önerme olduğuna inanıyorsun. Yani kişisel inançlardan, nasıl yetiştirildiğimizden, gelenek, görenek ve kültürden bağımsız bir ahlakî yasanın varlığını kabul ediyorsun. Peki bunu neye dayandırıyorsun? Doğaya dayanmaz, doğanın ahlakı olmaz. Doğanın bilinci yok, seçimler yapamaz, amaçlarından ve niyetlerinden söz edilemez. İnsan gibi özgür irade sahibi, şuurlu varlıklar ahlakî özelliklere sahip olabilir. Öyleyse ahlaki önermeler yalnızca ilim ve irade sahibi bir varlığa dayandırıldığında rasyonel bir temel bulabilir.
-
Eski yazdıklarım hükümsüz, çöp. Eski yazdıklarıma bakınca ne kadar saçmaladığımı görüp cringe oluyorum.
-
Küfür düzeninde oy vermek, yönetici olmak şirk değil. Kur'an'dan ve peygamberimizin uygulamalarından caiz olduğu anlaşılıyor. Hz. Yusuf şirk düzeninde bakan oldu. Peygamber Efendimiz şirk düzeninin yöneticisi olan Necaşi için gıyabî cenaze namazı kıldırdı. Mümin Suresi'nde bir ayette Firavun'un sarayından mümin bir adamın Hz. Musa'nın öldürülmesine karşı çıktığından ve halkı itidale davet ettiğinden bahsedilir. Sure adını bu adamdan alır. İslam'da zorlama ve tehdit altında kelime-i küfrü söylemeye ruhsat verilir. Demek ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir olmasını mutlak değil mukayyed bir hüküm olarak anlamak gerekir. Bozuk sistemin başına geçen kişinin o sistemi değiştirmeye gücü yetmeyebilir. Bu yüzden ona kâfir denemez. Allah kimseye taşımayamayacağı yük yüklemez. Vehhabilerin dediği maslahata da uymaz. Vehhabilerin dediğini kabul edecek olursak Müslümanların oy kullanmaması, devleti yönetmeye talip olmaması gerekir. O zaman sürekli kâfirler başa geçer, bu da sadece kâfirlerin işine gelir. Bu örnekte de görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet'in dışına çıkan Müslümanlar genellikle İslam'ın zararına, kâfirlerin yararına olacak politikalara taraftar oluyor.
-
Ben kısa yazacağım diye başlıyorum ama yazdıkça uzuyor. Erteleme alışkanlığım yüzünden geciktiriyorum. Biraz da mükemmeliyetçilik var. Yazıp gönderdikten sonra keşke şunu şöyle yazsaydım, bunu böyle yazsaydım diyorum. Ama haklısın, daha sık cevap vermeye çalışacağım. Bu sefer foruma birkaç gündür giremediğim için daha geç yazıyorum. Tanrı varsa sıfatlarıyla birlikte var olmalı. Var olan şeyin belirli özellikleri olmalı. Biz Tanrı şöyle olmalıdır derken keyfimize göre tanımlamıyoruz, birçok özelliği aklî bir zorunluluk olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bir kısmını ise vahiy ile öğreniyoruz. Mesela Tanrı varsa ezelî ve ebedî olmalıdır. Sonradan yaratılan şey Tanrı olamaz. Yarattıklarına bakarak ilim, irade ve kudret sıfatlarına sahip olduğunu görüyoruz. Tanrı varsa mükemmel, yüce, kusur ve noksanlıklardan münezzeh olmalıdır. Hikmetsiz, gereksiz iş yapmak yüceliğe aykırıdır, öyleyse Tanrı abes iş yapmaz. Diğer türlüsü tutarsız bir Tanrı inancına götürür. İlahi dinlerde vahiy kavramı olduğu için zaten Tanrı bizzat isimlerini ve sıfatlarını bir bir açıklamış. Bu sayede Tanrı'nın varlığı ve zatı hakkındaki bilgilerimizi teyit edebiliyoruz. Daha önce anlattığım gibi Tanrı varsa insanları başıboş bırakmış olamaz. Her canlıya ihtiyacını veren Allah insanların içine varoluşsal sorular koyduğu halde bunları cevapsız bırakmış olabilir mi? Neden varız, nasıl yaşamalıyız, ölümden sonra ne olacak, ölümden sonra yaşam var mı, varsa ona nasıl hazırlanmalıyız? Bu sorular her insanın aklına gelir. Felsefe yaparak bu sorulara net bir cevap bulamayız. Bu soruları sadece Tanrı yanıtlayabilir. İnsan her şeyi, özellikle metafizik ve gaybî konuları sadece akılla bilemez. Faydayı zararı, iyiyi kötüyü tek tek deneme yanılma yoluyla öğrenmesi pahalıya mal olabilir. Teorik olarak insan aklı, Tanrı'nın yeryüzündeki yarattıklarını gözlemleyerek O'nun varlığını ve birliğini çıkarsayabilir. Ancak O'na nasıl itaat edeceğimizi, nasıl sevgisini kazanacağımızı sadece düşünerek bulamayız. Allah'ın Hikmet ve Rahmet sıfatları vahyi ve peygamberleri gerektirir. Ben bu yüzden hiç Deist olmayı düşünmedim çünkü Tanrı'yı kabul edip vahyi kabul etmemek saçma geliyordu. Tanrı'ya inanınca diğer iman hakikatlerine inanmam kolay oldu. Zira Tanrı'nın varlığı ahireti, peygamberleri ve vahyi gerekli kılar. Allah mesajını nasıl ileteceğini en iyi kendisi bilir. Niye bana vahiy indirmedi, benim peygamberlerden neyim eksik gibi sorular samimi bir Allah inancıyla bağdaşmaz. Allah'ın herkese tek tek hitap etmesi demek herkesin peygamber olması demek. O zaman insanların rehberliğe ve eğitime ihtiyaçları kalmazdı. İnsanlar Allah'a ve peygambere olan inancı ve itaati konusunda sınanmazlardı. Belki öyledir bilemiyorum. Dediğim gibi diğer mezhepleri pek araştırmadım. Belki araştırsam fikrim değişir ama mezheplerin genel durumuna bakınca şu an Sünnilik daha doğru geliyor. Tamam sen gezdiklerinden böyle bir sonuç çıkarmışsın. Müslüman ya da Hıristiyan gezginler yok mu? Onlar da benzerlikleri görünce kendi inançlarına delil olarak kabul ediyor. Bakış açısına göre, durduğun yere göre değişir. Bu kadar çok Tanrı'ya inanan olması en azından Tanrı'ya inanmanın fıtrî bir eğilim olduğunu gösterir. Biraz düşünürsen inanmamanın insan doğasına aykırı olduğunu görebilirsin. İki hiçlik arasında var olmak, sonunda sonsuza dek yok olup gideceğin, dünyada bıraktığın eserlerinin dahi bir gün tamamen yok olacağı, pek çok zalimin cezasını bulmadan ölmesi, milyonlarca mazlumun hakkını alamadan, mağduriyeti giderilmeden ölmesi, dünyadan göçen dostlarını, sevdiklerini bir daha göremeyecek olman, bunlar hep insan psikolojisine ters şeyler. Ateistler dünyevî meşguliyetlere daldıkları ve bunlar üzerinde düşünmekten kaçındıkları için imansızlığın getirdiği bu manevi cehennemi pek hissetmiyorlar. Ama imansızlığın sonucuna dikkatlerini vererek baksalar ne kadar iç karartıcı bir durumla karşı karşıya olduklarını görecekler. İnanmak insanı bu manevi cehennemden kurtarıyor. Tanrısızlığın insan aklına ters gelen yönleri de var. Mesela Tanrı'yı reddettiğin zaman evrendeki düzeni de inkâr etmen, maddenin ezelden beri var olduğuna inanman, evrendeki güzellik ve sanatın tesadüfen ortaya çıktığına inanman, tüm ahlakî değerlerin öznel olduğunu kabul etmen gerekiyor. Bunlar aklî feraseti düzgün çalışan birinin kabul edemeyeceği şeyler. Kısacası ateizm hem akla hem ruha ters. Sırf havalı olmak için ateist oluyorlar demiyorum. Tam anlatamadım galiba. Sen dine inanmayı sürekli psikolojik ve çevresel nedenlere indirgeyince ben de benzer nedenlerin ateizm için de öne sürülebildiğini göstermek istedim. Bir kimseye din de birçok açıdan cazip gelebilir, ateizm de. Bunlar insanların kararlarını etkiler, ama bir yere kadar. Her insanın aklına Tanrı var mı, var olduğunu nereden biliyoruz, ya yoksa, ya peygamberler yalancıysa gibi sorular gelir. Hatta hadislerden öğrendiğimize göre sahabelerin bile aklına bu tür sorular geliyormuş. Şeytan boş durmuyor, kalbe vesvese atıyor. Herkes bu soruların verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için aklını tatmin edecek bir şeyler arar, düşüncelere dalar, araştırmaya koyulur. Bunun sonucunda kendince inanma ya da inanmama gerekçeleri bulur. Yani sırf annen baban Müslüman diye, Müslüman olarak yetiştirildin diye Müslüman olamıyorsun. Müslüman şeytanın vesveselerine bağışıklık kazanmak için neye niçin inandığını bilmek zorunda. Gerçeği aramada samimi ve dürüstsen zaten Allah seni bir şekilde doğru yola ulaştırır. Tebliğ ulaşmamışsa zaten sorumlu olmazsın. Fıtratındaki ve çevrendeki delilleri değerlendirmez, gözünü kulağını kapatırsan bundan sorumlu olursun. “Tanrı var mı?” sorusu hayattaki en önemli sorudur ve insan bu soruya samimiyetle ve titizlikle cevap aramalıdır. Çünkü iddia büyük. İnanmazsan ebedi hayatın tehlikede, inanırsan ebedi saadet var. Tanrı'ya inanmak (doğru bir Tanrı inancından bahsediyorum) her insanın cevap aradığı (hayatın anlamı, ölümden sonrası gibi) varoluşsal sorulara da cevap verir. Bu yüzden “Tanrı var mı?” sorusuna ilgisiz kalmak ya da baştan savma cevaplar vermek olmaz. Deizm ve agnostisizmin de problemleri var. Deizmde Allah var ama ona kulluk etmeye gerek yok, o yokmuş gibi yaşabilirsin. Allah insana özgür irade, seçme kabiliyeti ve ahlak duygusu vermiş, ama onu başıboş bırakmış. İnsana adalet ihtiyacı vermiş, hava ve suya muhtaçlık derecesinde adalete muhtaç yaratmış ama onu karşılayacak hiçbir şey yapmamış. Bu tutarsız bir Tanrı inancı. Böyle bir Allah'a inanmaya ne gerek var. Agnostisizm Tanrı hakkında yeterli kanıt yok, bu yüzden bilinemez diye bir iddia ortaya atıyor. Ama yanlış, yeterli aklî kanıtlar var. Evrendeki düzen delili, İlk Neden delili, ahlak delili gibi deliller bence yeterli. Ama agnostikler elle tutulur, gözle görülür bir kanıt arıyor. Yani Tanrı'yı direkt görmeden emin olamayız diyorlar ama Tanrı'ya inanmak için bu kadar yüksek kanıt standardına sahip olmaya gerek yok. Tıpkı bir dedektifin iz sürerek faile ulaşması gibi insan da fiilden faile ulaşabilir. Günlük hayatımızda da bu yöntemi izliyoruz. Bunları bir kenara koyup teizm ve agnostisizm pozisyonlarını eşit kabul etsek bile ölümden sonra yaşam olasılığı açısından teist olmak daha mantıklı. Eğer Tanrı yoksa, hem teistler hem de agnostikler öldüklerinde yok olup gidecekler. Eğer bir Tanrı varsa, teistlerin ve agnostiklerin öldüklerinde hesap verecekleri biri olacak. Bu açıdan bakıldığında, teist olmak agnostik olmaktan çok daha mantıklı. Müslüman biri olarak pişman olmam normal. Tövbenin şartı pişman olmaktır. Yıllarca batıl bir davayı savundum, İslam aleyhinde yazılar yazdım. O yıllarımı Müslümanlıkla geçirseydim, hiç ateizme bulaşmasaydım daha iyi olurdu. Ama zararın neresinden dönersen kârdır diyip bardağın dolu tarafına bakıyorum. Evet, beşer şaşar. Herkes hata yapar, kimse mükemmel değil. Bu yüzden geçmişe çok takılmıyorum. Allah'tan af dileyip önüme bakıyorum. Allah'ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok, bizim ibadetlere ihtiyacımız var. İbadetler ruhumuzun gıdasıdır. Kalpler Allah'ın zikriyle mutmain olur. Kur'an'da diyor ki “Kestiğiniz hayvanların ne etleri ne kanları Allah'a ulaşır. Ona ulaşacak olan sizin takvanızdır.” Allah ibadet etmemizi ister, çünkü sadece O ibadet edilmeye layıktır. İbadetler insanın Allah'ın rahmetini kazanmasına bir vesiledir.