
jerryfletcher
Members-
İçerik sayısı
23 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
Sitemizdeki itibarı
0 Neutral-
Ben de onu merak ettim zaten. ''Zenginler, yani cumhuriyet mitingçileri'' ifadeni açmanı isteyişim ondan. Yukarıda dillendirdiğin iddianın doğruluğu hususunda ciddi şüphelerim var: CHP'nin tabanı içinde Alevilerin, örgütlü kamu emekçilerinin/işçilerin, büyük şehirlerdeki orta sınıf ahalinin -bildiğin orta sınıf, zengin mengin değil!- ağırlığı muazzam. Referandumda hayır oyu kullanan yüzde 48'in ağırlıklı bir kısmı da bunlardan müteşekkil. CHP kitlesinin haletiruhiyesine mündemiç ideolojik arazlardan söz etmek mümkün; lakin bu kitleyi zenginlere ya da ''zengin ama daha az zengin''lere eşitlemek doğru olmaz.
-
Vauv! İçinde ''trol'' kelimesi geçen bir cümle daha kurar mısın lütfen?
-
Türkiyeyi yönetenler, en zenginler sokaklara mı indi yani, iddian bu mu?
-
Bir dakika, ben ''esas olan kültüreldir'' demiyorum. Aşağıda sanayileşmenin rolüne değinmişsin. Benim buna bir itirazım yok. Ben sadece karşılıklılığa vurgu yapıyorum. Hem, Avrupalılar nereden/kimden görüp de talep etti hak ve özgürlüklerini? ''Dışsal faktörün'' oynadığı olumlu ve olumsuz bir dizi rol var -dönüşümün Doğudaki içsel kaynaklarını hafifsiyor, bu yolla ''Eyvah, Araplaşıyoruz!'' diyenlerle aynı safta konumlanıyorsun-; Doğulu madun kitlelerin kendi taleplerini formüle edip mücadeleye geçtikleri pek çok tarihsel/toplumsal uğrakta Batılı devletlerin yerel despotlarla işbirliği içinde olduğunu da gördük, biliyoruz. Yukarıda saydığın etmenlerin bir tanesi dahi hukuk hakimiyetini ya da iktisadi gelişmenin devamlılığını garantilemiyor: MTV dünyanın dört bir yanında izleniyor, dünyanın dört bir yanında McDonalds var, moda hemen her yerde takip ediliyor; lakin dünyanın çeşitli ülkelerinde hak ve özgürlüklerin gelişme derecesi oldukça farklı, üstelik geriye gidişler de vaki. Türkiye'de hemen her evde kablolu TV olmasına rağmen, MTV'nin düzenli izleyicilerinin belirli bir demografik niteliği var -mesela ''Beyaz Türkler''in oranı nedir?-. T.C.'nin 80 küsür yıllık eğitim ve kültür politikalarının yarattığı hakim kültürel iklime mündemiç ''oto-oryantalizasyon''un rejimin sürdürülebilirliğine olan katkısından bahsetmek mümkün de, MTV seyircisinin demografisiyle olan ilişkisine değinmek mümkün değil mi? Eğitim düzeyi yüksek kesimde yaygın milliyetçilik, komplo teorilerine yönelik tevessül vs. yalınkat ''önce eğitim oradan da modernizasyon+hukuk hakimiyeti ve siyasi liberalizasyon'' formülasyonunu sorunlu kılıyor. Ne ölçüde peki? Her iki ülke de, ''kendiliğinden'' bir tekabüliyet tezini berhava edecek ölçüde farklı bir yol izliyor Batı deneyiminden. Çin deneyimi de keza öyle. Gerek kültürel, gerekse iktisadi değişimin ''aşağıdan'' ve ''yukarıdan'' çeşitli metotları olabilir, her ikisi içinde pozitif aşağıdan ve yukarıdan süreçlere atıf yapmak mümkün olabilir. Mesele bu değil yav
-
Bu muhteşem yanıt karşısında ne diyeceğimi bilemedim :/ Başka?
-
Sosyalistlere göre liberallerle faşistler, liberallere göre sosyalistlerle faşistler, faşistlere göre sosyalistlerle liberaller aynı soydan, aynı dalga boyundan insanlar. Her üç durum için de soruyorum: Hayret, nedendir acaba?
-
Forum forum geziyor, sonra da ''ben buradayım, niye benim olduğum yere geliyorsun?'' diye soruyorsun. İyi misin?
-
''Sosyal-iktisadi reformların bir şekilde (ne şekilde?)/kendiliğinden (ne demek o?) kültürel yapıyı kendine uyduracağı'' ifadesi tam da en karikatürize haliyle İkinci Enternasyonal Marksizminin altyapı-üstyapı modeline oturuyor esasında. Doğu Asya'daki iktisadi kalkınma, politik-toplumsal özgürlükleri kendiliğinden getirmedi, getirmiyor. Kültürel alanla, iktisadi alan arasındaki ilişkiyi ''dayatmak'' üzerinden tartışmaya lüzum yok -köylülere kullanamayacakları makineleri ''dayatmanın'' da modernleşmeye pozitif bir etkisi olmayacağı aşikar-, mesele şu: X alanında gerçekleşen dönüşümün diğer alanlarda ne tür değişikliklere sebebiyet vereceğini somuta değmeden söylemek, yani toplumlara ilişkin tarihaşırı, genelgeçer a priori bir ilke formüle etmek mümkün değildir. Victoria Çağı İngilteresinden bugünün İngilteresine kendiliğinden mi vardık? Nerede sufrajetlerin, kadın hakları mücadelelerinin, grevlerin ve sendikal haklar için direnişin payı? Kalkınmanın da birden fazla yolu var, modernleşmenin de. Çerçeve değerler -hukukun egemenliği olsun, haklar ve özgürlükler olsun- pakete dahil değil. Sen talep etmelisin onları
-
Stalin'den önce Avrupa tarihi aklına gelsin bence
-
Ben katılmıyorum (başımıza taş yağacak!) Toplumsal formasyona bir yanda iktisadiyatın sert çekirdeği, diğer yanda kültürel olanın uçuculuğuyla bir tür bulamaçmış gibi yaklaşmanın ciddi bir hata olduğu kanısındayım. Marksistler bunu bırakalı yarım asır oldu; liberaller berdevam, utanma arlanma yok adamlarda Tüm bu alanların farklı zamansallıkları var; zira her birinin kendine özgü dinamikleri, çelişkileri, özneleri ve -dolayısıyla- değişim hızları var. Her bir alan (iktisadi, politik, teknolojik, kültürel vs.) diğerlerince üstbelirleniyor. Özgül bir fenomeni tüm bu alanlardaki etmenlerin karmaşık ve çelişkili eklemlenmesi şeklinde kavramak gerekiyor. Kültürel bağlamın kimi iktisadi politikaların yürürlüğe girmesine engel olması mümkündür. Ne tür iktisadi politikaların -ve tabi teknolojik değişimlerin- yürürlüğe girip yaygınlık kazanacağı; hayata, işe/çalışmaya, boş zamana, uygun bir maişete ilişkin yaygın kanaatlerin neler olduğu ve bunlarla ne ölçüde mücadele edilebildiğiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Misal, 95 yılında Fransa'da gerçekleşen kamu grevlerinin istihdam politikalarında yarattığı etki, 60-70'li yıllarda gerçekleşmiş çok daha küçük ölçekli grevlere nispetle oldukça cılız kalmıştır. Bunda SSCB'nin dağılışı akabinde hakim olan/kılınan kültürel-ideolojik iklimin (soldaki yenilgi ikliminin, parti ve sendika militanlarına hakim psikolojinin) rolü büyüktür. Feodal Avrupa'da derebeylerde bir tür ''girişimci ruhu''nun varolmamasının esas sebeplerinden biri, ''soylular çalışmaz'' kabulüydü (Senin gibi bir Webercinin burada ''Protestan Ethic and Spirit of Capitalism''i hatırlamaması ne gam!) Yunanistan'da neoliberal karşı-reformların hayata geçirilmesi sürecinde karşılaşılan zorlukların, antifaşist direnişten Politeknik mücadeleleri ve halkın cuntacılarını aşağıdan bir mücadeleyle devirmesine kadar siyasi kültüre sinmiş bir dizi vakıanın etkilerini gözlemlemek mümkündür vs vs. O kadar basit değil yani Asturum.
-
Ben ''altyapı-üstyapı'' desem kıyamet kopar, ''iktisadi/teknolojik indirgemeci'' olurum. Liberaller (?)* yapınca iyi/güzel oluyor ama, oh ne ala memleket! *: Liberal misin Poyra?
-
Pante, Yaftalamak yahut yargılamak için değil, anlamak için soruyorum: Peki sence Atatürkçü kimdir, Atatürkçülük nedir? Senin ''Atatürkçülük, insanın kendine yakışanı giymesidir'' ya da ''Atatürk'ü seven, onu takdir edenlerin bir kısmı kendisine Atatürkçü der, bir kısmı demez, kişi nasıl hissediyorsa odur/öyledir'' gibisinden apolitik bir yanıt vermeye tevessül etmeyecek denli donanımlı biri olduğunu bildiğim için soruyorum: Sen kendini, kendisine Atatürkçü diyenlerden nasıl ayırıyorsun? Bu arada ufak bir not: Yukarıda Peleuze ''bütün devletler yıkılsın, halı saha yapılsın!'' demiş. Şahsi kanaatim odur ki, bu tümcenin sahibini AKP'li olarak tavsif etmenin hiçbir makul, anlaşılır yanı yok, olamaz. ''o bana kaka derse, ben de ona derim'' çocukluğu bizi bir adım ileriye götürmez.
-
Ben internetin hükümetler için o kadar da tehlikeli birşey olduğu kanısında değilim. Filanca gün, filanca yerde vuku bulan eylemlere ilişkin bilgilendirmeler, internette dolaştığı için daha fazla sayıda insana ulaşıyor belki; ama Türkiye'deki muhalif hareketlerin bir on yıl önceye göre daha güçlü olduğunu ya da bu tarz eylemlerin daha çok sayıda insan tarafından tasvip edildiğini söylemek doğru olmaz. Ucu bucağı olmayan, giriş-çıkış sınırlaması bulunmayan, tam da bu yüzden kimseden sorumluluk talep edilemeyecek bloglar, internet forumları vs. ortamlardan büyük bir proje, bir toplumsal-siyasal organizasyon çıktığını duymadım bugüne kadar. İnternette paylaşımda bulunan insanlar arasındaki mesafe, hızla tüketilebilir olmayan formattaki bilgi ve yaklaşımları paylaşmakta yaşanan zorluklar gibi daha başka meseleler de var. Hem, 'Twitter devrimleri' olarak tavsif edilen Mısır ve Tunus'taki eylemlerin sönümlenmesi akabinde, Mısır ve Tunus polisinin fişledikleri Twitter kullanıcılarını teker teker evlerinden topladıklarını biliyoruz. TSK'nın asker kaçaklarını feysbuktan takip ettiği, devletlerin Google gibi bir araç sayesinde milyonlarca insan hakkında daha evvel toplayamadığı denli büyük ebatlarda bilgiyi sıfır maliyetle derleyip, kayıtlara geçirebildiği de bir gerçek. Bunlardan da söz etmek gerekiyor. Twitter'da Yıldırım Türker yazıları da paylaşılıyor, Özdemir İnce yazıları da. Özdemir İnce'nin ya da Yıldırım Türker'in yazılarını paylaşanların sayısı üç aşağı beş yukarı aynı, değişmiyor. İnternet gibi yeni teknolojiler sözün toplumsal dolaşıma girmesini çabuklaştırıyor olabilir; lakin söz bağlamını kurmakta -formata ilişkin- yaşanan zorluklar ya da aynı konuda insanın karşısına çıkan yığınla bilgi arasından güvenilir olanla, olmayanı ayırmakta karşılaştığı zorluklar bir başka şeye davetiye çıkarıyor: kakafoniye. Tanıl Bora'nın ''Sol, Sinizm, Pragmatizm''inde bu konuya ilişkin güzel bir sav var: Bora, sözünü ettiğim kitabındaki bir makalesinde, internette tek tıkla duyarlı bir aktivist olunabileceğine, insanın dünyayı değiştirmek için yapması gereken yegane şeyin imza vermek ya da bir metin paylaşmak olduğuna ilişkin giderek yaygınlaşan ve internet ortamından beslenen yargının, tam da Batılı orta sınıfların zihinsel kodlarına denk düştüğünü anlatıyor. İhtiyacımız olan daha fazla blogger değil, daha fazla sivil itaatsizlik eylemi
-
Sanıyorum ki ''Türkçedeki karşılığı'' demek istiyorsunuz, ''Türkçedeki karşıtı'' doğru bir ifade değil. Eğer ''karşılık'' yerine ''karşıt'' kelimesini kullanırsanız sizi nasıl doğru anlayabilirim? Yani? Gördüm ve itiraz ettim işte O halde bu farkındalığınızı aşikar kılan tefriklerde bulunun, sevgili dostum
-
Bakın, bu tartışma Türkçe Vikipedi üzerinden, hele ki Vikipedi'nin asgari standartlarını dahi sağlamayan, tek bir atıfta bulunulmadan yazılmış -dikkat edin, her bir alt-başlığın yanında 'değiştir' yazıyor- metinler üzerinden yürütülemez. Fransa'daki bu düşünürlerin hiçbirisi -ihtimaldir ki Foucault, Derrida, Deleuze isimlerini vereceksiniz- kendisini 'postmodernist' olarak tariflememiş, sadece yapısalcı kuramın gediklerinden yükselen bir kavramsal çıtaya/çerçeveye sahip oldukları için, kendilerine 'yapısalcılık-sonrası' kuramcılar denilmiştir. ''Postmodernizm' bir durumdur: Jean-François Lyotard, her tür meta-anlatının çözüldüğü, tüm söylemsel meşruiyet rejimlerinin sorgulanır hale geldiği tarihsel bir uğraktan söz ederken kullanır, ''postmodern'' tabirini. Biri bir olgusal duruma -tabi iddia olunan bir olgusal durum; şahsen ben, içinde yaşadığımız çağı tariflerken 'geç modernite' ya da 'akışkan modernlik' tabirini kullanmayı uygun buluyorum-, diğeri bir teorik yordamlar setine atıf yapar. 'Postmodern roman', 'postmodern resim teknikleri' bişeydir, Foucault'nun, Derrida'nın çalışmaları başka bişey. Hem bir grup kuramcıyı, hem kimi edebi teknikleri, hem 'tüketim toplumunu' aynı tabirle ifade etmeye kalkarsanız, olmaz. Ne yani, 'postmodern toplum' bir grup Fransız kuramcının ürünü müdür? E bu beni doğruluyor! Şöyle demişsin: Ben de hayır, bu böyle değildir demişim.