Jump to content

Notamatik

Members
  • İçerik sayısı

    12
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    3

Everything posted by Notamatik

  1. Bıkmadınız ci'likten, cü'lükten ve aynı anda, ci-cü değilim demekten. Utanmadınız, riyakarlıktan, vurdumduymaz cehaletten. Kiminiz ırk-cı ; ırk sevgisi değil, medet umar ırk "cılıktan". Cılığı'nı ırk cılıktan yana seçmiştir. Onu seçmese, başka cılık seçecekti; cılık herif. Nedeniyse çok basit; "cılık yapmadan ayakta duramaz şerrrrrefsiz". Cılık sayesinde, ırkına yalakalık yaparak beslenecek leş kargası. Kah "Bizim ırk eziliyor" diyerek galeyane getirecek ırkını. Kapacak din-ci'nin pis gırtlağından, yüz cahilin kırkını. Kah "Bizim ırk üstündür" diyerek; gösterecek yalakalıkta farkını. Ya öteki? Din-cisi ? Rezillik birincisi? Irkçıdan aşağı mı? Yoksa en yavşağı mı? Kim olduğu belirsizdir, dindarlarla karışmıştır. Dindar onun müşterisi, o dindarın bakkalı. İkisi de cehalette birbiriyle yarışmıştır. Samimi dindarın bir numaralı önderidir yavşak. O dindarı yalakalıkla, dindar ise onu cehaletinin sunduğu nimetleriyle besler. Allah-u ekber, vallah-i ekber. Yat aşağı, kalk yukarı. Salla başını sağa sola, ağla, zırla salya sümük. Gönder maaaşını keriz fenerine. Allah-u vallahi ekber. Peybamber efendimiz, valahu sallalahu. Haydi Salla başını sallahu vallahu. Gönder hac paralarını yandaş putizim acentalarına. Göndersene oy'unu dinibütün partilere! La "İ-HALE" ilallah, doymayız alimallah. Göndersene koyunu, kurbanlarda, adaklarda! Derisi de yeter valla, sen yeter ki kafa salla. Hayatın draması varsa, Rocco'nun da kreması var. Draması sana, kreması bana. Kardeş payı vallahu. Samimi dindar, ne anlar dinden imandan? Dinci olmasa imansız kalırdı imansız! Hiç ateş olur mu dumansız? Müşterisiz bakkal, bakkalsız müşteri hıı? Nefret ediyorum ci'lerden, cü'lerden. Sağcıdan da, solcu'dan da. Hatta gerçekten cü ise, Atatürk'çüden dahi nefret ediyorum. Nefret ediyorum Kürt!çüden de Türk'çüden de. Ama en çok Arap'çıdan nefret ediyorum. (Türk ırkçısı=Arapçı . Dinci=Arapçı. Dindar=Arapçı. Muhafazakar=Arapçı.) Sürüden ayrılanı Kurt kapar zihniyetiyle, kendine sürü arayan bütün koyunlardan da, bütün sürülerin bütün çobanlarından da nefret ediyorum. "En çok koyundan mı, çobandan mı nefret ediyorsun?" derseniz; hepsi iğrenç ama içlerinde en iğrenç olanları ise sahte koyunlardır. Kim mi bunlar? Hani Atatürk'ün A'sından haberi olmadığı halde, yününe Atatürk kınası yakıp, kendi merası haricinde Atatürkçü koyunların merasında da otlamaya çalışan yavşak koyunlar var ya! Veya parası olmadığı için, sol kınası yakan ve parayı bulduğu birinci dakika sağ taraftaki koyunların merasına gerçmeye can atan sahte koyunlar var ya! (koyun olması sahte değil ama o meranın koyunu olması sahte). Veya ateizm ile ırkçılığın taban tabana ters olduğunu görmezden gelerek, sabah akşam mensup olduğu etnisitenin avukatlığını yapan(Aslında ırkçılığını) sonra da, ateizmi sürü zannedip, utanmadan ortalıkta ateistim diyerek, kendine ikinci otlak bulmaya çalışan koyunlar var ya! Veya hem dinci veya dindar olup hem de demokrasiden bahseden boyalı kayseri koyunları var ya! İşte bu ve buna benzer sahte koyunlar, bu cilerin, cülerin içinde en iğrenç olanlarıdır. Çünkü koyun olmaktan utanması bir yana dursun, koyunun bile sahtesi olacak kadar aşağılık olmak, iğrençlik sözcüğüyle bile tarif edilemeyecek bir rezilliktir. Bu rezillerin önüne birazcık ot koy, değil atasını, anasını bile satar, karşı meraya geçer. Nasıl mı ot? Makarna, bulgur, kömür, beyaz eşya. Emekliyse emekli maaşına zam. Memursa, o cins memur maaşına iki kuruş zam, cemaatten iş, en küçüğünden bile olsa bir ihale, daha olmadı, belediyeden seyyar satıcı teskeresi. İşte bu cins otlar. Bu rezillerin önüne ister 3 kuruş, ister 103 kuruşluk otu önüne koyduğun zaman, anında senin sürüne geçmekle kalmayıp, öyle bir sıkı taraftarın olurlar ki; sen onun karnını doyurdukça, değil masum insanların Silivri zindanlarında çürütmek, önun önünde en masum insanları yatırıp sokak ortasında kessen, emin olun umurunda bile olmaz, tam tersine alkış tutar. Nefret ediyorum Her türlü sürü-cülükten.. Çobanından da koyunundan da. Saygılar, sevgiler.
  2. Benim babamın gençlik yıllarında, Istanbul'da, çoğunlukla bayram günlerinde olmak üzere, cambazhane çadırları kurularak, gösteri yapılırmış. Kimi yankesiciler, üç kağıtçılar, sahtekarlar bu cambaz gösterilerini fırsat bilerek, cambaza odaklanmış meraklı halkın cebinden, kendi cebine indirmece yaparlarmış. Hatta büyüklerimden duyduğuma göre, çoğu cambazhaneler, bu üç kağıtçıların organizasyonuyla kurulurmuş. İçlerinden birkaçı "Aaa cambaza bak, cambaza bak" diyerek halkı heyecana getirir, diğerleri ise, dikkatini cambaza vermiş safların cebini boşaltırmış. Eski zamanı geri getirmeye hevesli malum gericiler, yıllardır eski zamanda uygulanmışları bir bir geri getirmeye başladılar. Bunlardan biri de; "Cambaza bak" oyunu. Şu anda bütün Türkiye, cambaza odaklanmış vaziyette, arkada olan bitenden bihaber, pür dikkat cambazı izliyor. Şu anda oynanan cambaz oyunu nedir biliyor musunuz? Futbol, şike davaları. Bundan güzel sansasyon, bundan güzel dikkat dağıtma olayı olabilir mi? Yani bundan daha heyecanlı bir cambaz oyunu olabilir mi? Pekiyi bu cambaz olayında kaçırılmak istenen nedir? Ne olacak; Deniz Feneri elbette. Her ne kadar 5 yıldır hasır altı edilmiş olsa dahi, eninde sonunda bu davayı açmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Çünkü kendileri açmasa, 10 yıl sonra da olsa birileri bu dosyayı açacak, işin içinde ne kadar, cemaatçi, bakan, milletvekili, köşeyi dönenler, gemiciler, varsa hepsini tek tek ortaya çıkaracaktı. Hatta iş deniz feneriyle de kalmayıp, TOKİ'sinden, cemaate verilen belediye ihalelerine kadar, hepsi bir bir ortaya çıkacaktı. Daha henüz bilmediklerimiz hariç. Dolayısıyla, Erbakan'ı nasıl kurtardılarsa, deniz feneri davasını da açıp, gerçek sahtekarları aklayıp, göstermelik kiralık birkaç mahkumu da içeri tıkayıp, bu davayı da bu şekilde bertaraf etmeleri gerekiyordu. Bütün yargıyı ellerine geçirmiş olduklarına göre, yapılacak tek şey, halkı cambaza odaklamaktı ve şu anda futbol şikesi davası olayı budur. Pekiyi futbolda şike yok mudur? Vardır. Hem de katmerlisi vardır. Bu ülkenin 7 yaşındaki çocuğu ile, bir ayağı çukurda, 80 yaşındaki yaşlısı sahtekarlıkta birbirleriyle yarış yaparken, futbolda, "falanca takım şike yapmamıştır" diyene kargalar bile gülmez. Çok sığ bir espridir çünkü. Fakat bütün bunlara rağmen, göreceksiniz ki, deniz feneri olayı kapatılıp, gerçek suçluların yakalanma ihtimalini sona erdirdikten sonra, bu futbol şikesi olayı da, hiç bir takımı üzmeden, bir şekilde kapatılıp, yok edilecektir. Bu şike operasyonun maksadı budur. Cambaza bak oyunudur. Bu operasyonun sonunda, AKP'nin %1 bile oy alamadığı, cemaatin giremediği tek yer olan Bağdat Caddesinin, ileri gelenlerinden bir kaç kişi harcanacak ve diğerlerine de göz korkusu verilerek, sona erdirilecektir. Yani bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Takımlar ise birkaç göstermelik ceza ile yerli yerinde duracaktır. Bu iki davanın peş peşe açılması sebepsiz değildir. Seyredin, görün cambaz oyununun sonunu. Saygılar, sevgiler.
  3. Jadı öyle bir söylüyorsun k; Ingilizce bilmeyen de sanacak ki; "Man" yerine "The Man" dediğin zaman, hangi adam olduğu, boyundan posuna, yaşından başına kadar, hepsi bir çırpıda anlatılmış oluyor. Sen ne diyorsun şimdi? "The Man" dediğin zaman hangi adamdan bahsedildiği anlaşılıyor" mu diyorsun? O halde oku bakalım şu cümleyi de hangi adamdan bahsettiğimi anla: "The man told me that I should have my breakfast before we go." Haydi bakalım anla şimdi hangi adamdan bahsettiğimi! Hani "Man" yerine, "the man" dedik ya, o bakımdan hangi adam olduğunu anlamış olman lazım. Gördüğün gibi, bir konuşmanın veya metnin en başındayken, "The man" de desen, sadece man de desen, hangi adamdan bahsedildiği zaten hiç bir dilde anlaşılmıyor. Hangi dilde konuşursan konuş, kimden bahsetiğini önceden bir kez zaten anlatmak zorundasın. Kaldı ki; the artıkeli hangi adamdan bahsedildiğini anlatabilmiş olsaydı dahi, bir metnin veya konuşmanın içinde, birden fazla adamdan bahsedildiği zaman ne olacaktı? O zaman da, The1 man, the2 man ve the3 man diye mi hangi adamlar oldukları tarif edilmesi gerekiyor? Şu cümleye dikkat et şimdi: "I couldn't find the man, who told me that I should have my breakfast before we go." Gördüğün gibi, the kullanılmasına rağmen, gerektiğinde hangi adamdan bahsedildiği, anlatılması gerekiyor. Üstelik, İngilizcedeki the artıkeli, çoğu durumda kimden bahsedildiği zaten besbelli olduğu zamanlarda bile luzumsuz olarak kullanılıyor. Örnek: The Pacific Ocean. Dünyada kaç tane The Pacific Ocean var da karışmasın diye the kullanılıyor? Sana söylüyorum, bu gereksiz artıkeller, kulanıldığı dillerden bile kapı dışarı edilmeye yüz tumuş, sen ise gelmişsin, elalemin çöpe atmakla uğraştığını, alıp biz kullanalım diyorsun. Ayrıca bir de sanki Türkçede define artıkel sorunu olduğunu anlatan bir sayfaymış gibi, bir de kaynak sayfa gösteriyorsun. O sayfada Türkçe'nin artıkel probleminden filan bahsedilmiyor. Yok sırf sayfadan alıntı yaptın diye kaynak gösterdiysen, senin deyiminle, senin gibi akademic derecede Ingilizce bilen birinin, bu kadar basit bir sayfadan, bu kadar basit cümleler için alıntı yapması da saçma. O katıla katıla gülenlere, forumlarda aylardır içinde Türk kelimesi geçen herşeyi, kötülemek için elinden geleni yaptığın iletilerini de gösterdin mi? Gösterseydin, sana bunu söyleyenlere değil, sana katıla katıla gülerlerdi. (Şayet Kürt ırkçısı veya dinci değillerse tabii ki) Eğer senin bu başlıktaki önermeni sen değil de ben yapmış olsaydım, bana hiç kimse "Türklüğü kötülüyorsun" filan demezdi. Başkasına değil de, sana denmesinin nedenini anlamamazlıktan gelme, çünkü sen onu gayet sen iyi biliyorsun. Saygılar, sevgiler.
  4. Yani diyorsun ki Jadı; "Eğer İngilizce'de çok fazla "the" kullanırsan hiç problem olmaz ama Türkçe'de çok fazla "bu" kullanırsan problem olur." Farz edelim ki; Türkçe'de işaret zamiri olarak kullanılan "bu" kelimesi, "bu" değil de "The" olsaydı. Bu durumda şunu söylemen gerekecekti: "The kelimesini kullanmak çok faydalı ve gereklidir. İstediğin kadar peşpeşe kullan problem yok. Ama Türkçe'de pek fazla kullanma çünkü peşpeşe gereksiz tekrar yapmış olursun.". Neden Türkçe'de gereksiz tekrar oluyor da İngilizce'de olmuyor? Sana bir şey söyleyeyim mi? Bu konuda asıl gerekesiz tekrar Türkçe'de değil, İngilizce'de var. Örnek mi? Ay'dan başka ay olmadığı halde, bir metinin içinde, 100 kere "Ay" kelimesini yazsan, 100'ünün de başında "the" artıkelini yazmak zorundasın. Oysa ki, Ay'dan başka ay olmadığı için, değil 100 kere, bir kere bile yazmak mantıken gereksiz. Şimdi sana "The" artıkelinin nereden geldiğini açıklayayım da; değil onu başka bir dilde canlandırmak, diğer dillerde dahi gittikçe öldürüldüğünü anla. "The" artıkeli, Eski İngilizce'deki "Se" ve "Seo" artıkellerinden gelir. Tıpkı Almanca'ya benzer bir şekilde, "Seo" dişidir, "Se" ise erkektir. (Aslında tam tersi olması lazımdı ama bunun da detayı var). Bunların okunuşu "Zeeo" ve "Zee" idi. (Bu bir farklı okunuş değildir çünkü eski İngilizce'de S harfi direkt olark Z telahfus edilirdi. Zira eski İngilizce'de farklı okuma da yoktu.) Bu iki kelime eski İngilizce'de sadece artıkel olarak değil, üçüncü tekil şahıslar için doğrudan doğruya "O" manasında da kullanılıyordu. Yeni İngilizce'de "Seo" ; "She" oldu. "Se" ise "He" oldu. Artıkel olarak kullanılmasında ise, cinsiyeti öldürülerek "The" oldu. (The artıkeli, He, She, That ve This'in karışımıdır.) Sadece cinsiyetinin öldürülmesiyle de kalmadı. aynı zamanda da eski İngilizce'deyken nerdeyse her kelimenin başında kullanılırken, yeni İngilizce'de kullanımı çok büyük bir oranda azaldı. Üstelik her yüzyılda biraz daha azaltılmaya devam ediliyor. Örneğin Sun, Moon, World , gibi, veya ülke adları gibi, neyden bahsedildiği zaten belli olan kelimelerin başlarından da kalkacak. Böylece daha da fazla öldürülmüş olacak. Sen de kalkmış diyorsun ki; "Milletin çöpünü, biz niye kullanmıyoruz?" Ayrıca ağzınla da söylüyorsun, diyorsun ki; "Türkçe de bir cümlede bir çok kere "bu" kullanırsan gereksiz tekrar yapmış olursun". Oysa ki bunu söyledikten sonra, Türkçe'de değil "The" , daha da kısa yazılışı olan "Bu" nun bile gereksiz yere kullanılmadığını anlamış olman gerekirdi. "Çok fazla tekrar yapmış olursun" diyorsun. Evet, doğru, öyle yapmış olursun. Ama neden öyle yapmış olursun? Çünkü öyle yapılmasına gerek olmadığı için, kimse öyle yapmıyor da ondan. Çok komiksin Jadı. Türkçe'yi, Türk'ü, AtaTürk'ü acaba ne şekilde küçültüp aşağılarım diye düşünmekten, artık saçmalamanın son haddine dayandın. Ondan sonra da, sadece bu konuda değil; içinde Türk hecesi geçen her şeyde bir kusur bulma çabalarını sanki millet anlamıyormuş gibi, "Bunda bile Türklüğü aşağılama buldunuz ya, helal olsun size" diyerek milleti salak yerine koyuyorsun. Olaya bak sen; "Gereksiz yere peş peşe "bu" kelimesini kullanmak çok saçma" diyor, ve peşinden de " "Bu" kelimesi yerine başka bir kelime bulup, onu peşpeşe kullanalım" diyor. Pes yani. Herkese saygılar, sevgiler.
  5. Astur merhaba, Bazı konulardaki bazı fikirlerin çok doğru ve yerinde. Entellektüel bilgi birikimin de harika ama özellikle laiklik konusunda olmak üzere bazı konularda fena halde yanılıyorsun. Hiç bir zaman "Falanca laik ülkede filanca şeyler oluyor. Demek ki laiklikte şu olabilir" gibisinden, hiç bir ülkedeki laiklik uygulaması örnek gösterilemez. Çünkü dünya'da tam laik bir ülke olmadığı için, "Falanca laik ülke" tanımlaması yapılamaz. Dünyada en laik olarak bildiğimiz ülkeler AB ülkeleridir. ABD, Avrupa'dan çok daha geridir bu konuda. Fakat bu böyle diye; "Aaa, her konuda o kadar ileri gitmiş ülkeler bile tam laik olmamışlarsa, demek ki tam laiklik iyi bir şey değil. İyi bir şey olsa onlar yapardı." da denemez. Nedenine gelince, laiklik tüm çağdaş ülkelerde sürdürülen bir savaştır ve bu savaş henüz hiç bir ülkede kazanılamamıştır. Laik ülke denilen ülkeler sadece, bu savaşı diğer ülkelere nazaran daha iyi başaran ülkelerdir. Ama hiç birinin savaşı bitmemiştir. Ve ne yazık ki; dinler var olduğu sürece bitmeyecektir. Senin laik olarak gösterdiğin ülkelerin laik görüşlü insanlarına sorsan, onlar da sana yeterince laik olamamaktan şikayetçi olcaklardır. Eğer din diye bir şey olmasaydı, laiklik denilen bir kavram olur muydu. Adı bile olmazdı. Demek ki laikliği yaratan dinlerdir. Laiklik ne şekilde ortaya çıktı? Devlet işlerinde din hükümlerinin uygulanmasına karşı çıkıldı. Fakat burda sorulması gereken ama çoğu kişi tarafından göz ardı edilen bir soru var. Üstelik laikliği tam kavramak için, bu soru aslında meselenin özü. Nedir bu soru? Evet, devlet işlerinde dini hükümlerin uygulanmasına karşı çıkıldı ama neden karşı çıkıldı? İşte meselenin özü budur. Neden karşı çıkıldı? Azınlıktaki din mensuplarına haksızlık olmasın diye dersek yanlış olur, çünkü laikliğe ihtiyaç doğduğunda, azınlıkların dinlerini zaten takan yoktu. Yani devlet işlerinde hakim olmaya çalışan yine çoğunluğun diniydi. O halde bu sorunun tek cevabı var. "Dinlerin hükümleri saçma bulundu ve bu yüzden devlet işlerinden kapı dışarı edilme ihtiyacı doğdu." Yoksa dini hükümler bu günkü mantıksal anlayışa uysaydı, ne dini hükümleri devlet işlerinden çıkarma ihtiyacı olur, ne de laiklik denen bir kelime olurdu. Hatta bu ikisi uyuşsaydı hangisinin dini hüküm, hangisinin devlet hükmü olduğunu dahi bilemezdik. Pekiyi laiklik gelince din devlet işlerinden istiyerek mi çıktı? Hayır kovuldu. Üstelik dinin fikirlerinin saçma olduğu söylenerek aşağılanmış bir şekilde kovuldu. Ancak bunun bir de hesap vermesi var. Çünkü halka "Senin dinin saçmaydı, bu yüzden dinine zektiri çektik" diyemezsin. Dediğin zaman kıyamet kopar. O yüzden halka; "Biz senin dinini kovmadık, sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayırdık" palavrası atılır. Oysa ki "ayırdık" diyebilmek için ayırdık diyenin bizzat ikisini birden ayrı ayrı uygulaması gerekir. Gerçekte ise ayırmak filan yoktur, kovmak vardır. Fakat bütün bunlara rağmen dini tamamen kovabilmiş, başından savabilmiş bir ülke henüz yoktur. Çünkü din yüzsüzdür, halkların da desteğini arkasına alarak, kapıdan kovarsın bacadan girer. Üstelik kendini göstermeden sinsi sinsi girer. İşte bu yüzden bu savaş hiç bir zaman bitmez. Bitmesi için, dinin tamamen bitmesi lazım. O halde laikliğin hedefi dini başından atmak ise, dini başından tamamen atana kadar hiç bir ülkeye laik denemez. Denmesi için devlette dini sıfıra indirmiş olması gerekir. O halde laiklikteki hedef devlette dini sıfıra indirmek olmalıdır. Bu kadar baskıya rağmen sıfıra indirebilmek için ise, değil taavizler vermek, hedef eksi 20 olmalıdır ki; bu bile sıfıra indirebilmeye yetmez. Saygılar, sevgiler.
  6. Önce köylü... Kaba mı kaba.. Tam bir nahoş. Beğenmediler, şeğere göçtü, oldu bir varoş. Beter oldu... Tam bir yobaz!.. Oğlu mu? Her gün sarhoş. Beğenmediler. Azmetti, öğrendi kibarlığı. Şimdilerde, o ! O tam bir demoş. Bak unuttuk.. Oğlu mu? O artık bir yumoş. İkisi de kibarlaştı, hem babası hem oğlu. Artık beğeniyorlar, ona yobaz demiyorlar. Sosyeteye karıştılar, artık et de yemiyorlar. Demokrasi okumaktan, öyle kibar oldular ki; Hem babası, hem oğlu, şeğerliden daha demoş. Bak şiir yazdım sana demoş! Hoşuna gitmedi mi? Kaç yıl oldu saymadın, köyden göçeli ama yine olmadı demoş. Sen ; seni artık beğendiklerini sanıyorsun ama bu gün seni beğenenlerin tamamı köylü ve varoş. Seni dün beğenmeyenler hala beğenmiyor. Senin baban, veya sen; şeğere göç ettiğinizde, size her lahmacun yediğinizde "Yuh ayı" dediler. Lahmacunu bıraktın ama onlar sana lahmacun yediğin için değil, lahmacun koktuğun için ayı demişlerdi. Anlamadın. Yobaz dediler diye camiye uğramaz oldun ama onlar sana camiye gittiğin için değil, her gittiğin sokakta caminin sana gelmesini istediğin için yobaz dediler. Yine anlamadın. Sosyeteye uymak için Bodrum'a ilk tatile gittiğiniz günü hatırlıyorsun değil mi? Sen daha çocuktun o zaman. Ne demişti Buba'cığın baldırı çıplakları görünce? "Vay kafirler" değil mi? Ya ağabeyin? O ne demişti? "Off anam, yerim seni" değil mi? Ya pekiyi anan? O ne demişti? "Bu ırıspılar önüne gelenle yatar" dedi mi, demedi mi, iyi hatırla. Onları da anlamadınız, ama beteri oldunuz. Sana anlata anlata bir hal olduk ama sen neslin boyunca her şeyi tersinden anladın. Fakat buna rağmen, senden kurtuluş olmadığı için anlatmaya devam. Tatlıya balık bile katarlar ama biber katılmaz. Koyun kebap olur ama kurd'a atılmaz. Yani bir şeyi, o şeyin düşmanının yanına katmak, o şeye düşmanlık yapmak demektir. Sen şimdi ne diyorsun, söyle bakalım demoş! "Türbanla üniversitelere girilsin" diyorsun değil mi? Ve böylece, demokrat oluyorsun hıı? Hayır demokrat değil, sen bu şekilde ancak demoş olursun. Bu şekilde devam edersen yakında da yumoş olacaksın. Üniversitelere her şey girebilir. Gerekirse, bilimsel araştırma amacıyla k.rhanedeki o.rospular bile girebilir. Ama tek bir şey giremez. Ne mi? RUH. Nasıl mı ruh? İnler, cinler, periler, şeytanlar, ilahlar. Gerekirse silah bile girebilir ama ilah giremez. Neden giremez? Çünkü üniversiteler bilim yuvalarıdır ve dolayısıyla "bilme" evleridir. Bilme'nin ise en büyük düşmanı "inanma"dır. Çünkü inanmanın olduğu yerde "bilme"ye gerek kalmaz. Çünkü dağ başını duman aldığına inanıyorsan, dağ başına gidip bakmaya gerek kalmaz. Bunları mecburen geçelim, çünkü senin felsefi düşüncelerle aran iyi değildir. Pekiyi ya somut örnekleri de mi görmüyorsun? Tarih boyunca en değerli bilim adamlarını kim yaktı, yıktı? Din. Kütüphaneleri kim yaktı? Din. Sen şimdi bilimi yakan, yıkan dini al; yine bilimin başına bela et. Bu mu demokratlık? Her şeyi yan yana getirisin de, kurtla kuzu yanyana getirilmez. Yoksa, kurda demokrat olayım dururken, kuzuya zulüm edersin. Demokrat gözüküp entel olacağım hevesiyle, demoş olursun. Sen şimdi kurnazsın ya! (Ne de olsa fazla olmadı köyden göçeli.) Bana dersin ki; "Canım, o insanlar oraya ibadet amaçlı değil, bilim için gidiyor. Ne biliyorsun bilime düşmanlık yapacağını?" Tabi canım ne biliyorum değil mi? Nasıl olsa suç işlenene kadar hiç kimse suçlu değildir. Öyle mi? O zaman Yunan gavuru, donanmasını alsın gelsin, Marmara'da tur atsın. Nasıl fikir hıı? Demoş'uz ne de olsa? Ne biliyorsun Yunan donanmasının Topkapı'ya bomba sallayacağını? Suç işlenene kadar suçsuzdur değil mi? Önce bombalasın, baktık ki bombalıyor atarız gider. Nasıl olsa çok kolay atması. Adam beline çifte tabancayı ve iki tane de sustalıyı takmış, maça gidiyor. Niye stada sokmuyorsun ki adamı? Ne biliyorsun bıçaklayacağını? Türbanlı da öyle. Önce bir girsin; ondan sonra onu örnek gösterip kara çarşaflı da girsin. Peşinden cübbelisi sarıklısı sınıfları doldursun. Sonra da sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz hıı? Sonra bakarız ki; tıpkı tarihteki binlerce örneğinde olduğu gibi, din, bilimi kapmış gırtlağından salladıkça sallıyor, işte o zaman yasağı koyarız. Mesela kanun çıkarıp deriz ki; "Çok rica ederiz bundan böyle türbanlısı, sarıklısı okula gelmesin". Onlar da senin gibi demoş ya! Hemen "Yaa tabii, biz çok azgınız, artık sınıfları doldurmayacağız" derler nasıl olsa. Elin gavuru da çıkar sana ordan "Vay zalak vay. Bu ikisi onbinlerce yıldır bir kez yan yana duramadı. Yüzbin kere denenmiş şeyi hala mı deniyorsun geri zekalı" dediği zaman; bilim de, bilmek de, hepsi çoktan uçmuş ve yerine inanmak gelmiş olacaktır. Fena da olmaz hani; mesela gavurun biri bir gezegen keşfeder, sen de kolayca inanıyoruz der, çıkarsın işin içinden. Hoca'nın da onayını aldın mıydı, deymeyin keyfime. Senin gibi demoşlar binlerce yıldır yok muydu sanıyorsun? O zamanların demoşları bunu hiç denemediler mi sanıyorsun? Be akılsız; biz burada fal'dan büyüden bile değil, doğrudan doğruya bilimin tek ve en büyük düşmanından bahsediyoruz. Tavukların kümesine her şey koyulabilir. Keçi de koyarsın at da koyarsın. Ama tilki koyulur mu be hey cahil? Demokrasi demek enayilik değildir. Demokrasi düşmanlarına demokrasi sağlamak hiç değildir. Demokraside sınırsızlık yoktur, demoşlukta vardır. Demokraside, demokrasinin ezeli düşmanından korunmak için gerekirse despotluğun en büyüğünü yapmak vardır. Hatta demokrasinin en birinci ilkesi, demokrasi düşmanlarına karşı antidemokrat olmaktır. Bunun aksi demoşluktur. Demokrat olacağım derken demoş, kibar olacağım derken yumoş oldun. Önce köylü, sonra varoş, sonra demoş, en sonunda yumoş. Demokrasi şimdiye kadar nereye kendiliğinden gelmiş? Demokrasi kanla gelir kanla! Dolayısıyla korunması da yumoşlukla değil, canla olur canla! Demokrasiyi getiren, halklar değil, diktatörlerdir(Diktatörler sadece devlet adamları değildir. ). Zorla getirilir, zorla! Ama tabii ki bütün bunlar normal. Memlekete yeni nesili köylü ve varoş doğurursa, bürokrasiyi siyaseti bunlar doldurursa, bütün bunların aydınları da, entelleri(!) de bu demoşlar olacak elbette. Olaya bak sen! Sanki patetes, domatesi yetiştirecekmiş gibi, insan yetiştirme görevi de köylüye ait. Okul mu, öğretmen mi; hepsi hikaye. Onların da tamamına yakını ya köylü ya varoş. İnsan yetiştirme öyle basit ve önemsiz bir iş ki; bu görev cahil köylüye bırakılmış. Böyle olunca bu eski varoş demoşları aydın demokrat sananlar bol olacaktır elbette. Şuraya bak! "Kümese tilki sokalım, tiki mağdur olmasın" diyor demoş. Neymiş! tilki diyormuş ki; "Vallahi ben tavuklara bir şey yapmam. Çok mağdurum üüüü". Demoş da diyor ki; "Yaw bin tane tilki de tavukları boğazlamış olsa da henüz boğazlamamış tilkilerin hepsini kümese sokalım, boğazlayanları çıkarırız." Demoşrasiye göre, elbette teorik olarak tavuk boğazlamayan tilki olabilir. Örneğin evcil bir ortamda insan eliyle bambaşka gıdalarla büyütülmüştür. Ama tavuk boğazlamayan tilkiler sadece demoşrasinin koruması altında olur. Demokraside ise kümese her şey girebilir ama tilki hariç. Saygılar, sevgiler.
  7. İnanılmaz bir şey! Bu çağda bu kafa. Suudi Arabistan'ı aratmaz oldular. Oldular demek de fazla. İnsan bazen "Bunlar yoksa Suudi Arabistanla işbirliği yaparak mı burayı Arabistan'a çevirmeye çalışıyorlar" demeden edemiyor. Olur mu sizce? Ne gerek var demeyin. Bir işbirliği şart çünkü bu bizimkiler henüz acemi despot. Neyi ne şekilde yasaklayıp, ne sonuç alacaklarını pek iyi bilemezler. Ama yine de bu kadarı da olmaz artık diyeceklere bir müjdem var. Buyrun: Zaytung filan değil hee!! Gerçek. Kaynak BTK'nin kendi sitesi: http://www.btk.gov.tr/Etkinlikler/Uluslararasi_Etkinlikler/2011/ziyaretler/sarabistan.htm İşbirliği yapılan ülkeye de bak! Suudi Arabistan gibi bir ülkeyle bilgi teknolojisi konusunda değil, ancak şeriat ve despotizm teknolojileri bakımından işbirliği yapılabilir. Saygılar, sevgiler.
  8. Evrensel kardeşim benim, Çok haklısın. İnsanlar mutsuz. Parası olan da fakir olan da, hasta olan da sağlıklı, genç, yaşlı hepsi mutsuz. Bu nereden anlaşılıyor? Her yerde kavga. Trafikte, okulda, yolda, birbirlerine, küfür kafir gidiyorlar. Çünkü daha çocukken mutsuz edilmeye başladılar. Şimdi de birbirlerinin çocuklarını mutsuz ediyorlar. Hiç düşünmüyorlar ki; sen onun çocuğunu mutsuz edersen, o da senin çocuğunu mutsuz eder ve böylece yeni bir mutsuz nesil yetişir ve öyle de oluyor. Her nesil kavgacı, uyumsuz, sevgisiz ve dolayısıyla saygısız. Pek umut yok ama umarım bir gün devran döner. Saygılar, sevgiler ve hayırlı geceler.
  9. Mantık, ellerine sağlık canım kardeşim, Gayet sade, hızlı açılan, görüntüsü de çok hoş bir site oldu. Emeğin için çok teşekkür ederim. Saygılar, sevgiler.
  10. Canım benim, çok sağol, varol. Anlayan az olsa da ben yine de yazdım. İçimi dökeyim dedim. Belki sevgi olmasa da, çocuklara biraz saygı sağlar diye düşündüm. Saygılar, sevgiler.
  11. Önce sizlere, benim bir tanemi, biricik sevgilimi, "Onu her gördüğümde dünyamı değiştireni" ve onunla nasıl tanıştığımı anlatacağım. Bundan 8 ay kadar önce, 3 bloklu, dev bir binanın altındaki dükkanlardan birini ofis olarak kiraladım. Bahsettiğim binanın alt katında, 8-10 tane dükkan ve üst katlarında ise yüze yakın veya daha fazla konut var. Dükkanlar sokağa cepheli değiller. Binanın çok büyük bir bahçesi var, dükkanlar onun içinde kalıyorlar. Çocuklar için harika bir bahçe. Üstelik nezih bir semtte, nezih bir apartmanın bahçesi. Fakat gelgelelim, binada o kadar çok daire olmasına rağmen, o harika bahçede çocuk namına eser yok. Çünkü bakımlı ama eski bir bina olduğu için, apartman sakinleri de yaşlı ve bu yüzden oyun çağında çocukları yok. 100 daireli binada, toplasan 10 çocuk bile bulamazsın. Olanlar da bahçeye çıkarılmıyor nedense. Dükkanı kiraladıktan sonraki ilk günlerden birinde, güzel bir havada, dış doğrmaları boyamaya başladım. Bir de baktım ki yanıma birisi geldi. Meğer benim hayatım, aşkım, canımın içi, bir tanemmiş o. İşte şöyle tanıştık aşkımla: -- Sen bu dükkanı niye boyuyorsun? -- Çünkü ben burayı kiraladımmm -- Peki neden kiraladıın? -- Çünkü burada ofis açacağım. -- Ofis mi? Ofis ne demek? Bakkal mı açacaksın sen burda? -- Hayır. Ofis demek, içinde yazı yazarak ve görüşmeler yapılarak çalışılan iş yeri demektir. Aynı şu yan dükkandaki gibi yani. -- Heee. Anladııım. -- Pekiyi senin adın kiim? -- Benim adım Melisa ama "senin adın kim" denmez ki. "Senin adın ne denir". İşte böyle tanıştık sevgilimle Meğer adı Melisa da değilmiş, çok seviyormuş o adı da ondan bana öyle söylemiş. O gün hiç yanımdan ayrılamadı. Zaten ayrılsa tek başına kalacaktı canımm yavrum benim. Çünkü bahçede ondan başka çocuk yok. Bana adımı sordu. Söyledim. Ondan sonra bana Notamatik ağbi diyerek hitap etmeye başladı. Öyle hoşuma gitti ki bana ağbi diye hitap etmesi. Neden biliyor musunuz? Çünkü ben 47; o ise 17 bile değil, 7. Offf benim bir taneeeemmmm! Görseniz, esmer, kupkuru bir şey. Kemik torbası. Bacaklar bacak değil, çita. Artık her gün gelmeye başladı benim küçük aşkım. Günde en az yarım, bir saat. Artık arkadaş olmuştuk. Hem de birbirimizin en iyi arkadaşı! Bazen birlikte, bahçede arabaya atlayıp, Nurten teyzelere misafirliğe gidiyor, bazen sahildeki dondurmacıya gidip dondurma alıyor, bazen bankaya gidip kazandığımız paraları yatırmaya gidiyorduk. (bahçenin içinde ) Ama tabii ki, gözükmeyen banka, dondurmacı ve Nurten teyze Onların hepsi birer pandomim kahramanı ama olsun! Arabamız da, bir tane minnacık iki tekerlekli bir alet. Sonra neye dikkat ettim biliyor musunuz? O benim bir tanem, zaten bahçede tek çocuk olduğu için mazlum ve de mahrum ama sanki bu da yetmezmiş gibi, zavallım durup duruken apartmanda, kapıcı da dahil olmak üzere bütün insanlar tarafından azarlanıyor. -- Işılsu!! Orda oynama çok gürültü oluyor (Yalan!) -- Işılsu!! Çimenlere basma! Haydi biraz öteye git. (Büyükler basınca ses yok, 20 kiloluk çocuk basınca çimenler bozulur) -- Işılsu!! Yorulmadın mı kızım sen? Haydi artık evine git. Annen merak edecek. (yalan! Annesi zaten birinci kattan seyrediyor) -- Işılsu!! Sakın o çiçekleri elleme. -- Işılsu! Sen niye her gün sokaktasın? Derslerin yok mu senin? -- Işılsu!! O scooter'ına orada binme ses yapıyor. Yuuh bee! Gerçekten yuh. Bir insanın kalbi, bu kadar da taşlaşmaz. Sanki bunların hiç biri çocuk olmamış. Çocuksuz yerde çocuk bulmuşsun, sevinip seveceğine, nereye kovalayacağını şaşırıyor. Evde de rahat değilmiş tatlım. TV seyrederken, dedesi git diyormuş. Bir de dayısı var ; o da höt diyormuş. Odasına gitse; annesi yat diyormuş. Kendi odası da yok aşkımın. Annesiyle tek odada kalıyormuş. Sıkı durun! Bu apartman sakinlerinin hepsi zamanında bir, iki veya üç çocuk büyütmüş anneler ve babalar. Bazıları açık açık çocuk gürültüsünü kaldıramıyorum diyor. Gürültü dediği de inanın abartı. Pekiyi yahu bunlar bu taşlaşmış kalplerle nasıl çocuk büyüttüler? Ve niye çocuk yaptılar? Yoksa bu: "Benim çocuğuma şefkat, başkasının çocuğuna şirret" felsefesi mi? Be hey vicdansız, be hey insafsız, senin çocuğun çocuk da başkasının çocuğu çocuk değil mi? Nedir bu çocuk düşmanlığı? Bu daha bir şey değil. Oralarda bir tane okumuş, kültürlü aklı başında bir bayan var. Başka bir apartmanda oturuyor. Bu kadıncağız geçtiğimiz yaz, o sıcak havalarda, beş litrelik pet şişeleri kesip, içlerini su doldurup yol kenarlarına koyuyor. Ben de bunu bazen yaptığım için, bu kadınla birbirimizi görüp tanıştık. Bana ne dedi biliyor musunuz? "Sizin binada bir kadın var, o binanın önündeki kaldırıma o kadın yokken su bırakıyorum." Niye dedim? Anlattı. Meğer sadece bizim apartmandaki kadından değil, yollara su koyuyor diye, apartmanların çoğundan fırça yiyormuş. Sebebi de neymiş biliyor musunuz? Yiyecek ve su verdikçe, hayvanlar alışıp oradan ayrılmıyorlarmış. Vay anasını be!! Temmuz'un sıcağında, bir garip hayvana su vermeyi bile çok gören, bırak kendisinin vermesini, verene de engel olandan çocuğa hoşgörü beklenir mi? Sorsan, en iyi din o milletin, en iyi kültür bu milletin, en üstün ahlak yine kendisinin ama vicdanına baksan, tam bir kara vicdanlı. "Hayvanlara su bile vermeyin" diyor. Yuh kere yuh. Şimdi birileri çıkıp; "Malesef bazıları böyle" diyerek suçu o kim olduğu belirsiz olan bazılarına atarak halkı elimden kurtarmaya çalışacak. Bunu yapmak, vicdansızı kayırmaktır. Hayır bazıları değil. Kadın "çoğu apartman" diyor. Bu su ve yiyecek verme işini ben de zaman zaman yapıyorum ama bana yapamıyorlar. Çünkü hem erkek olduğum için hem de taaviz vermez sert tavırlı göründüğüm için yanaşamıyorlar. Sıkıysa bana birisi öyle bir şey desin. Elimden zor alırlar vallahi. İşte bu yüzden şaşmıyorum benim tatlıma yaptıklarına. Ben komşularımı tanısam da tanımsam da daima güler yüzlü bakarım ve selam vermeden geçmem. Dışardaki sert tavrımın tam tersiyim yani. İşte bu yüzden, benim bu güler yüzüme güvenip, komşulardan birkaç tanesi gelip bana "Bu çocuk sen ona ilgi gösterdiğin için devamlı bahçeye çıkıyor. Biraz ilgini kessen çok seviniriz" gibisinden bir şeyler ima etmeye kalkıştılar. Elbette ki; kalkıştıklarına, kalkışacaklarına pişman oldular. Tam aksine, daha fazla ilgi göstermeye başladım. Daha fazla ilgi göstermeye bşladım ki; benim bir tanemin sahipsiz olmnadığını anlasınlar ve böylece ayaklarını ona göre denk atsınlar. Artık öyle de oldu. Artık benim tatlıma kimse ses edemiyor. Sadece gerçekten rahatsız edecek gibi olursa ben devreye giriyorum o kadar. Ki böyle bir şey de çok nadir oluyor. Artık çıtlarını çıkaramıyorlar. Tam aksine "Ne kadar tatlı şesin sen öyle" diyerek tatlıma yağcılık yapmaya başladılar. Ama artık iş işten geçti çünkü afedersiniz ne mal olduklarını belli ettiler. Ben bu yaşıma kadar, şu millete güvenim kırıla kırıla geldim ama her seferinde, bu kadarcık güven bile fazlaymış dedirterek aslında o kadarcığını bile hak etmediklerini ispatladılar. En sonunda çocuk sevgilerinin de sıfır olduğunu bana çok iyi göstediler. Ne oldu o analara! Hani analık duyguları vardı! Hani sahiplenme, hani şefkat vardı? Onlar bile palavra değil mi? Sadece kendi çocuklarınıza! Kısıtlı, ipotekli, şartlı? Olsun! Nasıl olsa ben yıllardır sizi adam yerine koyup aranıza karışmıyorum. Benim tatlım bana yeter. Onu gördüğümde yüzümde güller açıyor. Ne dert kalıyor ne tasa. Tatlımın babası kumarbaz. Olsun. Evi terk etmiş. Olsun. Onlar eskiden(1 sene öncesi ) "Burgullu"'da (Burgullu) oturuyorlarmış biliyor munuzzz? Hem de kendi evleriymişş Ama paraları olmadığı için kiralarını ödeyememişler(kendisi anlatıyor) o yüzden evden çıkıp dedesinin evine yerleşmişler. Amaaaa orası onların kendi evi diğilmiş! Dedesinin eviymiş. O evde istediği şeyi yapamazmış. Mesela dedesi onun kaplumbağalarını evde istemiyormuş! Ona da olsun! Onun Arslan gibi Notamatik ağbisi var. (Amcası değil hee, ağbisi! ona göre! ) Canımın tam ortası! Sana sesleniyorum! Benim hayatımın yeni amacı, benim güzel kızım! Seni senin yanındayken bile çok özlüyorum çünkü yanındayken de doyamıyorum. Seninle geçirdiğim her saniye, benim için hayatıma bedel! Üzüldüğüm zaman seni aklıma getiriyorum, merhem oluyorsun. Tam hayattan bıkmışken, insanıma küsmüşken, beni hayata bağladın, amacım oldun. Işık verdin bana, yaşama sevinci verdin benim dünyalar güzeli yavrum. Varsın onlar olmasın, senin Notamatik ağbin var. Bundan böyle artık benim canım da, kanım da senin. İşte böyle dostlar! Bu kara marsık hayatıma böyle girdi. Asla çıkacak gibi de değil. Artık ben onun için yaşıyorum, adeta değil; tam öyle. Aramıza girmeye çalıştılar, defalarca denendi, test edildi, ayırılamaz damgası vuruldu. Dedesi ve dayısı defalarca yasakladılar yanıma gelmesini. Yerlere vurdu kendini, feryatlar kopardı "Notamatik ağbimi istiyorum" diye. Kapıyı açık gördükçe evden kaçtı, bana geldi. Gece krizleri de tutuyor. "Notamatik ağbimi görmedin yatmam, beni ona götürün" diyor. Korkutuyorlar korkmuyor. Telefonla beni arıyorlar, gidiyorum ve bana sımsıkı sarıldıktan sonra kendine geliyor, sakinleşip yatıyor. Deli filan sanmayın tatlımı. Okulunda birinci. Tanıştığımızda 1'di şimdi 2'ye gidiyor. Bana yürüyerek hiç gelmedi. Bütün gücüyle koşarak geliyor. Bana uğramadan ne bir yere gidiyor, ne dönüşte uğramadan eve giriyor. Ben yanındayken, annesi bile dahil olmak üzere yanımızda kimseyi istemiyor. Paylaşmak istemiyor beni. Haksız da sayılmaz çünkü kendisi kazandı beni. Bizi kimse tanıştırmadı kendisi tanıştı benimle. O kendisi hak etti beni. O küçücük bileğinin hakkıyla kazandı. Neden paylaşacakmış? Onların emeği yok ki paylaşsın. Tam aksine ayırmaya çalıştılar, bir de beni mi paylaşacak onlarla? Hem kendi bulsun, hem elinden almaya çalış, hem de paylaşmak iste Notamatik ağbisini. Var mı öyle, üç köfte yirmibeş? Hediyeler yapıyor bana. Hem beni, hem kendisini, bir de Panda kedimizi çiziyor, sonra pamuklu, süslü zarf yapıyor, içine de her seferinde "canımmm Notamatik ağbim" diye başlayan mektuplar yazarak bana veriyor. O küçücük yüreğiyle, dedesiyle, dayısıyla ve bütün insanlarla savaştı beni kaybetmemek için. Hepsini yendi benim tatlıımm. o küçücük bileğinin hakkyla. Artık hiç kimse karışmıyor. Artık beni onun elinden ben bile alamam. Çünkü beni onun elinden alarak kendimi yok etmiş olurum. Çünkü o yoksa ben de yokum. O artık benim ömür boyu, dünyalar güzeli kızım. Bunu kelimelerle anlatmak bile imkansız. İlk işim, tatlımı annesiyle birlikte, kendi evlerine ve kendi odasına kavuşturmak olacak. Ondan sonraki de ona her türlü hayat garantisi sağlamak. Çocuklar, ne kadar güzeller! Onları taşlaştıranlar, taş kalpli anaları, babaları, dedeleri. Hani o sorsan, dünyanın en insani kültüründen gelenler var ya! İşte onlar. Ama tatlımı taşlaştıramadılar. Bütün taş kalplileri ezdi geçti o 28 numara ayaklarıyla. Bir minicik yavruya bir bahçeyi çok gören, küçücük bir köpeğe temmuz sıcağında bir bardak suyu çok gören kara vicdanlı, taş kalpli yurdum insanım! Taş gibi çatlayın da patlayın. Bir gün siz öleceksiniz ama ben ölmeyeceğim. Tıpkı Aziz Nesin gibi bahçeme gömüleceğim, üzerimde asırlarca çocuklarım hoplayıp zıplayacak. Işığım çocuklarımın yüzlerinde parlayacak. Siz ise, kara vicdanızla birlikte karanlıklara gömüleceksiniz. Ve orada karanlığınızı aydınlatan Işılsu'lar olmayacak. Saygılar, sevgiler.
  12. Sevgili Admin, Yeni sitemiz uğurlu olsun., Böyle bir siteyi yapmayı akıl etmen çok harika. Elbette ki yeni olduğu için zamanla gelişecek. Benim şimdiden bir kaç önerim var. 1- "Genel" ana kategorisinin, altında "Öneriler & Site yardımı" adında bir "alt kategori" olsa çok iyi olur. Önerisi olan veya site fonksiyonları hakkında yardım almak isteyenler bu başlığı kullanabilirler. 2- Hem "Bilim" ve hem de "Bilimsel Kuşkuculuk" adı altında iki ana kategori var. Bence "Bilimsel Kuşkuculuk" kategorisi, "yine ana sayfada" gözüken alt kategori olsa daha iyi olur. Bunu yapmak hem sayfayı sadeleştirir hem de eklenmesi muhtemel bazı ana kategorilere yer açılmış olur ve hem de "Acaba bu site ağırlıklı olarak bilim konuları üzerine mi yönelmiş?" düşüncesine engel olur. 3- Müzik, sanat, sinema, tiyatro, gezi, mizah vb gibi birçok alt kategorileri kapsayabilecek olan bir ana kategori, ana sayfada olsa çok iyi olur. Bu konular ciddi sayıda yeni üye ve ziyaretçi çekebilir. Böylelikle forum, daha geneli kapsamış olur. Saygılar, sevgiler.
×
×
  • Create New...