Tüm aktivite
This stream auto-updates
- Last week
-
Karekter denilen şeyde programdır. Programı insan kendisi yazmadığı için özgür irademizin olması imkansızdır. Özgür irade olabilmesinin tek şartı tanrıdan bağımsız olmaktır. Bağımlı olan özgür değildir. Özgür iradeye sadece tanrının kendisi sahip olabilir. Çünkü kendisi başka bir varlığa bağımlı değildir. Yani başka varlık tarafından tasarımlanmamıştır.
-
Kutsal Kuran Piyasadaki Sahte İncilleri Düzeltmeye Devam Ediyor
moderator replied to Emre_1974tr's konu in Kafe
Konu kahvehaneye taşındı, çünkü konu sahibinin tek gayesi lüzumsuz yere uzunca yazılarla burasını çöplüğe çevirmek. Tekrarı durumunda bu tip uzun iletiler silinecek. Mâlum konu sahibinin ilk vukuatı değil aslında ve kendisi yeterince uyarılmıştı zaten. Hâlâ anlamamazlığa gelmeye niyeti varsa, o zaman kendisi bilir ve sonuçlarına katlanır. -
Sevgili Tenten(Gun), ana yazım tam da bu konuyu anlatıyor. Özgür iradeye hiçbir müdahale yapılmadan kişilerin içlerindekiler, karakterleri ortaya çıkarılıyor.
-
Piyasadaki sahte Tevrat, kasten adam öldürme konusunda son derece katı bir kural koyar: “Göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak.” Bu kural, maktulün ailesine affetme yetkisi veya kan bedeli (diyet) alma seçeneği sunmaz. Ceza, istisnasız bir şekilde katilin idam edilmesidir. Af veya tazminat gibi alternatif bir yol yoktur. Mısır’dan Çıkış 21:23–24: “…cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak vereceksin.” Kur’an’ın Düzeltmesi ve Eklediği Merhamet Boyutu: Kur’an, kısası bir hak olarak tanır. Ancak, hemen ardından tahrif edilmiş metinlerde bulunmayan devrim niteliğinde bir seçenek sunar: af ve diyet. Kur’an, maktulün velisine (ailesine) katili affetme veya bir bedel karşılığında kısastan vazgeçme hakkı tanır. Hatta affetmeyi teşvik eder. Bakara Suresi, 178. Ayet: “…Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı… Fakat her kim, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, artık ona uygun bir şekilde uymak ve diyeti ona güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir.” Düzeltmenin Önemi: Kur’an, adaleti sadece ceza olarak görmez. Merhameti, toplumsal barışı ve insan hayatını koruma ilkesini adalet kavramına entegre eder. Tevrat’ın katı ve tek seçenekli hükmünü, daha insancıl, esnek ve merhametli bir hukuk sistemine dönüştürür. Bu, Allah’ın dininin sadece cezalandırmadan ibaret olmadığını, aynı zamanda af ve merhamet üzerine de kurulu olduğunu gösteren mükemmel bir düzeltmedir. Bu “af ve diyet” seçeneği, Tevrat’ta bulunmayan ve yalnızca Kur’an’a özgü bir hükümdür. **** Tahrif Edilmiş Metinlerdeki Belirsizlik ve Uygulama Sahte Tevrat’ta, Levi soyundan gelen rahiplerin ve din adamlarının, halk tarafından sunulan adaklar ve vergilerle (ondalık) geçimini sağladığı bir sistem kurulmuştur. Bu, din hizmetini profesyonel bir mesleğe ve geçim kaynağına dönüştürmüştür. Benzer şekilde, sahte İncil’de Pavlus, “Müjde’yi duyuranların geçimlerini Müjde’den sağlamaları gerektiğini” belirtir (1. Korintliler 9:14). Bu durum, ilahi mesajın maddi bir karşılık beklentisiyle tebliğ edilebileceği algısını yaratır. Kur’an’ın Düzeltmesi ve Peygamberlerin Evrensel İlkesi Kur’an, Nuh’tan Muhammed’e (hepsine selam olsun) kadar tüm peygamberlerin ortak bir ilkesini defalarca vurgular: Onlar, tebliğlerine karşılık kavimlerinden hiçbir maddi ücret veya kişisel çıkar talep etmemişlerdir. Onların tek beklentisi, mükafatlarını yalnızca Allah’tan almaktı. Şuarâ Suresi, 109, 127, 145, 164, 180. Ayetler (Nuh, Hûd, Salih, Lut ve Şuayb’ın dilinden tekrarlanan ifade): “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi’ne aittir.” Yâsîn Suresi, 21. Ayet: “Sizden hiçbir ücret istemeyen, kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun.” Düzeltmenin Önemi Kur’an, dinin ve tebliğin bir gelir kapısına veya profesyonel bir mesleğe dönüştürülmesini temelden reddeder. Bir mesajın ilahi kökenli olduğunun en büyük kanıtlarından birinin, o mesajı getirenin hiçbir dünyevi menfaat beklememesi olduğunu öğretir. Kur’an, bu ilkeyi tüm peygamberler için ortak bir payda olarak sunarak, önceki dinlerde zamanla gelişen “ruhban sınıfını” ve “din adamlarının geçimini sağlama” sistemlerini eleştirir ve bunun, peygamberlerin gerçek Sünneti (yolu/uygulaması) olmadığını ortaya koyar. **** Semûd Kavminin Arkeolojik Gerçekliği ve Kayadan Oyma Evleri Tahrif Edilmiş Metinlerdeki Sessizlik: Tevrat ve İnciller, Arap Yarımadası’nda yaşamış ve kayaları ustalıkla yontarak görkemli evler ve saraylar inşa etmiş olan Semûd kavminden ve onlara gönderilen Salih peygamberden hiç bahsetmez. Bu topluluk ve peygamberleri, Yahudi-Hristiyan literatüründe tamamen meçhuldür. Kur’an’ın Detaylı Anlatımı ve Arkeolojik Kesinliği: Kur’an, Semûd kavminin, peygamberleri Salih’in, onlara bir mucize olarak verilen dişi devenin ve onların “vadideki kayaları oyarak evler yapma” becerilerinin hikayesini detaylı bir şekilde anlatır. Fecr Suresi, 9. Ayet: “Vadideki kayaları oyan Semûd’a ne yaptığını görmedin mi?” A’râf Suresi, 74. Ayet: “…Ovalarında kendinize saraylar ediniyor, dağlarından evler yontuyordunuz…” Düzeltmenin Önemi: Kur’an’da bahsedilen bu milletin varlığı ve özellikleri, 19. ve 20. yüzyıllardaki arkeolojik keşiflerle birebir doğrulanmıştır. Bugün Suudi Arabistan’ın Medain-i Salih (El-Hicr) bölgesinde bulunan, kayalara oyulmuş anıtsal mezarlar ve yerleşim yerleri, Kur’an’ın tariflerinin somut birer kanıtıdır. Kur’an’ın, önceki kutsal metinlerin tamamen sessiz kaldığı bir kavim ve coğrafya hakkında bu kadar net ve sonradan arkeoloji tarafından tasdik edilen bilgiler vermesi, onun ilahi kökenli olduğunun ve tahrif edilmiş metinlerdeki önemli coğrafi ve tarihsel eksiklikleri tamamladığının açık bir delilidir. **** Babil Kulesi Efsanesi: Kur’an’ın Teolojik, Sosyolojik ve Bilimsel Düzeltmesi Tahrif edilmiş Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) 11:1–9 bölümünde anlatılan hikâyede, yeryüzündeki tüm insanlar tek bir dil konuşmaktadır. Bu topluluk, Şinar ovasına (Babil) gelir, “göklere erişecek” bir kule inşa etmeye koyulur ve “kendilerine bir nam salmak” ister. Tanrı bunu bir tehdit olarak görür; insanların “tek bir kavim ve tek bir dilde” olması onları sınırsız kılacaktır. Bu yüzden aşağı iner, dillerini karıştırır, birbirlerini anlamalarını engeller ve onları yeryüzüne dağıtır. Dillerin ve milletlerin çokluğunun kökeni böylece “ilahi bir ceza” olarak açıklanır; kule yarım kalır ve oraya “karışıklık” anlamına gelen Babil adı verilir. Bu anlatı üç büyük sorun içerir: Teolojik Sorun: Tanrı, sanki insani bir kıskançlık veya tehdit algısına kapılmış gibi tasvir edilir; insanın teknolojik ilerlemesinden endişe duyan ve bunu engellemek için kaos yaratan bir varlık tablosu çizilir. Ahlaki-Sosyolojik Sorun: Dillerin ve milletlerin çokluğu, “lanetli bir kopuşun” ürünü olarak yaftalanır; kültürel çeşitlilik negatif bir şekilde kodlanır. Tarihsel-Bilimsel Sorun: Dilbilimsel ve arkeogenetik veriler, dillerin tek bir merkezde ani bir kopuşla değil, uzun bir evrim ve çoklu coğrafi odaklar üzerinden çeşitlendiğini ortaya koymaktadır. “Tek dil-ani parçalanma” modeli güncel verilerle uyuşmaz. Buna karşılık, Kur’an-ı Kerim bu anlatıyı üç cepheden temelden düzeltir: Rûm 30/22 ayeti, “O’nun delillerinden biri de… dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır” diyerek çokluğu bir ceza değil, ilahi bir sanat ve rahmetten kaynaklanan bir mucize olarak nitelendirir. Hucurât 49/13'te açıklandığı üzere dilsel ve ırksal farklılığın amacı bir üstünlük vesilesi veya ceza değil, “tanışmaktır”. Kur’an-ı Kerim’de Allah, insanın çabasından korkan bir varlık olarak tasvir edilmez. O, mutlak gücün sahibidir; çeşitliliği bilinçli bir şekilde yaratır ve sonra bunu ilahi imtihanın bir parçası kılar. “Dillerin karıştırılması” motifi yoktur; böylece Tanrı’ya atfedilen insani zaaflar temizlenir. Ve Kur’an, yüksek bir kule inşa etme çabasını halka değil, hükümdarlara yöneltir. Yani, toplum veya insanlık değil, sadece krallar bunu istemiştir. Sonuç olarak Kur’an, “Babil Kulesi” efsanesindeki üç katmanlı açmazı tek bir hamlede çözer: Tanrı tasavvurunu insani zaaflardan arındırır, kültürel-dilsel çeşitliliği bir rahmet olarak tanımlar ve tarihsel-bilimsel açıdan “ani dilsel kopuş” yerine evrensel ve tedrici bir farklılaşmanın kapısını aralar. Tek bir düzeltme, aynı anda teolojinin, sosyolojinin ve bilimin ufkunu ıslah eder; Kur’an’ın “Müheymin” (gözetleyici ve düzeltici) vasfının derin bir teyididir. **** Davud’un Nüfus Sayımı: Kur’an’ın Tevrat’taki Teolojik ve Ahlaki Krizi Çözüşü Tahrif Edilmiş Tevrat’ta, Davud Peygamber’in, Tanrı katında büyük bir günah sayılan bir nüfus sayımı yapma emri verdiği bir hikâye anlatılır. Bu günahın cezası olarak İsrail halkının üzerine bir veba salgını gönderilir ve 70.000 masum insan hayatını kaybeder. Ancak bu anlatıdaki en sarsıcı ve derin sorun, Davud’u bu günaha kimin azmettirdiğini anlatan iki farklı metnin birbiriyle taban tabana zıt olmasıdır: Birinci Anlatı (2. Samuel 24:1): “RAB’bin İsrail’e karşı öfkesi yine alevlendi ve O [RAB], Davud’u onlara karşı kışkırtarak, ‘Git, İsrail ve Yahuda’yı say’ dedi.” İkinci Anlatı (1. Tarihler 21:1): “Şeytan İsrail’e karşı durdu ve Davud’u İsrail’i sayması için kışkırttı.” Bu iki metin, aynı olayın failini birinde “RAB” (Tanrı), diğerinde ise “Şeytan” olarak sunmaktadır. Bu, basit bir detay farkı değil, üç büyük krize yol açan derin bir teolojik ve ahlaki çöküştür: Teolojik Kriz (Tanrı’nın Doğası): 2. Samuel metnine göre, Tanrı’nın kendisi bir peygamberi günah işlemeye azmettirmekte ve ardından o günah yüzünden on binlerce masum insanı cezalandırmaktadır. Bu, Tanrı’yı günahın kaynağı (faili), adaletsiz ve keyfi bir varlık konumuna indirger. Bu durum, “mutlak iyi” ve “mutlak adil” bir Tanrı tasavvurunu imkânsız kılar. Ahlak ve Adalet Krizi (Toplu Ceza): Bir liderin (iddia edildiğine göre Tanrı tarafından azmettirildiği) günahı için 70.000 masum insanın ölmesi, ilahi adaletin temelini dinamitlemektedir. Bu, “suçun şahsiliği” ilkesinin tamamen göz ardı edildiği ilahi bir despotizm tablosu çizer. Metinsel Kriz (Tahrifin İtirafı): 1. Tarihler kitabının yazarının, 2. Samuel’deki “Tanrı kışkırttı” ifadesinden rahatsız olarak bunu “Şeytan kışkırttı” şeklinde değiştirdiği açıktır. Bu durum, Kutsal Kitap metninin teolojik bir sorunu çözmek için nasıl insan eliyle değiştirildiğinin (tahrif edildiğinin) en somut kanıtlarından biridir. Metin, kendi iç çelişkisiyle kendi güvenilirliğini baltalamaktadır. Kur’an, bu olayı doğrudan anlatmasa da, ortaya koyduğu evrensel ilkelerle bu anlatının yarattığı üç büyük krizi temelden çözer ve düzeltir: 1. Kur’an’ın Teolojik Düzeltmesi: Allah Asla Kötülüğü Emretmez. Kur’an, Tanrı’nın günahın kaynağı olduğu fikrini kategorik olarak reddeder. Kötülüğe ve çirkinliğe (fuhşiyata) teşvik, yalnızca Şeytan’ın ve nefsin işidir. A’râf Suresi, 28. Ayet: “Onlar bir kötülük (fâhişe) yaptıkları zaman, ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?’” Bu ayet, 2. Samuel’deki iddiayı kökünden çürütür ve Allah’ı her türlü kötülükten tenzih eder. 2. Kur’an’ın Adalet Düzeltmesi: Suç ve Ceza Şahsidir. Kur’an, “suçun şahsiliği” ilkesini ilahi adaletin en temel direği olarak koyar. Hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu tutulamaz. En’âm Suresi, 164. Ayet: “…Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir…” Bu ilke, bir liderin günahı için 70.000 masum insanın helak edilmesi gibi bir adaletsizliği imkânsız kılar ve Tevrat’taki ahlaki krizi çözer. 3. Kur’an’ın Metinsel Düzeltmesi: Kur’an Hâkim ve Düzelticidir (Müheymin). Kur’an, kendisinden önceki kitaplarda meydana gelen bu tür çelişkileri ve tahrifatları düzeltmek için bir “hâkim” olarak indirildiğini beyan eder. Mâide Suresi, 48. Ayet: “Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı ve onu gözetip koruyucu (müheymin) olarak indirdik…” Tevrat’ın aynı olayın faili konusunda kendi içinde çelişkiye düşmesi, Kur’an’ın neden bir “müheymin” (gözetleyici, düzeltici) olarak indirildiğinin hikmetini ortaya koyar. Kur’an, bu tür kriz anlarında doğrunun ne olduğunu beyan eden nihai ölçüttür. Sonuç: Davud’un nüfus sayımı anlatısı, Tevrat metninin nasıl teolojik, ahlaki ve metinsel bir krize yol açtığının en derin örneklerinden biridir. Kur’an, bu olayı doğrudan anmasa da, koyduğu evrensel ilkelerle bu üç krizi de temelinden çözer; Tanrı’yı günahın kaynağı olmaktan, peygamberi haksız cezanın aleti olmaktan ve adaleti toplu zulüm olmaktan kurtarır. Bu, Kur’an’ın sadece bir kıssalar mecmuası değil, tahrif edilmiş bir dinin çöken temel direklerini yeniden inşa eden derin bir Furkan (Ölçüt) olduğunun kanıtıdır. **** Elyesa Peygamber ve Ayılar Kıssası: Kur’an’ın Ahlaki ve Teolojik Restorasyonu Tahrif Edilmiş Tevrat’ın (Eski Ahit) 2. Krallar 2:23–24 bölümü, vicdanı derinden sarsan, ahlaki ve teolojik bir kâbus olan bir olayı anlatır: Elyesa Peygamber Beyt-El’e doğru yol alırken, bir grup genç (İbranice ne’arim qetannim ifadesi “küçük çocuklar” veya “genç adamlar” olarak çevrilebilir) onunla “Haydi çık, ey kel! Haydi çık, ey kel!” diyerek alay eder. Peygamber arkasını döner, onlara bakar ve Rab’bin adıyla onlara lanet eder. Bunun üzerine ormandan iki dişi ayı çıkar ve bu gençlerden kırk iki tanesini parçalar. İster “küçük çocuklar” ister “genç adamlar” olsunlar, bu anlatı hem aklı hem de vicdanı yaralayan üç derin ve vahim sorun ortaya koyar: Ahlaki Çöküş (Orantısız Ceza): İşlenen suç (sözlü alay) ile verilen ceza (vahşice bir ölüm) arasında kabul edilemez ve dehşet verici bir orantısızlık vardır. Bu sahne, ilahi adaleti değil, ilahi gazabın terörünü tasvir eder. Peygamberliğin İtibarsızlaştırılması: Bir rahmet ve hidayet elçisi olması gereken peygamber, bir grup gencin alayı karşısında sabır ve şefkat göstermek yerine onlara ölümü getiren bir lanet okuyan, kinci ve zalim bir figür olarak sunulur. Bu, peygamberlik makamını bir korku ve intikam aracına indirger. Teolojik Sapma (Tanrı Tasavvuru): Tanrı, peygamberinin kişisel öfkesiyle ettiği bir laneti anında ve korkunç bir şekilde onaylayan, böylece gençlerin katledilmesini meşrulaştıran bir güç olarak resmedilir. Bu tasvir, Kur’an’da vurgulanan “El-Halîm” (Çok Hoşgörülü, Yumuşak Huylu), “Er-Rahmân” (Çok Merhametli) ve “El-’Adl” (Mutlak Adil) gibi sıfatlarıyla taban tabana çelişir. Kur’an, bu spesifik olayı doğrudan anmasa da, bu hikâyenin yarattığı çarpık peygamber ve Tanrı imajını, kurduğu evrensel ve değişmez ilkeler aracılığıyla temelden çürütür ve düzeltir: Kur’anî İlke: Peygamberin Ahlaki Zirvesi ve Sınırsız Merhameti Kur’an, tüm peygamberlerin karakterini insanlık için en yüksek ahlak modeli olarak inşa eder. Onlar, en ağır hakaretler ve saldırılar karşısında bile sabreden, affeden ve kavimleri için dua eden şefkat timsalleridir. Kalem Suresi, 4. Ayet: “Ve sen (ey Muhammed), elbette yüce bir ahlak üzeresin.” Âl-i İmrân Suresi, 159. Ayet: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.” Kur’anî İlke: Hakarete Karşı Lanet Değil, Dua ve Sabır Kur’an’da sunulan peygamber modeli, hakaretlere lanetle değil, hidayet dualarıyla karşılık verir. Nuh Peygamber’in 950 yıl boyunca kavminin alay ve eziyetlerine sabretmesi (Ankebût Suresi, 29:14) bu ilkenin tarihsel bir teyididir. Bu ahlakın zirvesi, Hz. Muhammed’in kendisini taşlayan Taif halkı için af ve hidayet dilemesidir. Peygamberler, kişisel onurlarını değil, ilahi mesajın selametini öncelerler. Kur’anî İlke: İlahi Adalet ve Cezanın Meşru Sınırları Kur’an’a göre ilahi ceza (helak), çocukça sataşmalar veya kişisel hakaretler için değil, ancak bir peygamberin getirdiği apaçık delilleri bilinçli, inatçı ve zalimce toplu bir inkâr sonucunda gerçekleşir. Allah kullarına asla zulmetmez ve her birey kendi yaptığından sorumludur. Yûnus Suresi, 44. Ayet: “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmediyorlar.” Sonuç: Kur’an, Tevrat’taki Elyesa kıssasına doğrudan atıfta bulunmadan, onun yarattığı üç katmanlı ahlaki ve teolojik çöküşü, evrensel ilkeleriyle onarır. Böylece: Peygamberi öfkeli bir intikamcıdan, sabırlı bir rahmet elçisine yükseltir. Tanrı’yı, peygamberinin hiddetini onaylayan bir güç olmaktan çıkarıp, Mutlak Adil ve Sonsuz Merhametli olan hak ettiği makamına iade eder. Ahlaki ilkeyi, “hakarete ölüm” barbarlığından, “cehalete sabır, zulme adalet” erdemine taşır. Bu, Kur’an’ın sadece belirli bir tarihsel hatayı düzelten değil, aynı zamanda tahrif edilmiş bir dinin ahlaki ve teolojik temelini hem vicdanı hem de aklı tatmin edecek şekilde yeniden inşa eden bir Furkân (Ölçüt) olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir. **** Kur’an’ın Hz. Süleyman’a Atılan İftiraları Düzeltmesi 1. Şirk (Allah’a Ortak Koşma) İftirası Tevrat’taki İddia (1. Krallar 11:4–8): Bu metne göre Süleyman, yaşlılığında çok sayıdaki yabancı karısının etkisiyle onların tanrılarına tapmış, onlar için tapınaklar inşa etmiş ve kalbi Rab’den sapmıştır. Bu, bir peygambere atfedilebilecek en büyük günah olan şirktir. “Süleyman yaşlanınca, karıları onun yüreğini başka ilâhların ardınca saptırdılar… Süleyman… Aştoret’in… Kemoş’un… ve Molek’in ardınca gitti.” Kur’an’ın Kesin Düzeltmesi (Bakara 2:102): Kur’an, bu büyük iftirayı açık ve kesin bir dille reddeder. Süleyman’ın asla küfre (inkâr veya şirke) düşmediğini, asıl kâfir olanların insanlara büyü öğreten şeytanlar olduğunu belirtir. Böylece peygamberi temize çıkarır ve iftiranın kaynağının şeytani öğretiler olduğunu ortaya koyar. “…Süleyman inkâr etmedi; fakat o şeytanlar inkâr ettiler. Onlar insanlara büyüyü öğretiyorlardı…” Düzeltmenin Önemi: Kur’an, tevhidin (Allah’ın birliği) en büyük savunucularından olan bir peygamberin şirke düştüğü iddiasını kategorik olarak reddeder. Bu, sadece bir şahsın ismini temizlemek değil, aynı zamanda peygamberlik kurumunun temel direği olan “tevhid ilkesine bağlılığı” korumaktır. 2. Büyü ve Sihirle Hükmettiği İftirası Yahudi Geleneğindeki İddia (Talmud ve Midraş): Yahudi sözlü geleneğinde ve bazı mistik metinlerde, Süleyman’ın gücünün sihirli bir yüzükten veya gizli ilimlerden (büyü) geldiği, cinleri bu yollarla kontrol ettiği gibi efsaneler yaygındır. Bu, onun gücünü ilahi lütuftan çok, şaibeli ve karanlık sanatlara bağlar. Kur’an’ın Düzeltmesi (Neml 27:15–16, Sebe 34:12): Kur’an, Süleyman’ın gücünün kaynağının büyü veya sihir değil, Allah tarafından kendisine verilen “ilim (bilgi)” ve emrine “musahhar kılınan” varlıklar olduğunu belirtir. Cinler, rüzgâr ve hayvanlar ona büyüyle değil, Allah’ın emriyle hizmet etmişlerdir. “Andolsun, biz Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik…” (Neml, 15) “Süleyman’ın emrine de rüzgârı verdik… Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı.” (Sebe, 12) Düzeltmenin Önemi: Kur’an, Süleyman’ın olağanüstü hâkimiyetini her türlü şeytani veya karanlık güçten arındırarak tamamen bir ilahi lütuf, bir mucize ve bir ikram olarak yeniden tanımlar. Bu, mucize ile sihir arasına net bir çizgi çeker. 3. Lüks ve Zenginliğin Onu Allah’tan Uzaklaştırdığı İftirası Tahrif Edilmiş Tevrat’ın Dolaylı İddiası (1. Krallar 11): Tevrat, Süleyman’ın şirke düşmesinin sebebini aşırı zenginlik ve çok sayıda yabancı kadınla evlenmesi gibi dünyevi zaaflara bağlar. Bu, servet ve mülkün, bir peygamberi bile yoldan çıkarabilecek olumsuz unsurlar olduğu imasını taşır. Kur’an’ın Düzeltmesi (Sâd 38:30–40): Kur’an, Süleyman’ın zenginlik ve mülkünü bir günah sebebi olarak değil, tam aksine onun duasına bir cevap ve Allah’a olan derin bağlılığının bir sonucu olarak sunar. Atlarıyla meşgul olup bir namazını kaçırdığı anlatılan bir olayda bile, hatasını anlar anlamaz büyük bir pişmanlıkla hemen Allah’a yönelir. Onun mülkü, onu Allah’tan uzaklaştıran değil, Allah’a şükretmeye sevk eden bir nimetti. “O ne güzel bir kuldu! Gerçekten o, daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 30) “[Süleyman], ‘Rabbim! Beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk (hükümranlık) ver. Şüphesiz sen, çok lütufkârsın (El-Vehhâb)’ dedi.” (Sâd, 35) Düzeltmenin Önemi: Kur’an, İslami dünya görüşünü yansıtır: Helal yollarla elde edilen servet ve mülk, bir lanet veya günah sebebi değil, aksine şükredildiği takdirde bir nimet ve Allah’a yakınlaşma vesilesidir. Kur’an, Süleyman’ı dünyevi zevklere yenik düşen bir figürden, mülkünü Allah yolunda isteyen ve kullanan “şükreden bir kul” modeline dönüştürür. 4. Cinlerin Gaybı Bildiği İftirası Yaygın Efsanelerdeki İddia: Süleyman kıssası etrafında örülen efsaneler, ona hizmet eden cinlerin gaybı (görünmeyeni, geleceği) bildiği inancını yaygınlaştırmıştır. Kur’an’ın Düzeltmesi (Sebe 34:14): Kur’an, bu inancı çok çarpıcı bir olayla yıkar. Hz. Süleyman asasına dayanır halde vefat eder, ancak onun ölümünden habersiz olan cinler, meşakkatli işlerinde çalışmaya devam ederler. Sadece bir yer canlısı (dabbe-tül arz) asasını kemirip kırınca ve Süleyman yere düşünce onun öldüğünü anlarlar. Kur’an, bu olayın ardından net bir ders verir. “…Onun yere yıkılınca, cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı o aşağılayıcı azap (ağır işler) içinde kalıp durmazlardı.” Düzeltmenin Önemi: Bu ayet, sadece bir efsaneyi düzeltmekle kalmaz, aynı zamanda temel bir teolojik ilkeyi de tesis eder: Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez; ne cinler ne de başka bir varlık. Kur’an, Süleyman’ın vefatı olayını, şirke açılan bu büyük bir kapıyı kapatmak için bir vesile olarak kullanır. *** Hristiyan teolojisinin temelini, Adem’in işlediği ilk günahın nesilden nesile tüm insanlığa miras kaldığını ileri süren “aslî günah” inancı oluşturur. Buna göre her insan günahkâr olarak doğar ve bu günahtan ancak İsa’ya iman ederek kurtulabilir. Romalılar 5:12: “Bu yüzden, günah bir insan aracılığıyla dünyaya girdiği gibi, ölüm de günah aracılığıyla girdi ve böylece ölüm bütün insanlara yayıldı, çünkü hepsi günah işledi.” Kutsal Kur’an, bu teolojiyi tamamen reddeder. Adem’in hatasının kişisel olduğunu, tövbe ettiğini ve Allah’ın da onun tövbesini kabul ettiğini belirtir. Hiç kimse bir başkasının günahının yükünü taşımaz. Her çocuk, İslam fıtratı (Allah’ı tanıma konusundaki doğuştan gelen potansiyel) üzerine tertemiz doğar. Bakara Suresi, 37. ayet: “Derken Âdem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı ve O da onun tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul eden, çok merhametli olandır.” Necm Suresi, 38. ayet: “Hiçbir yük taşıyıcı, bir başkasının yükünü taşımaz.” Kur’an, insanlığı kalıtsal bir suçluluk psikolojisinden kurtarır. İnsan ile Allah arasına “kefaret” veya “aracı” gibi kavramları sokarak insanlığı pasif kılan bir kadercilik anlayışı yerine Kur’an; kişisel sorumluluğu, özgür iradeyi ve tövbe kapısının herkese açık olduğunu ilan ederek insanın onurunu ve aktif rolünü iade eder. Hatırlatalım ki insanoğlu en başından bizim imtihan evrenimiz için yaratılmıştı; yani Adem’in veya başkasının yaptığı bir hatadan dolayı değil. Adem ve eşi sadece yaptıkları hatadan dolayı cennetteki diğer kişilerden daha önce dünyaya gönderildiler. Cennette yaratılan diğer ilk insanlar ise daha geç geldiler. Kutsal Kur’an bu açıdan da piyasadaki İncil’leri düzeltir; yani ilk yaratılan insanlar ikiden fazla kişiydi. Bu arada kader ve özgür irade demişken: http://emre1974tr.blogspot.com/2011/07/kader-ve-ozgur-irade.html **** Sahte Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) 6:5–7 pasajında, tufan öncesi bir durum anlatılır: Tanrı, yarattığı insanların kötülüğünden dolayı “yüreği sızlar” ve “insanı yarattığına pişman olur.” Bu pişmanlık üzerine, yarattığı her şeyi yok etmeye karar verir. Benzer ifadeler başka yerlerde de geçer; örneğin Samuel 15:35'te Tanrı’nın Saul’u kral yaptığına pişman olduğu söylenir. “Rab yeryüzünde insanın yaptığını görünce, yarattığı insana yüreği sızladı. Rab, ‘Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım’ dedi, ‘Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.’” (Yaratılış 6:5–7) Bu rivayet, teoloji ve felsefeyi derinden sarsan büyük problemler barındırır: Teolojik Problem (Tanrı’nın Değişmezliği) Tanrı, kendi eylemlerinden (insanı yaratmak) pişmanlık duyan, kararını değiştiren ve duygusal bir sızı hisseden bir varlık olarak tasvir edilir. Bu, O’nun “mutlak bilgi” (her şeyi önceden bilen) ve “mutlak hikmet” (hata yapmayan) sıfatlarıyla çelişir. Eğer Tanrı pişman olursa, O’nun ilmi ve iradesi kusurlu demektir. Ahlaki Problem (Yaratılışın Anlamsızlığı) Pişmanlık, yaratılışın bir hata olduğunu ima eder. Bu, evrenin ve insanın varoluşunu anlamsız kılar; Tanrı’nın yarattığı bir şeyi sonradan yok etmek istemesi, ilahi adaleti ve merhameti sorgulatır. Felsefi Problem (Zaman ve Bilgi) Pişmanlık, Tanrı’nın zaman içinde değişen bir varlık olduğunu varsayar. Geleceği bilmeyen, sonradan pişman olan bir Tanrı, insani zaaflara sahip demektir. Kur’an, bu bozulmuş Tanrı tasavvurunu, doğrudan bir kıssayla değil, evrensel ve değişmez ilkelerle kökten reddeder ve düzeltir: Kur’an, Allah’ın kararlarının değişmez olduğunu ve O’nun hiçbir eyleminden pişmanlık duymayacağını vurgular. Her şey, önceden belirlenmiş bir hikmet ve bilgi üzerine kuruludur. Bakara Suresi, 255. Ayet (Ayetü’l-Kürsi): “O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır… O’nu ne bir uyuklama tutar, ne de bir uyku.” Hûd Suresi, 1. Ayet: “Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah katından, âyetleri sağlam kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır.” Kur’an, yaratılışın amacını pişmanlık duyulacak bir hata olarak değil, insanın imtihanı ve güzel ameller yapması, kendiyle yüzleşmesi ve böylece kulların ahirette itiraz hakkı kalmaması için bir hikmet olarak tanımlar. Ayrıca bu dünya hayatının bir amacı da kulların ahiret öncesi küçük ceza ve mükâfatları deneyimlemeye başlamasıdır. Allah, her şeyi önceden bilerek yaratır ve hiçbir şey O’nu şaşırtmaz. Mülk Suresi, 2. Ayet: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” Kur’an, Allah’ın zaman ve mekânın ötesinde olduğunu, geçmiş-şimdi-gelecek ayrımının O’nda olmadığını belirtir. Pişmanlık, zaman içinde değişmeyi gerektirir; ancak Allah değişmezdir. Hûd Suresi, 107. Ayet: “Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. Hüküm O’nundur ve dönüş O’nadır.” Kutsal Kur’an, sahte Tevrat’taki “pişman Tanrı” iddiasının yarattığı krizi tek hamlede onarır: Tanrı’yı, hata yapan ve duygusal sızı duyan bir varlık olmaktan çıkarıp, mutlak hikmet ve bilgi sahibi bir Rab konumuna yükseltir. Yaratılışı, pişmanlık duyulacak bir hata olmaktan çıkarıp, anlamlı bir imtihan ve hikmet olarak tanımlar. Felsefi bakımdan, Tanrı’yı zamanın içinde değişen bir figür olmaktan çıkarıp, zamansız ve değişmez bir varlık olarak konumlandırır. Dahası, Kur’an Nuh Tufanı’nın tüm dünyayı kapsayan değil, o bölgeye özgü ve tek bir topluluğa yönelik olduğunu belirterek, piyasadaki sahte Tevrat’ı bir kez daha düzeltir. Yalnızca Nuh’un kavmi yok edildi ve gemiye alınan hayvanlar, sadece o bölgedeki kara hayvanlarının örnekleriydi: http://emre1974tr.blogspot.com/2011/07/nuh-tufan-bolgesel-ve-tek-topluma.html **** Sahte Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) Kitabı’nın 1:26–27 kısımlarında şöyle bir ifade yer alır: “Sonra Tanrı, ‘İnsanı kendi suretimizde, kendi benzerliğimizde yaratalım’ dedi. …Böylece Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.” Bu anlatı, Tanrı’yı antropomorfik (insan şeklinde) bir varlık olarak tasvir eder; O’nun yaratılmış bir “surete” (biçime, benzerliğe) sahip olduğunu ve insanlığın bu surete göre modellendiğini ima eder. Bu anlatı şu sorunları içerir: Teolojik Sorun Bu anlatı, Tanrı’yı yarattıklarının formuna veya insana benzer bir varlığa indirger; O’nu yaratılmış varlıklara benzeterek tevhid (ilahi birlik) ilkesini zedeler. Bu durum, paganizmdeki “Tanrı putlarına” benzer bir antropomorfizme yol açar ve Hristiyan teolojisinde “Tanrı’nın suretinde yaratılış” kavramı, İsa’nın “Tanrı’nın oğlu” olduğu doktrinine zemin hazırlayan bir unsur olarak görülür. Felsefi Sorun Eğer Tanrı bir “surete” sahipse, O’nun sonsuz ve mekânsız doğası çelişkiye düşer. Yaratılış, ilahi aşkınlığı (müteal olmayı) ihlal eden bir “kopyalama” veya “benzetme” süreci olarak algılanır. Kutsal Kur’an, bu bozulmuş Tanrı tasavvurunu, doğrudan bir kıssayla değil, evrensel ve değişmez ilkelerle kökten reddeder ve düzeltir: Şûrâ Suresi 42:11, Allah’ın her türlü benzerlikten (müşabeheden) münezzeh olduğunu ilan ederek şöyle der: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitendir, her şeyi görendir.” İhlâs Suresi 112:4, “O’nun hiçbir dengi yoktur” ifadesiyle antropomorfizmi reddeder; bu, Tanrı’nın bir “sureti” veya “benzeri” olamayacağı anlamına gelir. İhlâs Suresi (112. Sure) De ki: “O Allah’tır, bir tektir (Ehad).” “Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir).” “O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.” “Ve O’nun hiçbir dengi yoktur.” “Gözler O’nu idrak edemez, ama O bütün gözleri idrak eder. O, Latîf’tir (en ince ayrıntıları bilen), Habîr’dir (her şeyden haberdar olan).” (En’âm Suresi, 6:103) “Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi O’nunla konuşunca, ‘Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım’ dedi. (Allah) buyurdu ki: ‘Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebilirsin.’ Rabbi o dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa bayılıp düştü. Ayılınca dedi ki: ‘Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim! Sana tövbe ettim ve ben inananların ilkiyim.’” (A’râf Suresi, 7:143) Ve böylece Kutsal Kur’an bir kez daha gerçek bilgiyi bizlere ulaştırır. **** Piyasadaki komünist sahte İncillerde Davud peygambere zenginliğinden dolayı atılan iftiraların ve hatta onun peygamberden sayılmamasının kutsal Kur’an tarafından düzeltilmesi de çok güzel örneklerdendir. Kutsal Kur’an, iftiraları reddetmeden önce Davud peygamberin ne kadar seçkin, güçlü, bilge ve Allah’a yönelen bir kul olduğunu vurgular. Bu, ona atfedilen büyük günahların karakteriyle uyuşmayacağını gösterir. Güçlü ve Allah’a Yönelen Bir Kul Oluşu: “Kulumuz Davud’u, o kuvvet sahibi zatı hatırla. O, hep Allah’a yönelirdi.” (Sâd suresi, 38:17) Düzeltme: Ayet, Davud’u “kuvvet sahibi” (اَيْدِ) ve “sürekli Allah’a yönelen, tövbe eden” (اَوَّابٌ) olarak tanımlar. Bu, nefsine yenik düşüp zina ve cinayet gibi büyük günahları işleyen bir portre ile taban tabana zıttır. Dağların ve Kuşların Onunla Birlikte Tesbih Etmesi: “Biz dağları onun emrine vermiştik. Akşam ve sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu halde onun emrine vermiştik. Hepsi de ona yönelmişlerdi.” (Sâd suresi, 38:18–19) Bu ayetler, Davud’un manevi mertebesinin ne kadar yüksek olduğunu, tabiatın bile onunla uyum içinde Allah’ı zikrettiğini gösterir. Böyle ruhani bir derinliğe sahip bir peygamberin, adi bir günahkar gibi davranması düşünülemez. Hikmet ve Adaletle Hükmetme Yeteneği: “Onun mülkünü (hükümdarlığını) güçlendirmiştik. Ona hikmet ve hakkı batıldan ayıran kesin söz (fasl-ı hitâb) vermiştik.” (Sâd suresi, 38:20) Allah’ın kendisine “hikmet” ve “adaletle hükmetme” yeteneği verdiği bir kimsenin, en büyük adaletsizliklerden olan cinayet ve başkasının namusuna el uzatma suçlarını işlemesi mantığa aykırıdır. Asıl “Düzeltme Maddesi”: İki Davacı Kıssası Eski Ahit’teki iftiranın aslının, Kur’an’da anlatılan bu imtihan kıssası olduğu kabul edilir. Kur’an, olayın aslını şu şekilde anlatır: (21) “(Ey Muhammed!) Sana o davacıların haberi ulaştı mı? Hani onlar duvardan tırmanıp mabede girmişlerdi.” (22) “Davud’un yanına girdiklerinde, o, onlardan korkmuştu. Onlar, ‘Korkma! Biz, birbirine haksızlık etmiş iki davacıyız. Aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme ve bize doğru yolu göster’ dediler.” (23) “(İçlerinden biri şöyle dedi:) ‘Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada bana üstün geldi.’” (24) “Davud dedi ki: ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir. Zaten ortakların çoğu birbirine haksızlık ederler. Yalnızca iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar da ne kadar azdır!’ Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi (fitne) anladı. Derhal Rabbinden bağışlanma diledi, secdeye kapandı ve O’na yöneldi.” (25) “Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz onun, katımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.” (Sâd suresi, 38:21–25) Bu kıssanın “düzeltme” olarak anlamı: Olayın aslı: Davud’un günahı, iddia edildiği gibi zina ve cinayet değildir. Onun hatası, davacılardan sadece birini dinleyerek, diğer tarafın savunmasını almadan aceleci bir hüküm vermesidir. Bu, peygamberlik makamının hassasiyeti açısından bir “zelle,” yani küçük bir sürçmedir. İmtihan olduğunu anlaması: Hz. Davud, bu olayın sıradan bir dava değil, Allah tarafından bir “fitne,” yani imtihan olduğunu hemen anlamıştır. Derhal tövbe etmesi: Hatasını anlar anlamaz kibre kapılmamış, derhal secdeye kapanarak Allah’tan af dilemiştir. Bu onun “evvâb” (sürekli tövbe eden) sıfatının bir tecellisidir. Allah’ın affı: Allah, onun bu samimi tövbesini kabul etmiş ve onu bağışlamıştır. Yani, tahrif edilmiş metinlerde “bir kadına göz koyma, zina ve cinayet” olarak anlatılan büyük günah silsilesi, Kur’an’da “yargılamada yapılan küçük bir hata ve ardından gelen samimi bir tövbe” olarak düzeltilmiştir. 3. İlahi Öğüt ve Görevinin Hatırlatılması Allah, bu imtihan ve af sonrası Hz. Davud’a görevini tekrar hatırlatarak, kıssadan çıkarılacak asıl dersi verir: “Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyle ise insanlar arasında adaletle hükmet. Nefsinin arzusuna (hevâ) uyma, yoksa o seni Allah’ın yolundan saptırır…” (Sâd suresi, 38:26) Düzeltme: Bu ayet, yaşanan olayın “nefse uyma” tehlikesine karşı bir uyarı olduğunu gösterir. İftirada olduğu gibi nefsine tamamen yenik düşmüş birini değil, nefsani bir arzuya kapılma potansiyeline karşı ilahi olarak uyarılan ve korunan bir peygamberi anlatır. Sonuç Olarak: Kur’an, Davud’a atılan iftiraları şu yöntemlerle düzeltir: Doğrudan bahsetmez: Batşeba ve Uriya isimlerini veya olayını hiç anmaz. Bu, olayın o şekilde gerçekleşmediğinin en büyük delillerindendir. Yüce bir portre çizer: Onu; güçlü, bilge, adil ve sürekli Allah’a yönelen seçkin bir kul ve peygamber olarak tanıtır. Olayın aslını anlatır: İftiranın tahrif edilmiş hali olan “iki davacı” kıssasını anlatarak, Hz. Davud’un hatasının ne olduğunu ve nasıl hemen tövbe ettiğini gösterir. İsmet sıfatını korur: Peygamberlerin büyük günahlardan korunduğu inancını (ismet sıfatı) Hz. Davud örneğinde de teyit eder. Onun hatası, bir peygamberin hassas makamına yakışmayan küçük bir sürçmedir (zelle), bir müminin bile işlemekten haya edeceği büyük bir günah değildir. Ve böylece kutsal Kur’an piyasadaki sahte İncillerin bir hatasını daha düzeltmektedir ve işin aslını bize anlatmaktadır. **** Kutsal Kur’an’da ribanın evrensel olarak yasaklanması da yine çok önemli örneklerdendir: Sahte Tevrat da riba almayı yasaklar, ancak bu yasağı sadece İsrailoğulları arasında geçerli kılar. Bir Yahudi’nin başka bir Yahudi’den alması yasaktır, ancak yabancılardan (İsrailoğlu olmayanlardan) alınmasına izin verilir. Tesniye (Yasa’nın Tekrarı) 23:19–20: “Kardeşine para, yiyecek ya da riba getiren herhangi bir şey ödünç verdiğinde riba almayacaksın. Yabancıdan alabilirsin ama kardeşinden almayacaksın…” Kur’an’ın düzeltmesi ve evrensel ahlak ilkesi: Kur’an, bu ayrımcılığı tamamen ortadan kaldırır ve ribayı mutlak bir şekilde, kimden alındığına bakılmaksızın yasaklar. Ve bu yasağı tüm insanlığı kapsayan evrensel bir ahlak ilkesi haline getirir. Bakara Suresi, 275. ayet: “…Allah, alışverişi helal, ribayı ise haram kılmıştır…” Bakara Suresi, 278–279. ayetler: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer inanıyorsanız, ribadan arta kalanı bırakın. Eğer bunu yapmazsanız, Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin.” Düzeltmenin önemi: Kur’an, piyasadaki sahte Tevrat’taki “kabile ahlakı” veya “çifte standart” anlayışını reddeder. Ekonomik adaletin ve sömürü yasağının bir ırka veya dine özel olamayacağını, tüm insanlar için geçerli evrensel bir ilke olduğunu öğretir. Bu, Kur’an’ın mesajının yerel değil, küresel ve tüm insanlığa yönelik olduğunun en net kanıtlarından biridir. **** Kutsal Kur’an, piyasadaki incillerde Musa peygambere atılan iftiraları da düzeltir. İşin gerçeğini bizlere anlatır ayetlerinde: Sahte Tevrat’ta, Tanrı Musa’yı peygamber olarak seçtiğinde, Musa’nın defalarca itiraz ettiği, görevden kaçmaya çalıştığı ve kendi yeteneklerine güvensizlik sergilediği bir tablo çizilir. Diliyle ilgili sorun (kekemelik veya pelteklik) bir eksiklik gibi sunulur ve Allah’ın bu duruma öfkelendiği ima edilir. Sahte Tevrat anlatısı: “Musa, ‘Aman, ya Rab!’ diye yanıtladı, ‘Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.’ Rab, ‘İnsana ağzı kim verdi?’ dedi… Ama Musa, ‘Aman, ya Rab, yalvarırım, başka birini gönder’ dedi. O zaman Rab Musa’ya öfkelendi…” (Mısır’dan Çıkış 4:10–14) Bu anlatım, bir peygamberin Tanrı’nın seçimine karşı bu denli tereddüt ve ısrarlı bir isteksizlik göstermesini sorunlu bir başlangıç olarak sunar. Kutsal Kur’an’ın olayın gerçek halini anlatması: bir dua ve stratejik bir talep Kur’an, bu olayı bir güvensizlik veya görevden kaçma olarak değil, tam tersine, görevin ağırlığının farkında olan bir peygamberin Allah’a yönelttiği samimi bir dua ve stratejik bir talep olarak anlatır. Kur’an’ın anlatısı: Musa, görevin zorluğunu bildiği için Allah’tan yardım ister. Kekeçliği bir mazeret değil, görevi en iyi şekilde yapabilmek için kardeşi Harun’un yardımını istemesine bir gerekçedir. “(Musa) dedi ki: ‘Rabbim! Göğsümü genişlet. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar. Ailemden bana bir yardımcı ver; kardeşim Harun’u. Onunla gücümü artır. Ve onu görevimde bana ortak et.’” (Taha suresi, 25–32). Ve böylece Kutsal Kur’an, bir peygamberin tereddütünü değil, Allah’a olan mutlak teslimiyetini ve O’ndan yardım isteme ahlakını gösterir. Olay, bir kusurun sergilenmesi değil, başarılı bir görev için Allah’tan destek ve doğru stratejiyi talep etme örneğidir. Allah’ın öfkesinden değil, duasının kabulünden bahsedilir. Ayrıca; tahrif edilmiş Tevrat’ın en trajik ve teolojik olarak sorunlu anlatılarından biri, büyük peygamberler Musa ve Harun’un, ömürlerini uğrunda adadıkları “vadedilmiş topraklar”a (kutsal topraklar) girmelerine, işledikleri bir “günah” yüzünden Tanrı tarafından izin verilmediği iddiasıdır. Sahte Tevrat’ın Çölde Sayım kitabında anlatılan “Meriva suları” hadisesinde, susuzluktan şikâyet eden israiloğulları için Tanrı, Musa’ya kayayla konuşmasını emreder. Ancak anlatıya göre Musa, öfkelenerek kayaya asasıyla iki kez vurur ve su fışkırır. Bu olay, büyük bir mucize olmasına rağmen, metinde Tanrı’nın Musa ve Harun’u cezalandırdığı bir günah olarak sunulur. Sahte Tevrat anlatısı: “Ama Rab, Musa’yla Harun’a, ‘Madem İsrail halkının önünde benim kutsallığımı saymadınız (bana iman etmediniz), bu topluluğu kendilerine verdiğim topraklara siz götürmeyeceksiniz’ dedi.” (Çölde Sayım 20:12) “Rab Musa’ya şöyle dedi: … ‘İsrail halkının önünde bana karşı geldiğiniz için, Harun da halkına kavuşacak. Çünkü size verdiğim topraklara o girmeyecek.’” (Çölde Sayım 20:23–24) Bu anlatı, son derece problemlidir: Adaletsizlik: Ömrünü kavminin kurtuluşuna ve Allah’ın mesajını yaymaya adamış iki büyük peygamber, muğlak ve orantısız bir sebeple en büyük hedeflerinden mahrum bırakılmaktadır. Hatta Harun peygamberden bile sayılmamaktadır. Peygamberin itibarını zedelemek: Bu, Musa’yı misyonunun sonunda başarısızlığa uğramış, Allah’ın gözünden düşmüş ve günahkâr bir lider olarak resmeder. Buna karşılık Kutsal Kur’an, bu iftirayı tamamen ortadan kaldırır ve olayın aslını bambaşka bir şekilde anlatır. Kutsal topraklara girememe cezasını alanlar peygamberler değil, tam tersine, korkaklık gösterip Allah’ın emrine isyan eden israiloğulları’nın kendisidir. Kur’an’ın anlatısı (hakikat): Musa, kavmini kutsal topraklara girmeye teşvik eder. Ancak onlar, o topraklardaki güçlü kavimlerden korkarak savaşmayı reddeder ve hatta Musa’ya saygısızca, “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” derler. “Dediler ki: ‘Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin gidin, savaşın. Biz burada oturacağız.’” (Maide suresi, 24) Bu büyük isyan üzerine Allah, peygamberleri değil, kavmin o neslini cezalandırır. İlahi ceza: “(Allah) buyurdu ki: ‘O halde orası (kutsal topraklar) onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde (çölde) şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık o yoldan çıkmış topluluk için üzülme.’” (Maide suresi, 26) Ve böylece Kutsal Kur’an bir kez daha bizi doğru bilgilerle buluşturur: Peygamberlerin onurunun iadesi: Kur’an, Musa ve Harun’u bu ağır iftiradan temize çıkarır. Onlar günahkâr değil, görevini sonuna kadar yapmış ama kavminin isyanı nedeniyle hedefe ulaşamamış sadık elçilerdir. İlahi adaletin tecellisi: Adaletsiz ve orantısız bir ceza tablosu yerine, Kur’an suçu ve cezayı hak edene yöneltir. İsyan eden ve korkaklık gösteren kavim cezalandırılır, sadık peygamberler ise bu durumdan sorumlu tutulmaz. Tarihsel mantığın sağlanması: Kur’an’ın anlatısı, tarihsel olarak da tutarlıdır. Bir neslin tamamının çölde helak olması ve kutsal topraklara ancak yeni bir neslin girebilmesi, bu büyük isyanın bir sonucu olarak mantıklı bir çerçeveye oturur. Sonuç olarak Kutsal Kur’an, eski metinlerin peygamberlere attığı bu ağır iftirayı da düzelterek, Musa’nın ve Harun’un misyonlarını lekesiz ve onurlu bir şekilde tamamladıklarını, başarısızlığın ve günahın onlara değil, onlara isyan eden kavimlerine ait olduğunu ortaya koyar. **** Sahte Tevrat’ta elçi Lut’a atılmış olan iftiraların da, Kutsal Kur’an tarafından düzeltilmesi ve işin aslının Kur’an ayetlerinde anlatılması da bu konuya güzel bir örnektir: Sahte Tevrat’ın en çirkin iftiralarından biri, Allah’ın elçisi olan Lut’a yöneliktir. Bu hadis kitabında, Lut’un kavmi helak edildikten sonra, öz kızlarıyla zina yaptığı ve bunu yaparken sarhoş olduğu anlatılır: Yaratılış 19:31–36’da Lut’un kızlarının, soylarını devam ettirecek başka erkek kalmadığı düşüncesiyle babalarını sarhoş edip onunla yattıkları anlatılır. Bu ensest ilişkiden, İsrailoğulları’nın düşmanları olan Moav ve Ammon halklarının doğduğu iddia edilir. Bu anlatı, bir peygamberi zayıf, iradesiz, sarhoş ve en büyük günahlardan birini işleyen biri olarak gösterir. Bunun, İsrail’in komşu ve rakip kavimlerini aşağılamak için uydurulmuş, siyasi amaçlı bir karalama hikayesi olduğu düşünülmektedir. Bir Allah elçisinin bu duruma düşmesi akıl ve din dışıdır. Kur’an ise bu korkunç iftirayı kökünden reddeder ve Lut’un gerçek kimliğini, yani iffetli, kararlı ve şerefli bir peygamber olduğunu ortaya koyar: Enbiyâ 21:74–75: “Lut’a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu, o çirkin işleri yapan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar kötü bir toplum idiler, yoldan çıkmışlardı. Onu rahmetimizin içine soktuk; çünkü o, salihlerdendi.” En’âm 6:86: “(İsmail, Elyesa, Yunus) ve Lut’u da (hidayete erdirdik). Her birini âlemlere üstün kıldık.” Kur’an’da Lut, kavmini sapkınlıktan kurtarmak için çırpınan, misafir olarak gelen diğer elçilere (meleklere) zarar gelmesin diye de canını ortaya koyan, ahlak abidesi bir elçidir. Onun kızlarını evlilik yoluyla onlara teklif etmesi, onları sapkınlıktan vazgeçirip meşru ve fıtrî yola döndürmek için son bir çırpınıştır; bu, onun ahlaki üstünlüğünü gösterir. Kur’an, Lut’un ve iman eden ailesinin (karısı hariç) kurtuluşunu anlatır ve hikâyeyi orada, onun şerefini koruyarak bitirir. Sarhoşluk, zina veya mağara olayı gibi iftiralara asla yer vermez. Böylece Kutsal Kur’an, bir Allah elçisine atılan bu büyük iftirayı da temizler; gerçek bilgileri bizlere ulaştırır. Bir kez daha görülmektedir ki elçilerin gerçek yaşam öyküleri ve sünnetleri de sadece ve sadece Kur’an’dadır. **** Kutsal Kur’an’ın intiharı kesin bir şekilde yasaklaması da yine piyasadaki Sahte İncillerin çok büyük bir hatasını düzeltmektedir. Çünkü Sahte İncillerde bazı elçilerin intihar olarak yorumlanacak bir hatalı davranışla dünyadan ayrıldıkları anlatılıyor/iddia ediliyor. Kur’an ayetleri intiharı haram kılar: “Kendi canlarınıza kıymayın/intihar etmeyin. Hiç kuşkusuz, Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve zulümle intihar günahını işlerse onu ateşe sokacağız. Bu, Allah için çok da kolaydır.” (Nisa Suresi, 29 ve 30.) Ayrıca cana kıymanın büyük günah olduğunu söyleyen ayetler de yine aynı zamanda intiharı da yasaklayan ayetlerdir. Allah’ın en büyük günahlardan biri olarak tanımladığı intihar eylemi, hayattan ümit kesmenin ve Yaradan’ın takdirine isyan etmenin bir göstergesidir. Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil metinlerinde ise, bazı kilit figürlerin hayatlarının sonu, modern tanımıyla “intihar” olarak yorumlanabilecek eylemlerle biter. Kur’an, peygamberlerin ve salih kulların masumiyetini ve onurlu duruşunu koruyarak, bu tür anlatıları ve imaları reddeder. 1. Tahrif edilmiş metinlerdeki sorunlu anlatılar a) Şimşon (Samson): Toplu katliam ve intihar Sahte Tevrat’ın Hâkimler kitabında anlatılan Şimşon, İsrail’i Filistililerden kurtarmak için Allah tarafından olağanüstü bir güçle donatılmış bir “nazır” (adanan kişi) olarak tanıtılır. Hikâyenin sonunda, gözleri oyulmuş ve köleleştirilmiş olan Şimşon, Filistililerin tapınağında tutsaktır. Son bir güçle Allah’a dua eder ve tapınağın sütunlarını yıkarak, hem binlerce Filistiliyi hem de kendisini öldürür. Sahte Tevrat anlatısı: “Şimşon, ‘Filistililer’le birlikte öleyim!’ diyerek bütün gücüyle yüklendi. Tapınak önderlerin ve içindeki bütün halkın üzerine yıkıldı. Böylece Şimşon’un yaşarken öldürdüğünden daha çok kişiyi ölürken öldürdü.” (Hâkimler 16:30) Bu eylem, bir kahramanlık olarak sunulsa da, tanım olarak bir intihar saldırısıdır. b) Kral Saul (Tâlût): Onursuz bir kaçış olarak intihar İsrail’in ilk kralı olan Saul (Kur’an’daki Tâlût), Filistililerle yaptığı son savaşta yenilgiye uğrar. Yaralıdır ve düşmanın eline geçip aşağılanmaktan korkar. Silahını taşıyan uşağına kendisini öldürmesini emreder, uşağı reddedince kendi kılıcının üzerine atlayarak intihar eder. Sahte Tevrat anlatısı: “Saul uşağına, ‘Kılıcını çek de beni öldür. Yoksa bu sünnetsizler gelip beni delik deşik edecek, benimle alay edecekler’ dedi. Ama uşağı çok korktuğu için bunu yapmak istemedi. Bunun üzerine Saul kılıcını kapıp üzerine atladı.” (1. Samuel 31:4) Bu, bir kralın ümitsizlik ve onursuzluk içinde hayatına son vermesidir. c) İsa’nın çarmıhı: Gönüllü bir intihar olarak yorumlanması Hristiyan teolojisine göre, İsa’nın çarmıha gerilmesi, onun pasif bir kurban oluşu değildir. O, bu akıbeti önceden biliyordu ve insanlığın günahlarına kefaret olmak için gönüllü olarak kendini ölüme teslim etti. Bazı yorumculara göre bu, ilahi bir amaç uğruna planlanmış bir “dolaylı intihar” (suicide by proxy) eylemidir. Kaçma veya kurtulma imkânı varken, bile isteye ölüme gitmiştir. 2. Kutsal Kur’an’ın olayların aslını anlatması: Kur’an, piyasadaki sahte İncillerdeki bu tür anlatıları temelden reddeder. Allah’ın elçileri ve salih kulları, en zor anlarda bile ümitlerini kesmez, Allah’a sığınır ve onurlu bir duruş sergilerler. İntihar, Kur’an’ın ruhuna tamamen aykırıdır. a) Hayatı sona erdirme yetkisi yalnızca Allah’tadır: Kur’an, insanın kendi canına kıymasını en büyük günahlardan biri olarak tanımlar. Yaşam, Allah’ın bir emanetidir ve onu sonlandırma yetkisi sadece O’na aittir. “Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (Nisa Suresi, 29) b) Tâlût (Saul) kıssasının doğru anlatımı: Kur’an, Tâlût’u Allah’ın seçtiği, bilgili ve güçlü bir komutan olarak tanıtır. Onun Câlût (Goliath) ile olan mücadelesi bir iman ve sabır zaferi olarak anlatılır. Kıssanın sonunda onun intihar ettiğine dair en ufak bir ima yoktur. Hikâye, zaferle ve Davud’un Câlût’u öldürmesiyle biter. Kur’an, bir kralın onursuz intiharını değil, imanla kazanılan bir zaferi anlatarak hikâyeyi düzeltir ve olması gereken onurlu sona ulaştırır. (Bakara Suresi, 246–251) c) İsa’nın kurtarılışı: Kur’an, İsa’nın “gönüllü ölümü” veya “ilahi intiharı” fikrini tamamen reddeder. Tam tersine, Allah’ın elçisini düşmanlarının tuzağından kurtardığını ve onu aşağılanarak ölmekten koruyup kendi katına yükselttiğini bildirir (Nisa Suresi, 157–158). Bu, bir yenilgi ve ölüm hikâyesi değil, ilahi bir kurtuluş ve zafer hikâyesidir. Düzeltmenin Önemi: Peygamberlerin ve salih kulların psikolojik gücü: Kur’an, Allah’a iman eden bir kişinin en zor şartlar altında bile ümidini yitirmeyeceğini, intihar gibi bir acizlik ve isyan eylemine başvurmayacağını öğretir. Onlar, sabrın, tevekkülün ve onurlu mücadelenin timsalidirler. İlahi adaletin ve korumacılığın vurgulanması: Allah, kendisine sadakatle hizmet eden elçilerini ve kullarını düşmanlarının elinde onursuzca veya kendi elleriyle can verirken terk etmez. Onları korur, yüceltir ve onlara onurlu bir yaşam bahşeder. Hayatın kutsallığı ilkesinin pekiştirilmesi: Kur’an’ın bu düzeltmesi, hayatın ne kadar değerli ve kutsal olduğunu, en büyük kahramanların bile bu kutsallığa saygı duymakla yükümlü olduğunu gösterir. “Amaç uğruna intihar” gibi kavramlar İslam’ın ruhunda yer bulmaz. Sonuç olarak Kur’an, tahrif edilmiş metinlerdeki yani Sahte İncillerdeki intihar imalarını temizleyerek, Allah’a teslim olmuş bir benliğin asla ümitsizliğe kapılmayacağını ve her koşulda yaşamını koruyacağını, Allah’ın da sadık kullarını asla yüzüstü bırakmayacağını ilan eder. Kısacası hiçbir elçi veya peygamber kendi sağlığı veya canı aleyhinde bir davranışta bulunmamıştır. Tam tersine, her zaman yaşamayı ve mücadeleyi, Allah’a güvenmeyi ve O’na sığınma yolunu seçmişlerdir. Bir Müslüman hem kendi yaşamını hem de tüm insanların yaşamını korumak, hayat kurtarmak için gayret eder: Mâide Suresi 32. Ayet: İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. **** Kutsal Kur’an meleklerle ilgili kıssalarda da yine bize gerçekleri anlatarak piyasadaki İncilleri düzeltir. Sahte İncillerde, melekler bazen insanlara o kadar benzetilir ki, onlara hatalar yapmak, ayrıca yeme, içme ve hatta cinsel ilişkiye girme gibi tamamen beşeri özellikler atfedilir. Hatta bazen de meleklerle cinler birbirine karıştırılır. Bu anlatımlar, meleklerin gerçek yapısına aykırı unsurlardır. Kur’an, bu temel teolojik hatayı düzelterek, meleklerin gerçek mahiyetini açık ve net bir şekilde ortaya koyar. Meleklerin yemek yemesi: Yaratılış (Tekvin) kitabında, Peygamber İbrahim’i ziyaret eden üç ziyaretçinin sunulan yemeği yedikleri anlatılır. Sahte Tevrat anlatısı: “İbrahim bir buzağıyı kesip hazırlattı… Sonra tereyağı, süt ve hazırlanan buzağıyı getirip konuklarının önüne koydu. Onlar yerken, o da yanlarında, ağacın altında durdu.” (Yaratılış 18:7–8) Meleklerin (ya da Tanrı’nın oğulları olduğu iddia edilen varlıkların) kadınlarla cinsel ilişkiye girmesi: Yaratılış kitabının en tartışmalı ve mitolojik pasajlarından birinde, “Tanrı’nın oğullarının” (yorumcuların büyük kısmına göre meleklerin), insan kızlarıyla evlenip onlardan çocuk sahibi oldukları anlatılır. Bu birleşmeden “Nefilim” adı verilen devlerin doğduğu iddia edilir. Sahte Tevrat anlatısı: “Tanrı’nın oğulları, insan kızlarının güzelliğini görünce, beğendikleriyle evlendiler… O günlerde ve daha sonrasında yeryüzünde Nefilimler vardı; çünkü Tanrı’nın oğulları insan kızlarıyla birleşmiş ve onlardan çocukları olmuştu.” (Yaratılış 6:2–4) Bu anlatının yarattığı teolojik sorunlar şunlardır: Meleklere cinsiyet (erkek) ve cinsel arzu (şehvet) atfeder. Meleklerin isyan ederek Allah’ın düzenini bozabileceğini ima eder. Yarı-melek, yarı-insan melez bir ırkın varlığını öne sürerek, pagan mitolojilerindeki (yarı-tanrı kahramanlar gibi) hikayelere kapı aralar. Kur’an’ın Kesin ve Net Düzeltmesi Kutsal Kur’an, bu tür tüm mitolojik ve antropomorfik (insan biçimci) tasvirleri reddeder. Melekler yemek yemez: Kur’an, İbrahim kıssasını anlatırken, Sahte Tevrat’taki bu hatayı doğrudan düzeltir. Melekler, insan suretinde gelseler de, önlerine konan yemeğe ellerini uzatmazlar. Bu durum, İbrahim’in onların melek olduğunu anlamasını sağlar. Kutsal Kur’an’ın anlatısı: “Hani İbrahim, ailesine giderek (misafirleri için) semiz bir buzağı (kızartması) getirmişti. Onu önlerine koyup, ‘Yemez misiniz?’ dedi. (Yemediklerini görünce) onlardan içine bir korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma!’ ve ona bilgin bir oğul müjdelediler.” (Zariyat Suresi, 26–28) Bu, Kur’an’ın bir anlatıyı alıp, nasıl teolojik bir düzeltme yaptığının mükemmel bir örneğidir. Meleklerin cinsiyeti ve arzuları yoktur: Kur’an, meleklerin cinsiyeti olduğu fikrini, özellikle de onları “dişi” olarak niteleyen müşrik inancını şiddetle reddeder. Onların ne dişi ne de erkek olduğunu, bu tür beşeri kategorilerin ötesinde varlıklar olduğunu belirtir. “Onlar, Rahman’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” (Zuhruf Suresi, 19) Onların tek “arzusu” Allah’a itaat ve hizmettir. Harut ve Marut kıssasının doğru anlaşılması: Kur’an’da geçen Harut ve Marut isimli iki meleğin Babil’e indirilmesi kıssası (Bakara, 102), bazen yanlış yorumlanarak “düşmüş melek” mitiyle ilişkilendirilir. Oysa Kur’an, onların günah işlemek için değil, insanları imtihan etmek için gönderilmiş birer görevli olduklarını açıkça belirtir. Onlar, insanlara sihir öğretirken bile şu uyarıyı yapıyorlardı: “Biz ancak bir imtihanız, sakın inkâr etme!” Bu, onların şehvetlerine yenik düşen isyankârlar değil, Allah’ın emriyle zorlu bir imtihanı yürüten itaatkâr görevliler olduğunu gösterir. Düzeltmenin Önemi: Tevhidin paganizmden arındırılması: Kur’an, Yüce Allah’ın dinini, melek-insan birleşmesi gibi pagan ve mitolojik hikayelerden tamamen arındırır. Varlık kategorileri (melek, cin, insan) nettir ve birbirine karışmaz. Meleklerin isyan gibi günahlara düşme potansiyeli olsaydı, vahyi getiren Cebrail’in güvenilirliği de sorgulanabilirdi. Kur’an, onların mutlak masumiyetini teyit ederek, Allah’tan gelen mesajın saflığını garanti altına alır. Kur’an, her varlığın kendi doğasına ve amacına uygun yaratıldığını öğretir. Meleklerin görevi hizmet ve elçiliktir; bu düzenin melezleşme gibi yollarla bozulması söz konusu değildir. Sahte İncillerde anlatılan gökten gelen varlıklar, belki de teknolojiyi kullanan, dünya dışından gelen başka bir ırktı. Ama işte bu varlıklar kimi zaman meleklerle, kimi zaman da Tanrı ile karıştırılmıştır bu insan yazımı hadis kitaplarında. Buna karşılık Kutsal Kur’an, melekleri beşeri zafiyetlerden ve yanlış rollerden arındırarak, onları Allah’ın masum, itaatkâr elçileri olarak layık oldukları yüce konuma iade eder. Yine olayların gerçek halini ve gerçek bilgiyi sunar. Asla insanlar veya başka kullar meleklerle veya Tanrı ile birbirine karıştırılmaz. Kullara kutsallık yüklenmez. Kur’an’da insandan bahsediliyorsa gerçekten insandır bahsedilen varlık. Ya da meleklerden, cinlerden, başka ırklardan veya Yüce Allah’tan bahsediyor ise Kur’an ayetleri, yine kusursuz bir şekilde doğru ve net anlatımı yapar. **** Din adamlarının veya diğer insanların Tanrı adına haram veya helal ilan etme ya da dini bir hüküm verme yetkisinin olmadığının belirtilmesi de bu düzeltmelere güzel bir başka örnektir: Tarih boyunca insanlık, insanlar ile Tanrı arasında aracılık yapan, özel bir yetkiye sahip olduğunu iddia eden ve zamanla kendilerini bir otorite olarak kuran bir "ruhban sınıfı" ortaya çıkarmıştır. Kur'an, bu ruhbanlık sistemini ve din adamlarının tanrılaştırılmasını temelden reddeder ve bunu şirk (Allah’a ortak koşmak) olarak nitelendirir. Kur’an’daki din, aracısız ve doğrudan bir teslimiyet sistemidir; bu sistemde her birey Tanrı ile doğrudan iletişim kurar, hüküm yalnızca Allah'a aittir ve "imam" gibi unvanlar kutsal bir sınıf oluşturmaz. Sahte Tevrat'ta Hahamların Rolü: Sahte Tevrat, Levililer soyundan gelen kâhinler (Kohenler) için özel bir statü tanımlar. Zamanla bu yapı, Tevrat'ı ve daha da önemlisi "sözlü gelenek" olan Talmud'u yorumlama yetkisini elinde bulunduran hahamlar (rabbiler) sınıfına dönüşmüştür. Hahamların yorumları (içtihatları), vahyin kendisi kadar bağlayıcı hale gelmiş, var olmayan sayısız kural ve detayı dine sokmuşlardır. Halk, dini anlamak için Tevrat'tan çok hahamların yorumlarına muhtaç bırakılmıştır. İncil Sonrası Hristiyanlıkta Rahiplerin Rolü: Her ne kadar sahte İncillerde İsa'nın bizzat dönemin din adamlarını (Ferisiler ve Yazıcılar) en sert şekilde eleştirdiği görülse de (Matta 23), kurumsallaşan Kilise, tam da bu eleştirilen yapıyı rahipler, piskoposlar ve Papa figürleriyle yeniden inşa etmiştir. Bu sınıfa, Tanrı adına günahları affetme (itiraf), kutsal metinleri halk adına yorumlama (yanılmazlık), helal-haram belirleme (konsül kararları) gibi ilahi yetkiler tanınmıştır. Sıradan bir inanan, bir rahip aracılığı olmadan ne günahlarından arınabilir ne de dini doğru anladığından emin olabilir. Bu iki modelde de din adamları, Allah'ın mesajını halka ulaştıran birer "öğretmen" olmaktan çıkıp, mesajın sahibi ve yorum tekelcisi olan, kendilerini Allah ile halk arasında vazgeçilmez bir aracı konumuna yükselten birer otoriteye dönüşmüşlerdir. Hata ve Sapma: Hüküm Koymada Allah’a Ortak Koşmak Diğer dinlerdeki ruhban sınıfları (örneğin hahamlar, papazlar), Tanrı'nın kitabında bulunmayan yasaklar koyma veya O'nun koyduğu hükümleri değiştirme yetkisini üstlenmişlerdir. Kur'an, bu eylemi, söz konusu din adamlarını Allah'ın yanı sıra rabler (rab) edinmek olarak tanımlar. Kutsal Kur'an'ın Tespiti ve Din Adamlarını Reddi: Kur'an, Ehl-i Kitap arasındaki bu sapmayı açıkça tespit eder: "Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler..." (Tevbe Suresi, 31) Kutsal Kur'an, bu "rabler edinme" eyleminin ne anlama geldiğini kendisi açıklar: Bu, neyin helal neyin haram olduğunu belirleme yetkisini Allah'ın elinden almaktır. Kur'an, bu yetkinin yalnızca Allah'a ait olduğunu ve insanların keyfi olarak yasaklar icat edemeyeceğini bildirir: "Dillerinizin yalan yere nitelediği şeyler hakkında, 'Bu helaldir, bu haramdır' diyerek Allah'a karşı yalan uydurmayın..." (Nahl Suresi, 116) "De ki: 'Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?'" (A'râf Suresi, 32) Bu ayetler, din adamlarının, Tanrı'nın kitabında bulunmayan yasaklar (ruhbanların evlenmemesi, keyfi olarak belirli yiyeceklerin yasaklanması vb.) koyarak veya Allah'ın hükümlerini değiştirerek nasıl "rablik" iddia ettiklerini ortaya koyar. Kur'an'a göre hüküm, yalnızca ve sadece Allah'a aittir. "Hüküm (el-hükm) ancak Allah'ındır." (Yusuf Suresi, 40) Kur’an’ın Çözümü: Aracısız Din ve "İmam" Kelimesinin Gerçek Anlamı Kur'an, bu ruhbanlık sistemini yıkar ve yerine her bireyin doğrudan sorumlu olduğu bir din anlayışı kurar. Bu anlayışta, bugün anladığımız anlamda özel imtiyazlara sahip, maaşlı, profesyonel bir "imam" sınıfı yoktur. Kur'an'da "İmam" Ne Anlama Gelir? Kur'an "imam" kelimesini kullanır, ancak bunu asla kutsal bir ruhban sınıfını tanımlamak için yapmaz. Kur'an'daki anlamları şunlardır: Önder, Rehber, Örnek Kişi: İbrahim, insanlığa bir "imam" (önder) kılındı (Bakara, 124). Salih insanlar, "Ve bizi takva sahiplerine imam (önder) eyle" diye dua ederler (Furkan, 74). Bu, profesyonel bir makamı değil, ahlaki ve manevi liderliği ifade eder. Kitap, Kılavuz: Kur'an, Musa'nın kitabını bir "imam" (rehber) olarak niteler (Hud, 17). Ayrıca, Kıyamet Günü'nde her topluluğun "imamı" (amel defteri/kitabı) ile birlikte çağrılacağı belirtilir (İsra, 71). Kur'an Dininde Neden Bir Ruhban Sınıfı/Din Adamları Yoktur? Kur'an her bireyi kitabı bizzat okumaya, anlamaya ve üzerinde düşünmeye davet eder. Kişi, onu anlamak için bir aracıya veya "resmi bir yoruma" mahkum değildir. "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed Suresi, 24) Aracısız Tövbe ve Dua: Günahların affı için bir din adamına itirafta bulunmaya veya onun şefaatini arama söz konusu değildir, zaten bu şirktir. Tövbe kapısı her birey için doğrudan Allah'a açıktır. "De ki: 'Ey kendilerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar...'" (Zümer Suresi, 53) Kur'an, "bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını" (Zümer, 9) belirterek bilgiye ve alime değer verir. Ancak bu, bilgiyi özel kıyafetler ve unvanlarla ayrılmış belirli bir sınıfın tekeline alan bir ruhbanlık sistemi kurmaz. Bilgi, onu arayan her samimi kulun ulaşabileceği bir erdemdir. Bu Düzeltmenin Önemi: Bu düzeltme, dini belirli bir grubun yorum tekelinden, bir sömürü aracı olmaktan ve otorite kurma vasıtası olmaktan kurtarır. Tevhidi (Allah'ın birliğini) Korumak: Hüküm koyma, helal ve haram belirleme, bağışlama gibi ilahi yetkilerin gasp edilmesini önleyerek tevhidin en saf halini korur. Allah'a ortak koşmak zaten en büyük günahtır ve bunun yolu en başından kapatılır. Aklı ve Bireysel Vicdanı Özgürleştirmek: Kur'an'ın modeli, her bireyi bir "cemaatin" pasif bir üyesi olmaktan çıkarıp, dinini doğrudan Allah'ın kitabından aklını ve vicdanını kullanarak öğrenen aktif ve sorumlu bir "mümin" olmaya teşvik eder. Sonuç olarak Kutsal Kur'an, din adamlarını tanrılaştıran ve dini bir ruhban sınıfının tekeline veren tüm sistemleri yıkarak, dini asıl sahibi olan Allah'a ve her bir bireyin aklına ve vicdanına iade eder. Hahamlar, rahipler veya imamlar ya da şeyhler gibi adlarla anılan din adamlarının dinde yeri yoktur. Zaten bu rahipler gibi sınıflar Paganizmden gelmedir. Ve tekrar hatırlatalım, bugün için İslam dininin tek kaynağı Kur'an'dır.
-
Onlar bozulmamış incil ile tevrat derler bu seferde.
-
Bunları aslında din güzellemesi yapanların gözüne ha bire sokmak lazım.
-
İnsan süresi 30. Vemâ teşâûne illâ en yeşâa(A)llâh(u)(c) inna(A)llâhe kâne ‘alîmen hakîmâ(n) Ve Allah dilemedikçe onlar, dileyemezler; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. Tekvir süresi 29. Vemâ teşâûne illâ en yeşâa(A)llâhu rabbu-l’âlemîn(e) Ve isteyemezsiniz, alemlerin Rabbi Allah istemedikçe. Bu ayetleri görmüyorsunuz. @Emre_1974trÖzgür irade nerede? Dileme eylemi Allah'a bağımlı ise insanın dileme özgürlüğü yoktur.
-
Bilmiyor, çünkü bilseydi zamanında, "Bana ve Muhammed´e inanmayanlar cehennemliktir" minvalinde sözlerle saçmalamazdı. Biz de onun bu yüzkarası söylemlerini ifşa etmezdik, senin gözüne sokmazdık ve onun da kulakları çınlamazdı. Keza, olmayan şeyin nesi çınlayacak. Diii mi?! Demek ki neymiş? Senin taptığın Arap ithali tanrın hiçbir şeyi bilmiyor. Bu kesin.
-
Yine ücretsiz olarak okuyabileceğiniz diğer kitaplarına örnekler: https://www.emredorman.com/kitaplar/
-
Kur'an'ın Nahl (Bal Arısı) Suresi'nde bulunan ifadeler, 7. yüzyıl ve öncesinde yaygın olan arı biyolojisi hakkındaki iki yerleşik yanlış kanıyı düzeltir ve modern bilimle şaşırtıcı bir şekilde örtüşür. Düzeltme 1: İşçi Arının Cinsiyeti ve Rolü Kur'an vahyedilmeden önce, Antik Yunan filozofu Aristoteles gibi büyük düşünürlerin de etkisiyle, kovanı yöneten ve idare eden liderin "kral arı" (erkek) olduğuna inanılıyordu. Kovanın organizasyonu, bir erkek hükümdarın altındaki bir hiyerarşiye benzetiliyordu. Bu, yüzyıllarca kabul görmüş temel bir biyolojik hataydı. Nahl Suresi'nin 68-69. ayetlerinde, yuvasını yapması ve bal üretmesi için vahyedilen arıya hitap edilirken, Arapçada kasıtlı olarak dişil fiil formları kullanılır: "Evler edinin" – (ittakhizî - اتَّخِذِي) "Yiyin" – (kulî - كُلِي) "Gidin" (yollarına uyun) – (uslukî - اسْلُكِي) Bu gramatik tercih, kovanı inşa eden, nektar toplayan ve bal üreten arının dişi olduğunu kesin bir şekilde belirtir, böylece "kral arı" efsanesini yıkarak bu rolü kraliçe/işçi arıya atfeder. 17. yüzyıldan itibaren yapılan bilimsel gözlemler, bir kovandaki tüm işçi arıların ve kovanın gerçek yöneticisi olan kraliçenin dişi olduğunu kanıtlamıştır. Bu gerçeğe bilimsel keşfinden yaklaşık bin yıl önce işaret ederek, Kur'an dikkate değer bir tarihsel düzeltme sunmaktadır. Düzeltme 2: Bal Üretim Süreci Antik çağda balın, arıların çiçeklerden sadece topladığı ve peteğe değiştirmeden koyduğu basit tatlı bir madde, hatta gökten düşen bir "çiğ" olduğu düşünülürdü. Arının vücudu içinde gerçekleşen biyokimyasal dönüşüm bilinmiyordu. Ayet, balı sadece toplanmış bir materyal olarak tanımlamaz, aksine ondan "karınlarından çeşitli renklerde bir içecek çıkar" şeklinde bahseder. Bu ifade, salt bir toplamadan öte, içsel bir dönüşüme ve üretim sürecine işaret eder. Modern biyoloji, nektarın gerçek midede değil, arının karnındaki özel bir "bal midesi"nde (kursak) depolandığını gösterir. Burada, arının salgıladığı enzimlerle karışarak bala dönüşen tam bir kimyasal değişim geçirir ve ardından peteğe bırakılır. Kur'an'ın "karınlarından çıkan bir içecek" tanımı, bu karmaşık biyokimyasal üretimi mükemmel bir şekilde özetler. İşçi arının erkek olduğu yanılgısını düzeltmek için dişil fiiller kullanarak ve balı sadece toplanmış bir madde olarak değil, "karınlarından çıkan bir içecek" olarak tanımlayarak Nahl Suresi, kendi döneminin yaygın hatalarına karşı bilimsel ve tarihsel bir düzeltme sunar. Bu durum, metnin, vahyedildiği 7. yüzyıl dünyasının ötesinde bir bilgi içerdiğine dair en net kanıtlardan biri olarak durmaktadır.
-
Allah gelecekte ne olacağını bilmekte: 48:11 Geride kalan bedeviler sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz oyaladı, bu yüzden bizim için bağışlanma dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: "Eğer Allah size bir zarar gelmesini veya bir fayda görmenizi istese, O'na karşı kimin size bir gücü yetebilir?" Hayır, Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. 48:15 Siz ganimetleri almak için yola çıktığınızda, geride kalanlar, "Bırakın biz de peşinizden gelelim!" diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bizim peşimizden gelmeyeceksiniz; Allah önceden böyle buyurmuştur." O zaman da, "Hayır, siz bizi kıskanıyorsunuz" diyeceklerdir. Aksine, onlar pek az anlarlar. 48:16 Geride kalan o bedevilere de ki: "Siz, savaşta çok güçlü olan bir kavimle savaşmaya çağrılacaksınız, ya da onlar teslim olacaklar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Fakat daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirirseniz, sizi acı bir azap ile cezalandırır."
-
Ayetler ışığında Tasavvufun içyüzünü anlattığımız videomuz:
-
"Yaşamamış birisinin doğumu" ve/veya "Yaşamamış birisinin doğumu öncesi" cümleleri paradoks mu içeriyor? 🫣 😍 🤩 Sevgiler
-
Konu ile alakalı olduğu için Ateistforum'dan bir link vereyim. Yaşamamış Muhammed'in doğumundan önce yazılmış Kuran sayfaları 🤩 Sevgiler
- 22 yanıt
-
- 1
-
- Earlier
-
Değerli dostlar, Müslümanlar "peygamberlerin daima insanlığa örnek olacak bir hayat sürdüğünü" iddia ederler. Şimdi gelin, bu iddia gerçekten doğru mu, hep birlikte inceleyelim. İbrahim, üç büyük dindede önemli bir yere sahiptir. İslam'a görede Allah'ın bir peygamberi ve elçisidir. İbrahim'in, bugün Irak sınırları içinde yer alan Ur şehrinde doğduğu iddia edilir; bazı kaynaklar ise onun Şanlıurfa'da doğduğunu öne sürer. İbrahim, burada Sare ile evlenir. O dönemde yaşadığı Ur şehri, pagan bir toplumdu. Allah, İbrahim’e vahiy yoluyla bir mesaj göndererek, "Ben seni bir milletin babası yapacağım; şimdi Kenan diyarına git" diyerek İbrahim’e emir verir. İbrahim de yanına Terah, Abram, Sare ve Lut'u alarak, Kenan diyarına doğru yola çıkar. Kenan diyarına giderler, fakat Kenan diyarında şiddetli bir kıtlık vardır. Durum böyle olunca, İbrahim ve ev halkı Mısır’a doğru yol alırlar. Bu yolculuk sırasında İbrahim, Mısırlıların onu öldürmemesi için Sare’ye, "Kız kardeşim olduğunu söyle" diyerek yalan söylemesini ister. Mısır’a vardıklarında, Firavun’un görevlileri hemen İbrahim’e sorar: "Yanındaki kimdir?" İbrahim, "Bu benim kız kardeşim" diye cevap verir. Firavun’un görevlileri hızla Firavun’un yanına gidip, Sare’nin güzelliğini överek onu saraya götürürler. (O dönemde Sare, yaklaşık 75-80 yaşlarındadır.) Karşılığında ise İbrahim’e mal verirler. Böylece İbrahim, karısını kız kardeşi olarak tanıtıp, onu Firavun’a peşkeş çeker, aynı zamanda malları cebe indirir. Firavun, Sare ile ilişkiye gireceği sırada Allah, Firavun’a bir uyarı gönderir. Bu uyarı sayesinde Firavun, Sare’nin aslında İbrahim’in karısı olduğunu fark eder ve hemen muhafızlarına İbrahim’i bulup getirmelerini emreder. İbrahim, Firavun’un huzuruna çıkartıldığında, Firavun ona bayağı bir fırça çeker. Sonunda, hem İbrahim hem de Sare Mısır’dan sürgün edilir. Ey Müslümanlar! Gelin cevap verin bakalım bu nasıl peygamber! Hem yalan söylüyor, hem karısını başkalarına peşkeş çektiriyor!
-
Arap dünyası hiç olmadığı kadar parçalanmış durumda, ki bu durumu İsrail hükümeti kendi lehine kullanıyor. Buna da ortaklık denmez herhalde.
-
Diamond Tema, bir başka şeriatçıyı da yerden yere vurmuş. Eski video ama çok iyi.
-
Ne olsaydı? Demokrat mı olsaydı?
- 1 yanıt
-
- yahudi ve arap zırvaları
- arap masalları
-
(1 etiket daha)
Konudaki etiketler:
-
Ortaklık filan yok bence. Yahudiler, Arapları kullanıyorlar gibi.
-
Tanrının işi diyorsun yani? Bu paylaşımından bu anlaşılıyor. Üyeliğin silinmeseydi tartışabilirdik. Neyse.
-
Yahudiler kadar ezilmiş, soykırıma uğramış, dışlanmış bir millet daha var mı? Genetik olarak bazı hastalıklara yatkınlıkları varmış. Bunun yanında çokta başarılılar. Karşıma şu video çıktı. İzleyince buraya yorum yapasım geldi. Videodaki şahıs Yahudiler hakkında doğru konuşuyor.
-
Yukardaki iletimde verdiğim makale ve tabi resimler şu kitaptan alınmadır: https://schiler-muecke.de/index.php?title=Markus+Groß+%2F+Karl-Heinz+Ohlig+Schlaglichter&art_no=M0224 Makalenin ismi: "Ein früher Koranpalimsest aus Saana (Sanaa'dan Eski bir Kuran palimsesti*) (DAM01 - 27.1) Elisabeth Puin" Sayfa 461'den itibaren. .. Kitabın bazı kısımları -bahsettiğim bölümler ve resimler de dahil- internette, "books.google.de" adresinde herkese açıktır. Sevgiler *palimsest: Üzerindeki yazı yıkanarak silinmiş ve fakat zamanla tekrar görünür hale gelmiş parşömen.
-
Resimler Elisabeth Puin'in bir makalesinden alınmıştır. E. Puin makalesinde Saana Kuran Tomarları'ndan "Sanaa DAM 01-27.1, parşömen 2" sayfasını günümüz Kuranı ile karşılaştırıyor. Resimler, surelerin ve ayetlerin tercümesine gerek bırakmıyor. İki metin arasındaki büyük yazılım farkı hemen göze batıyor. -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Resimlerin anahtarı: Son iki resim "Sanaa DAM 01-27.1, parşömen 2"nin orijinalinin resmidir. E. Puin'in başka bir makalesi "Sanaa DAM 01-27.1, parşömen 4 und 5" sayfalarını içeriyor. Bu gün, bahsettiğim bu ikinci makaledeki resimleri ayrıca buraya yüklemek zahmetine katlanmayacağım. Aramızda kalsın! Çoook ve yoğun istek üzerine bu zahmete katlanabilirim. 😉 🫠 Sevgiler
- 22 yanıt
-
- 1
-
-
Eski toprak (nam-ı diğer boomerler) yavaş yavaş piyadan çekiliyor/çekildi. Sonraki nesilden hem ümitliyim hem de şüpheliyim. Bunlar 24 saat boyunca ellerindeki sözde akıllı telefonla meşguller. Bu telefonlara akıllı diyorlar gerçi, kullananların da öyle olduğundan açıkçası pek emin değilim. Ateizm, Türkiye gibi ülkelerin insanlarına bir gömlek büyük geliyor. Hâlâ ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayanların sayısı çok fazla. Bence müstehak.