
Tasvir-i Efkâr
Members-
İçerik sayısı
47 -
Kayıt tarihi
-
Son ziyareti
-
Kazandığı günler
3
Tasvir-i Efkâr last won the day on 5 Aralık 2022
Tasvir-i Efkâr had the most liked content!
Sitemizdeki itibarı
7 NeutralSon profil ziyaretçileri
1.445 profil görütülenme
-
Strawman safsatası yapıyorsun. Uzun gözüksün diye değil, açıklayıcı olması için uzun yazdım. Bence sen cevap veremediğin için kendince muhatabını aşağılama yoluna gittin. Klasik ateist taktiği. Ben başka dinlerden İslam'a geçenler var, demek ki İslam doğru gibi bir şey demiyorum orada. Senin göstermek istediğin gibi her tevil, her açıklama aynı düzeyde olsa, herkes kendi dinindeki açıklamalardan tatmin olsa kimse din değiştirmeye gerek duymazdı diyorum. Bu İslam değil de başka bir din de olabilir. Zaten devamında da sen ateist olduğuna göre demek ki İslam'daki açıklamaları yetersiz, yanlış buldun, ateizmi daha makul bir pozisyon olarak gördün ki ateist oldun demişim. Orayı niye kırptın? Ha ben bir Müslüman olarak tabii ki başka dinlerden İslam'a geçenler için İslam'ı eski dinlerinden daha üstün/ daha açıklayıcı buldular diyeceğim. Sen de bir ateist olarak başka dinlerden ateizme geçenler için "Gerçeği gördü, aydınlandı" diyeceksin. Bunda bir şey yok. Mesele bu değil.
-
Üst not: Yine uzun oldu, kusuruma bakmayın. Anladım, yani bir insan tevil ederek her dini haklı çıkarabilir, hakkı batıl, batılı hak gibi gösterebilir diyorsun. Doğru, kendilerince gösterebilirler. Bu durumda aramızdaki hakem akıldır. Allah insanı yarattığına göre ve onu sorumlu tuttuğuna göre hakkı batıldan ayıracak gerekli yetileri verdiğini de zorunlu olarak kabul etmemiz gerek. Hak din nasıl olmalı, kriterleri nelerdir? Her dinde tevil edilen şeyler var. Öyleyse tevilde ölçümüz ne olmalı? Büsbütün reddetmek olmaz. Dinin dışına çıkınca yorumlar, açıklamalar bitiyor mu? Ateist olunca zannediyorsunuz ki her şeye nesnel, bilimsel bakıyorsunuz, hiç yorum katmadan inanıyorsunuz. Ama hayır, böyle bir şey yok. Ateizm de kendi açmazlarını zanla, tahminle kapatmaya çalışıyor. Seküler ideolojiler yetersizliklerini, zayıf yanlarını, çelişkilerini yorumla, teville, faraziyelerle kapatmaya çalışıyor. Ben burada tekrar İslam'a döndüğümü açıkladım, herkes değişik değişik açıklamalar yaptı. Bir iki kişi hariç kimseye hür aklım ve vicdanımla İslam'a geçtiğimi anlatamadım. Çünkü İslam'dan çıkıp ateist olan bir daha İslam'a geri dönmez diye bir şeye inanmışlar, ona uydurmaya çalışıyorlar. Konuya dönersek; dinler için işlettiğimiz mantığa din dışında da sadık kalırsak o zaman her şeye mesafeli durmamız, hiçbir şeye inanmamamız gerekir. Bu yüzden bu mantık bizi bir yere götürmez. Dinî ya da dünyevî her meselede mantıksız gibi görünen, çelişki gibi görünen şeyler olabilir. Ama bunlar zahirî mi yoksa aslî mi, buna karar vermek için bir ölçümüz olması gerekir. Hepsini aynı kefeye koyarsak mutlak şüpheciliğe kayarız. Belki bizim bilgi noksanlığımızdan, kısır fehmimizden kaynaklanıyordur. Sathî bir nazarla, düz mantıkla baktığımızda kendimizce saçma gibi görünen birçok şey buluruz, ama bu onların aslen saçma olduğu anlamına gelmez. Fizikten anlamayan biri için tonlarca ağırlaktaki uçağın havada uçması, geminin suda yüzmesi saçma gelebilir. “Bir bozuk para bile suyun üstünde doğru dürüst duramıyorken tonlarca ağırlıktaki bir kütle nasıl durur?” diye kendince bir mantık kurar ve geminin suda durmasını saçma bulur. Ama gemi suyun üstünde durması hak olduğuna göre mantıklı bir açıklaması olduğunu düşünmekte haklı olduğumuzu biliriz. Kimimizin aklına “Güneş sıcaklık kaynağıysa neden yükseklere çıktığımızda hava soğur?” gibi sorular gelir. Ama Dünya'yı Güneş'in ısıttığı en iyi açıklama olduğu için bunun da makul bir açıklaması olduğunu haklı olarak varsayarız. Benzer şekilde İslam'ın hak din olduğunu gösteren deliller varsa (ki var) onda çelişki ya da akla aykırı gibi görünen hususların makul bir açıklaması olduğunu düşünmekte haklı oluruz. Delilsiz davaya bakılmaz. Bir dinin hak din olması için tek Tanrı inancı olması, Tanrı'nın sıfatlarını doğru, mantıklı ve tutarlı bir şekilde tanımlaması, vahye dayanması, tüm insanlara hitap etmesi, bilimle çelişmemesi, insan doğasıyla çelişmemesi, insanın varoluşsal sorularına ve adalet ihtiyacına cevap vermesi gerekir. Bu kriterleri en iyi sağlayan din İslam. Hz. Muhammed'in kendi hayatında da dikkatli okuyanlar için İslam'ın hak din olduğuna dair birçok işaret var. Peygamberin örnek ahlakı, zühd ve takvası, katlandığı birçok eza ve cefaya rağmen davasında sebat etmesi gibi detaylar onun hak peygamber olduğunun göstergeleridir. Diğer dinler ise hak bir dinde bulunması gereken özellikleri tam olarak karşılamıyor. Hemen hepsinde az veya çok hakikat parıltıları var, hikmetli ve güzel sözler var. Mensupları da bence bunlar hatırına kendi dinlerinde kalıyorlar. Ama detaylara inince cevapsız, muğlak bıraktığı temel sorular, tevil kaldırmayan çelişkiler, kesin ilmî gerçeklerle çelişen inanışlar, batıl itikadlar, anlaması/ anlamlandırması zor, karışık kuruşuk öğretiler göze çarpıyor. Birçoğu vahye dayanmıyor, belli bir kitabı, peygamberi yok. İman esasları ve uygulamaları kesin hatlarla belirlenmemiş. İsteyen istediği inancı ekleyip çıkarabilir. Kimilerinde Tanrı inancı pek merkezi bir yere sahip değil, geri planda. Dinden ziyade dinimsi bir yaşam felsefesi özelliği gösteriyor. Bazı Uzak Doğu dinleri panteistiktir. Yani Tanrı ile evren aynı kabul edilir. Tanrı hem Hâlık, hem mahluk. Her şey Tanrı'nın bir parçasıysa her şey ilahi demek oluyor. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi Tanrı'dan ayrı tutamazsın. O zaman insanların yaptıkları kötülükler de ilahidir ve onlara kötü dememeliyiz. Kötülüğü inkâr etmemiz gerekir. Ama herkes bilir ki kötülük diye bir şey var. Panteizme ilgi duyuyorken bu soru kafama takılmıştı. Bunu Ateistforum'da da sormuştum, panteist olanlar varsa nasıl açıklıyor diye, ama pek makul, tatmin edici bir cevap alamadım. Bir de Tanrı'yı evrenle özdeş kabul ettiğimizde evrenin ezeli olduğunu ve Tanrı'nın fiziksel alemle sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekir ki bu da çok saçma. Bazılarında senin bahsettiğin gibi birden çok tanrıya inanç var. Kimi tevhid inancına uydurmak için tevil etme gereği duyuyor, kimi duymadan çok tanrıcılığı kucaklıyor. Mesela teslisi ele alayım kısaca. Hıristiyan ilahiyatçılar teslisi üçlü birlik diye açıklıyorlar ama ne kadar açıklama getirilirse getirilsin bariz mantıksal problemi gizleyemiyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un her biri eksiksiz olarak Tanrı'dır ama Tanrı tektir çelişkisi var. Dördüncü ya da beşinci yüzyılda yazılan Atanas amentüsü Hristiyanların Üçlü Birlik hakkındaki inançları hakkında genel bir bakış açısı veriyor. Amentü kurtuluş için yedi önermeye inanmayı şart koşuyor. Buna göre 1-) Tanrı Baba'dır. 2-) Tanrı Oğul'dur. 3-) Kutsal Ruh Tanrı'dır. 4-) Baba Oğul değildir. 5-) Baba Kutsal Ruh değildir. 6-) Oğul Kutsal Ruh değildir. 7-) Sadece Tek bir Tanrı vardır. Yani Hıristiyan olmak için hem bu üçten her birinin Tanrı olduğunu kabul edeceksin hem de üç Tanrı olduğunu reddedeceksin. Bu da bariz bir çelişki. İslam ise hiç böyle anlaması zor inançlar şart koşmadan daha sade bir inanç sistemi sunuyor. Ha İslam'da yoruma, tefsire muhtaç yerler yok mu? Var. Kur'an'da Allah'ın elinden, yüzünden, kürsününden, kürsüye oturmasından bahsedilir, sanki haşa bir insanmış gibi. Ama Allah'ın ne insana ne de başka bir mahluka benzediğine dair açık nasslar da var. Aklen de öyle olması lazım. Öyleyse bunları zâhirî manasından ayrı olarak değerlendirmek meşrudur. Zaten Allah Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olduğunu bize açıkça söyler. Bunun haricinde, ayette ya da hadiste geçen bir lafız tevil ediliği manaya muhtemelse ve bu mana dinen caiz ise burada da tevil caizdir. Bunun gibi İslam'da tevilin caiz olduğu ve olmadığı yerler var. İslam her şeyi tevil etme dini de değildir. Tevil edilecek şeyler var, edilmeyecek şeyler var. İslam'daki meşru tevil ve tefsirleri diğer dinlerdeki batıl açıklamalarla aynı kefeye koymak insafsızlık olur. Ateistlerin sihirbaz el çabukluğuyla yaptığı bu tür batıl kıyasların hiçbir ilmî kıymeti yok. Senin dediğin gibi olsaydı o zaman kimse din değiştirme ihtiyacı duymazdı. Ama eskiden beri başka dinlerden İslam'a geçenler var. Niye geçiyorlar? Demek ki kendi dinlerindeki açıklamalar bazı şeyleri açıklamaya yetmiyor ya da bazı konularda yetersiz kalıyor. Ya da sen niye ateist oldun? İslam'dan dönme ateist misin yoksa hep mi ateisttin bilmiyorum ama İslam'dan döndüysen demek ki İslam'daki açıklamaların yetersiz, mantıksız olduğuna hükmettin, ateizmin, natüralizmin daha iyi açıklama getirdiğini düşündün ki ateist oldun. Ben ise tam tersi, İslam'ın evrene, insan doğasına, yaşama daha iyi açıklama getirdiğini düşünüyorum, ateizmin ise yetersiz kaldığını düşünüyorum. Kim doğru söylüyor, kim haklı? Buna herkes aklıyla düşünüp tartarak karar verecek. Bu işler böyledir.
-
İslam'da yoruma açık şeyler de var, yoruma kapalı şeyler de var. İtikadî esaslar ve amelî konular belli, haramlar helaller belli. Teferruata giren hususlarda mezhepten mezhebe değişen ufak tefek farklılıklar var. Onun dışında dinin özü, esası, ana ilkeleri konusunda mutabakat var. Müteşabih ayet ve hadisler yoruma açık, ama onlara getirilecek yorumların da muhkem ayetler ve mütevatir hadislerle çelişmemesi lazım. Dini anlamada ilimsiz, usulsüz, metodsuz hareket edilir de salt akılla yetinilirse senin dediğin gibi her şey öznelliğe düşer, dinin işlevi kalmaz. En muhkem ayetler bile teville tahrif edilir, ortaya kafa sayısı kadar İslam çıkar. Bu yüzden Müslüman Ehli Sünnet caddesinde yürümeli, tâlî yollara sapmamalı diyoruz. Tâlî yollara sapıldığında itikadî sapmalar başgösteriyor, bu da beraberinde tekfirciliği ve iç çatışmayı getiriyor. Dinin 4 delili var: Kur'an, Sünnet, kıyas ve icma. Bu dört delile göre hareket edildiğinde fikir anarşisinden ve yıkıcı ihtilaflardan korunulur. Ben bir şeyleri insanlar beğensin diye kitabına uydurmaya çalışmam. İslam'ı Batılılara, modernlere güzel gösterme, beğendirme gibi bir kaygım da yok. Nasılsa öyle kabul ediyorum. Zaten ben Müslüman olmadan önce Batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernizmle kendi içimde hesaplaşmamı yapmış biriyim. İslam'ın hükümlerinin medeniyet diye sunulanlardan daha üstün, insan doğasına uygun ve gerçekçi olduğuna kanaat getirdim. Ütopyalara, fantezilere, süslü laflara gerek yok. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, çevrecilik, bunlar modern çağın helvadan putları. Ateistlerin, deistlerin kıblesi olan Batı, menfaati söz konusu olduğu zaman bunları çiğnemekten çekinmez. Allah inancı olmayınca tüm değerler insanın heva hevesine göre şekillenen birer oyun hamuruna dönüşür. Kölelik mevzusuna gelirsek; kölelik mevzusu İslam'a yapılan eleştirilerde top 10'a oynar. Bir Sünni olarak köleliğe bakışım Ehli Sünnet'le aynı. Tevhid dini olan İslam'da sadece Allah'a kulluk esas, kula kulluk yok. Herkes Hz. Adem'in çocuğudur, insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir, üstünlük sadece takvadadır. Bununla birlikte Kur'an'ın indiği dönemde sosyolojik bir olgu olan kölelik kurumunun hemencecik kaldırılması yoluna gidilmemiştir, çünkü köleliğin tek taraflı olarak kaldırılması Müslümanların gücünü azaltabilirdi. Köleliğin aniden ilgası bazı insanlara hemen başa çıkamayacakları mali sorunlar da getirebilirdi. Değişime ayak uyduramayan ve kendi kendine yetemeyen insanlar perişan olabilirdi. Bunun yerine köleliği tadil edip daha insancıl bir şekle soktu. İslam'da kölelerin özgürlüğüne kavuşması için birçok yol var. İslam'dan önce köle edinmenin birçok yolu vardı. İslam bütün bu yolları kaldırıp tek bir yolu açık bıraktı; savaş sırasında esir düşenleri köle olarak almayı. Bu da aslında İslam'ın köleci bir din olmayıp bir maslahata göre hükümler koyduğunu gösteriyor. İslam öncesi dönemden beri toplumda ve ekonomide kökleşmiş olan kölelik kurumunu birdenbire ortadan kaldırmak pek mashalata uygun olmazdı. İslam insanlara boş bir büyüklük gösterisi yapmak yerine yavaş ve kademeli olarak toplumun genelini reforme etme ve iyileştirme yolunu tuttu. Kölelik denilince akla boynuna zincir, ayaklarına pranga, ellerine kelepçe vurulmuş, baskı ve zulüm altında ezilen biçareler gelir. Bu Batı'da uygulana köleliktir. Halbuki İslamiyetin kölelik telakkisi ile Batı toplumlarındaki kölelik arasında sadece isim benzerliği var. İslam, kölelerin azat edilmesini bir kefaret biçimi olarak teşvik ederken, kölelere Arap toplumunda daha önce sahip olmadıkları haklar da tanımıştır. Mesela köleye yediğinden yedir, içtiğinden içir, gücünün yetmeyeceği yük yükleme gibi hükümler getirilmiştir. Hatta hitap ederken bile kölem diye değil, oğlum, kızım diye hitap etmek emredilmiştir. İslam'ın kölelere muamelesi onlara köle olduklarını unutturuyordu ve İslam'ın köleleri özgürleştirdiği aşamalı süreç, “özgürleştirilen” milyonlarca kölenin ölümüne yol açan Amerika'daki yöntemden oldukça farklıydı. Bu yöntem aynı zamanda İslam'ın tebliğ faaliyeti için daha uygundu. Başka milletlerden alınan köleler Müslümanların yaşayışına daha yakından tanık oluyor, bu sayede kalbi İslam'a ısınıyordu ve İslam'a geçmesi kolaylaşıyordu. Böyle Müslüman olan pek çok köle var. Allah ilim, hikmet, lütuf ve merhamet sahibidir. Bizi bizden daha iyi tanır, bizim göremediğimizi görür, hükümlerini ona göre koyar. Diğer pek çok meselede olduğu gibi kölelik sorununa da hayalperestlikten uzak, gerçekçi ve bilgece çözümler sunar.
-
Deist olsaydım ikna olacak mıydın çevre etkisi olmadığına? Ben bana mantıklı gelene inanırım, kimseyi inandırmak, kendimi beğendirmek için görüş değiştirecek halim yok. Elbette birilerinden etkilendim, etkilenmek kötü bir şey değildir. Hangi görüşe yönelirsem yöneleyim bir etkilenme olacaktır. Ama insan son tahlilde aklına, mantığına, vicdanına yatana uyar.
-
İslam'ı böyle Batı'nın değer ve normlarıyla, feminist bakış açısıyla, Batılı oryantalist kafasıyla okumak pek sağlıklı değil. İslam'ın kendine özgü değerleri, kavramları, paradigması, dünya görüşü var. Ona bütüncül bir bakış açısıyla, kendi kavramlarıyla, kendisinin bildirdiği şekilde yaklaşmak lazım. Peygamber çok kadınla evlenmiş, kadına mirastan yarım pay veriliyor, erkeğe sınırsız cariye hakkı gibi bağlamdan kopuk, parçacı okumalar yapılırsa elbette kadın düşmanı, erkek dini, savaş dini gibi hatalı değerlendirmeler yapılır. Bu benim de yaptığım bir hataydı. Pek çok ateist gibi ben de şuursuzca oryantalistlerin dümen suyunda giderek, onlar gibi düşünerek eleştiriyordum. Sonra bunların kendi bütünlüğü içinde anlamını bulduğunu gördüm. Kur'an ve Sünnet'te kadına değer vermeyle ilgili yeterince nass var. Müslüman bunu Batılılardan öğrenmek zorunda değil. Erkeğin ve kadının rolü, görev ve sorumlulukları yaratılışlarına uygun olarak belirlenmiş. Bunları beğenmeyip değiştirmeye kalkınca olmuyor, çıkmaza giriliyor. Vahyin ışığından mahrum seküler ideolojiler kadın-erkek eşitliği sağlayacağız diye iki cinsin de yaratılışına uygun olmayan politikalar dayatıyor. Şimdilerde cinsiyet eşitsizliğini bitirmek adına Batı'da yaygın olarak toplumsal cinsiyet eşitliği diye bir tez okutuluyor. Kadın ve erkeğin doğuştan sahip olduğu fiziksel farklılıklar önemsiz kabul ediliyor. Duygusal ve davranışsal farklılıklar tamamen toplumsal inşanın bir ürünü olarak konumlandırılıyor. Kadını kadın, erkeği erkek gibi yetiştirmek ayrımcılığın, eşitsizliğin, zulmün kaynağı olarak gösteriliyor. Çözüm ise çocuğumuzu cinsiyetsiz olarak yetiştirmekmiş. Çocuğumuza erkekse erkek, kızsa kız gibi muamele etmemeliymişiz. Kimileri biyolojik cinsiyeti de inkâr ediyor. Biyolojik cinsiyet yerine “doğumda atanan cinsiyet” tanımının kullanılmasını öneriyor. Kromozomlar, cinsel organlar, hormonlar, hiçbiri cinsiyeti belirlemezmiş. Bunun yerine öznel cinsiyet kimlikleri temel alınmalıymış. İşte insan vahyin ışığından uzaklaşınca böyle hezeyanlara sürükleniyor. Kutsal kitaplar olmayınca ahlak, cinsiyet, insanlık gibi kavramlar birer toplumsal inşadan ibaret oluyor ve hiçbirinin nesnelliği kalmıyor. Bunlar öznelliğe düşünce türlü sapkınlıklara kapı aralanıyor. Mesela ensest, pedofili, hayvanlarla cinsel ilişki, eşini paylaşmak, önüne gelenle yatmak, hepsi savunulabilir oluyor. Allah'ın koyduğu sınırlar olmayınca hiçbir şeye net bir sınır çizilemiyor. Bu yüzden insan dünya ve ahiret mutluluğu için aklıyla kibirlenmeyi bırakıp vahye teslim olmalı. Bu arada kadının tecavüzden şikayet etmeye hakkı yok diye bir şey yok. Tirmizî'de geçen bir hadise göre Peygamberimiz bir kadının şikayeti ve tecavüzcünün itirafı üzerine tecavüzcüyü taşlatarak öldürtmüştür. Yine hadis kaynaklarında Hz. Ömer'in ikrah, cebir ve ızdırar hali nedeniyle ırzına geçilen kadınlara herhangi bir ceza vermediği, sadece faile ceza verdiği naklediliyor. Zinaya zorlanan kadına had cezası uygulanmayacağı konusunda dört mezhebin icmaı var. Lut kavminin helak olma nedeni eşcinselliğin yanı sıra tecavüzdü. Bu suçun cezasına gelince, çoğu fakih zina suçuna benzer şekilde yüz kırbaç ve sürgün ya da fail evliyse recm cezası öngörmüş. Malikî, Şafiî ve Hanbelî hukukçulara göre failin had cezasıyla birlikte manevi tazminat cezasına da çarptırılması gerekir. Bazı alimler tecavüz mağdurunun evinden veya başka bir yerden zorla kaçırılması ve ardından silah tehdidi altında tecavüze uğraması durumunda failin muharib kabul edilmesine ve Maide Suresi'nin 33. ayetinde bahsedilen Muharabe cezası olan daha ağır bir had cezasını gerektireceğine hükmetmişler. Şeriatla yönetilen Osmanlı'da tecavüzcüye idam ve hadım cezası veriliyordu.
-
Doğrudur, onlar da bahsediyordu bundan. Onları çok dinlediğim için üslup kapmış olabilirim.
-
Emir Onur Çilek'ten bahsediyorsun. Evet, biliyorum o şahsı. Ateizm üzerinden saygınlık ve ilgi görme, menfaat kazanma peşinde koşan biri.
-
Kimseyi ahlakî açıdan yargılayamadığımız, eleştiremediğimiz bir düzenin doğuracağı sorunlar açık değil mi? Nesnel ahlakî ilkeler Tanrı'ya dayandırılmazsa nihilizm tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Hiçbir değerin kutsallığı, bağlayıcılığı kalmaz. Her şey meşrulaştırılabilir ve savunulabilir olur. Kimse ben ahlaksızım demez belki, ama ahlakî ilkelerin içi boşaltılabilir. Hukuk da insan yapımı, sorgulanamaz ve değiştirilemez değil. Cahiliye Arapları helvadan putlara tapar, acıkınca da onları yermiş. Hiçbir şeyin kutsallığının kalmadığı yerde hukuk, barış, demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet gibi kavramlar da sahiplerinin heva ve heveslerine göre şekillenen helvadan putlara dönüşür. “Kimse kimseye karışmasın, herkes istediği gibi yaşasın” deniyor. Yani insanın ne kadar sefih ve rezil bir hayat sürerse sürsün başkasına fiilî bir zararı dokunmadığı sürece bir şey dememeliyiz, umursamamalıyız gibi kulağa, nefse hoş gelen bir özgürlük anlayışı telkin ediliyor ama bu sahte bir özgürlük anlayışı. Bu anlayış hazzın esiri olmuş yığınlar üretir, insanı hayvanlaştırır. Gerçek özgürlük odur ki ne kendine ne de başkasına zararın dokunsun. Toplum fertlerden oluşur. Fert fert çürümek umumî bir çürümeyi getirir. Kötü bir davranışın zararı her zaman fert bazında ve tekil örneklerde ortaya çıkmayabilir. Fakat toplumu yavaş yavaş, içten içe, uzun vadede çürütür. Zararı hemen anlaşılan kötülükler vardır, bunlar tek başına akılla bilinebilir, fakat zararı kolayca öngörülemeyen kötülükler de vardır ki bunlar vahiyle bilinir. Bir de nerede durulacağına tam sınır çizilemeyen fiiller/durumlar vardır. Allah'ın belirlediği sınırlar olmazsa bunlarda da orta yolu bulamama, ifrata ve tefrite sapma tehlikesi var. Mesela suçsuz birini öldürmeye dindarından sekülerine herkes karşı çıkarken konu zina, içki, fuhuş ve kumara geldiğinde ihtilafa düşülür. Sekülerler genellikle bireysel özgürlükler ve haklara referans vererek bunları savunma eğilimindedir. Hatta bunları çağdaşlığın sembolü yaparlar. Ama Allah bizi bizden daha iyi tanır, bunların fıtratımızı bozacağını, aleyhimize olacağını bilir, yasaklar. Bilmiyorum soruna ne kadar cevap oldu ama ben böyle bakıyorum olaya. Evet, Eş'arî kelamcılar doğadaki nedensellik ilişkisini iktiran kavramıyla açıklıyor. Maturidiyye de aynı görüşte yanılmıyorsam. Sadece insanın iradesinin fiilleri üzerindeki etkisi konusunda ufak görüş ayrılıkları var, ama her ikisi de insanın fiillerinin asıl yaratıcısının Allah olduğu ve aynı zamanda insanın cüz'î iradesiyle fiilerini kendisinin kesb ettiği noktasında birleşiyor. Kötülüğün yaratılması kötülük değildir, kötünün tercih edilmesi kötüdür, bu tercih de insanın iradesine bağlıdır. Şöyle bir örnek vereyim belki somutlaştırmaya yardımcı olur; öğretmenin sınav kağıdına yanlış şıkları eklemesi kötü değildir, öğrencinin yanlış şıkları işaretlemesi kötüdür. Öğretmen hiç yanlış şık koymasaydı, sadece doğru şıkları koysaydı, bilen, bilmeyen herkes sınavdan geçseydi bu adil bir sınav olur muydu? Adil bir sınav olması için kötülüğün vücudu gerekli. Adil olmak iyi olduğuna göre kötülüğü yaratmak kötü değildir. Kötülüğü tercih etmek kötüdür. Kötülüğün var olmasının başka hikmetleri de var. Evrende her şey zıddıyla kaimdir, her şey çift yaratılmıştır. İyiliğin, doğruluğun değerini kötülüğün, güzelliğin değerini çirkinliğin varlığıyla anlarız. Kötülüklere karşı sabretmek, duruşumuzu bozmamak kâmil insan olmamıza, derecemizi yükseltmemize vesile olur. Hz. Musa ve Hızır kıssasında anlatıldığı gibi zahiren kötü gibi görünen olaylar hakikatte hayırlı bir neticeye hizmet ediyor olabilir. Kısacası hiçbir şey hikmetsiz ve boşuna değildir.
-
Evet o konuda da değişti. İslam erkeğe de kadına da hak ettiği değeri verir. Ne ifrat ne tefrit. Feminizmin insan fıtratına savaş açan, eşitlik, adalet adı altında cinsel bölücülük yapan, kadını erkeğe karşı güç ve menfaat arenasına çeken, özgürlük namına iffetsizliği ve envai çeşit sapkınlığı savunan tez ve uygulamalarını gördükten sonra İslam'ın kadın ve erkek hakkında verdiği hükümler daha mantıklı gelmeye başladı. İslam'da Allah erkek ve kadını birbirini tamamlayan bir çift olarak yaratmıştır. Erkek ve kadını birbirlerinin velileri kılmıştır. Feminizm ise iki cinsi ayrı ayrı ele alır ve ikisini çatıştırır. Erkekleri değersizleştirme, erkek oldukları için utandırma, hükûmetlere psikolojik hadım yasaları çıkarttırma, kadına da sürekli eziklik paranoyası aşılama ve yalnız yaşamaya özendirme yoluna gider. Şimdi de eşitsizliği bitireceğiz diye doğal cinsiyeti inkâr etme noktasına gelmişler. Kadına şiddeti önleme iddiasıyla yola çıkan feminist hareketin bugün geldiği nokta ibret vericidir. İşte vahyin rehberliği olmayınca ve sadece akla güvenerek hareket edildiğinde insan ifrat ile tefrit arasında gidip geliyor, feminizm, komünizm, faşizm gibi açmazlara giriyor.
-
Benim ateistken hep kafamı kurcalardı Tanrı olmadan ahlakın nasıl temellendirileceği konusu. Bazı seküler ahlak teorilerini benimsedim ama daha sonra onların da kusurlu ve yetersiz yanları dikkatimi çekmeye başladı. Sonra bu konuyu arka plana attım ama dünyanın gidişatına bakınca tekrar gündemime aldım ve teizmden daha iyi bir açıklama olmadığına kanaat getirdim. Tabii teist olmamda sadece ahlak argümanı değil, başka argümanlar da etkili oldu. Mesela kelam ilminde hudus delili olarak bilinen kozmolojik argümanı da sezgisel olarak güçlü bulurum. Ahlaka bir temel bulmak yerine yararcı bir mantıkla ilerleyemez miyiz sorusuna gelince, ilerleyebiliriz. Zaten dünyada sekülerleşme eğilimi yaygınlaştığı için öyle yapıyoruz. Din olmadan da insanlar belli başlı ahlakî doğrulara isabet ederler. Örneğin çalmamak, öldürmemek, başkasına zarar vermemek gibi konularda mutabakat sağlanabilir. Fakat ahlak konusunda her şey bu kadar siyah beyaz değildir, doğru ve yanlışa net bir sınır çizilemeyen muğlak, gri alanlar da vardır. Her insanın fıtratına iyiyi kötüden ayıran bir ahlakî pusula koyulmuştur, ancak ilahi rehberlik olmadan insanın pusulayı şaşırması çok olası. Örneğin insan belirli ideolojilerin, zamanın moda akımlarının etkisi altına girerek bir takım insanları öldürmeyi, bir takım insanlardan çalmayı, bir takım insanlara zarar vermeyi haklı bulabilir. “Topluma yararlı olanı yapalım” denilebilir. Ancak toplum ve yarar kavramlarının içi ideolojilere göre farklı doldurulabilir. İnsan aklı şaşmaz bir yol gösterici değildir, nefsin ve şeytanî ilhamların etkisi altındadır. Kulağa güzel, nefse hoş gelen ama insanın fıtratına aykırı pek çok şey süslü kelimeler ve cafcaflı sözlerle güzel gösterilebilir. Vahyin rehberliği olmadığında insan iyilik zannıyla kötülük yapabilir. Kur'an'da da ıslahat iddiasıyla yola çıkan, fakat farkında olmadan yeryüzünde fesat çıkaran insanlardan bahsedilir. Din olmadığında insanlar kimliksiz, gayesiz, amaçsız yığınlara dönüşür. Suret-i haktan görünen insî şeytanlar bu insanları hassas oldukları yerden yakalayıp ağlarına düşürebilir. Toplum üzerinde güç sahibi olmak isteyen insanlar ellerindeki medya ve propaganda gücünü kullanarak bu amaçsız yığınları kolaylıkla koyun gibi güdebilir. Ancak vahye tabi olmak insana hakkı batıldan ayıracak bir feraset kazandırıyor. İslamî teizmde determinizm yok zaten, iktiran var. Her şey an be an yaratılır. Sebepler zahirî birer perde olmanın ötesinde bir kuvveti haiz değildir. İnsan kendini değiştiremeyeceği pek çok durum içinde bulabilir. Örneğin doğduğu aile, coğrafya, karakter, mizaç, cinsiyet, saç rengi vs. Buna ızdırarî kader denir. Fakat Allah insana irade sıfatı da vermiş ve ona özgürce hareket edebileceği pek çok alan da açmıştır. Ezelî ilmiyle irademizi ne yönde kullanacağımızı bilir ve bunları da yaratır. Buna da ihtiyarî kader deniyor. Sezgilerimizle kaderin her iki boyutunun da var olduğunu kavrayabiliriz. Sezgilerimiz bize hem değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz olduğunu hem de tamamen kader mahkûmu olmadığımızı, seçimlerimizde özgür olduğumuzu, eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu söyler. Fakat Allah kabul edilmediğinde ve her şey sebeplerin gücüne havale edildiğinde sezgilerimize ters sonuçlara ulaşırız. Kur'an'ın bakış açısına göre, insan ne tamamen kaderinin efendisi ne de kaderin insafına kalmış bir kukladır. İslam tarihinde kader ve özgür irade tartışmalarından Kaderiye ve Cebriye diye iki ayrı kelam fırkası türemiş. Biri insan iradesinde mutlak bağımsızdır ve kendi fiilerinin yaratıcısıdır diyerek ifrata, diğeri cüz'î iradeyi yok sayarak tefrite sapmış. Kur'an ve Sünnet, hem Allah'ın hakimiyeti hem de mutlak insan özerkliği şeklindeki iki tarihsel uç arasında ılımlı bir konumu temsil eder. Rasyonel bir perspektiften bakıldığında, bu iki şey birbiriyle bağdaşmıyor gibi görünebilir. Ancak, Allah'ın zaman ve mekânın ötesinde ve kozmik perdenin dışında Gayb'da var olduğunu unutmamalıyız. Buna karşın, biz insanlar gerçeklikleri yalnızca zaman ve mekân çerçevesinde kavrayabiliriz. Allah'ın hakimiyetinin her şeyi kuşattığı ve hiçbir şeyin onun kapsamı dışında kalmadığı doğrudur. Bu, Allah'ın her şeyi bildiği ve burada her şeyin O'nun iradesine göre gerçekleştiği anlamına gelir. O'nun izni olmadan bir yaprak bile kımıldamaz. Bununla birlikte, Allah her şeyi yaratmakla kalmamış, aynı zamanda onların doğasını ve kapsamını da belirlemiştir. Allah insana cüz'i irade vererek ona kendi kararlarını verme ve sonuçlarından sorumlu olma şansı tanımıştır. “İnsana kendi çalışmasından başkası yoktur,” (Necm, 53:39). “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez,” (Rad, 13:11). “Hiç bir nefis, kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz. Günahkar olan bir başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir,” (En'am, 6:164) gibi ayetler insanoğlunun ahlakî sorumluluğunu açıkça beyan ediyor. Tanrı'nın belirli sıfatlara sahip olması onu sınırlar mı meselesine gelince, güzel bir soru. Sadece “Hayır” deyip öylece bırakmak geliyor içimden. Ama biraz açmam gerekirse, şunu diyebilirim; Tanrı tam olarak olduğu gibi mükemmeldir, bu nedenle zatında, sıfatlarında herhangi bir değişiklik, tanımı gereği, mükemmellikten uzak bir değişiklik olacaktır. Mesela ezelî değil de sonradan olduğunu düşünelim, bu durumda ona artık Tanrı denilemeyecektir. Yani evli bekâr olmak gibi saçma bir durum ortaya çıkarırdı. Tasavvuru muhaldir diye düşünüyorum. Şu an aklıma gelen cevap bu.
-
Evet, doğru. Altay Cem Meriç, Habil Ademoğlu, Caner Taslaman, Enis Doko ve yabancılardan Craig'den çok istifade ettim. Onlar sayesinde birçok soruma cevap bulabildim. Hala çözemediğim meseleler de var ama büyük oranda mantığıma oturduğu için Müslümanım.
-
Allah'ın ön bilgisi özgür iradeye halel getirmez. Yani Hz. Muhammed'den önce her şey güllük gülistandı mı diyorsun? Basit meseleler yüzünden yıllarca süren kabile savaşlarından haberin yok o zaman. Fakirlik yüzünden çocuk öldürmek, bazı kabilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi adetler vardı. Hz. Muhammed 13 yıllık Mekke döneminde dinini barışçıl yollarla tebliğ etti, ancak Mekkelilerin düşmanca tutumu savaşı gerekli kıldı. Allah neden popüler olmak istemişmiş. Allah verdiği sayısız nimete karşılık kendisine ortak koşulmadan inanılmasını istiyor, bunun için de elçiler, uyarıcılar gönderiyor. Dünyaya yiyip içmeye, eğlenmeye, vakit doldurmaya değil, Allah'a ibadet etmeye geldik. O da bize unuttuğumuz yaratılış amacımızı hatırlatıyor. Bunu yapmaya hakkı yok mu? Sen niye bu kadar lağım ağızlısın? Ben sana seni Ateizm Derneği'nde mi hoplattılar da ateist oldun diye sorsam hoş olur mu? Ateistforum'da da anibal diye biri vardı kulakları çınlasın, o da böyle lağım ağızlıydı. Yoksa anibal sen misin? Senin hakkından anibal gelir.
-
Bu konu hala devam ediyor mu? “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncilde yazılı bulacakları o Resule o, ümmi Peygambere ittiba' ederler. O ki onlara ma'ruf onu emreder ve onları münkerden nehyeyler.” (Araf, 157) Allah kötülüğü emretmez. (Araf, 28) Allah iyiliği, hayrı emreder, fenalığı, çirkinliği ve azgınlığı yasaklar. Allah insanı kendisinin iyi dediğine iyi, kötü dediğine kötü diyecek bir fıtratta yaratmıştır. Allah böyle bir şey diyecek olsa sistemi ona göre yaratırdı, kimse de kötü diyemezdi. Sen başkalarının inancına laf söyleyeceğine kendi inancına bak. Kendi itikadında annenle ilişkiye girmeyi haram kılan tek bir nesnel ahlak yasası ortaya koyabiliyor musun? Hayır. Öyleyse annesiyle ilişkiye girene laf söyleme hakkın yok. Çok zekisin yaa, nasıl düşünemedim bunu. Tabii ben dine inandığım için aptalım, akıl edemem, hesaba katamam böyle şeyleri. Ama sen ateistsin ya, bilimden anlarsın, düşünürsün bunları. İşte kibir insanı böyle saptırıyor. Bak sevgili atecik, evrimci ve yararcı açıklamalar neden nesnel ahlakî değer ve görevlerin var olduğunu açıklamaz. Ben zaten ahlakî davranışlara evrimsel köken ve yararcı açıklamalar bulunmasının nesnel ahlakî değer ve ödevlerin doğaüstü bir temele dayanmak zorunda olduğu iddiasını çürütmeyeceğini anlattım. Tanrı yoksa ve insanlar diğer hayvanlar gibi sadece evrim tarafından dikte edilen, atalarından miras aldıkları davranış kalıplarını izliyorsa o zaman hiçbir ahlak kuralı nesnel değildir, özsel bir değeri yoktur ve sadece yaşam mücadelesinde araçsal bir değeri olduğundan söz edilebilir. Bu yüzden “Aynı davranış maymun atalarımızda da var. Bu davranış onlara evrimsel olarak şöyle şöyle avantajlar sağlamış,” denilerek hiçbir davranışın nesnel olarak doğru olduğu savunulamaz. O davranışları onlara bilinçsiz, amaçsız, ilimsiz, hikmetsiz, tesadüfi süreçler yüklemiş. Temel amacı sağkalım ve çevreye uyum şansını artırmak, ahlakî hakikatlerle mücehhez kılmak değil. Ben bir insan olarak programlandığım davranış biçimlerine dışarıdan bir gözle bakabilen, onları yargılayıp değiştirebilen, bireysel tutku, arzu, çıkar ve içgüdülerden sıyrılarak düşünebilen bir canlıyım, öyleyse neden onları takip etmek zorundayım? Tanrı'yı reddedersek ve ahlakî sezgilerimizi tamamen doğanın kör kuvvetlerine havale edersek onların ahlakın bilgisiyle ilgisiz olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü hayatta kalma ve çevreye uyumlu olma esasına dayanan milyonlarca yıllık evrimsel süreçte ahlakî hakikatlere ulaşacak bir yol izleyip izlemediğimizden hiçbir zaman emin olamayız. Ahlak diye bildiğimiz şeyler belki de birer hakikat değil, zihnimizin bize oynadığı bir oyun, bir yanılsama. Zihnimiz evrim yüzünden manipüle edildiğinden öyle düşünmeye programlanmışız. Ha ahlak nesnel değil özneldir diyorsan o zaman kimseyi eleştirmeye hakkın yok.
-
Sen Ateistforum'daki Zavallı mısın? Bir gün Müslüman olacaksın deseler güler geçerdim. Ben de kendime hâlâ hayret ediyorum. Belki birinin duasını aldım. İslam'dan, Müslümanlardan nefret ederdim. O noktadan buraya geldim. Bunu “Kalpleri evirip çeviren Allah'tır” hadisinin tecellisi olarak görüyorum.
-
Tanrı işleri zorlaştırmaz, insanlar nefislerine uyarak işleri zorlaştırıyor, karmaşıklaştırıyor. Oysa yapılacak olan basit: Peygamberin, sahabelerin ve tabiinin yolu olan Ehl-i Sünnet ana caddesinde yürümek, tâlî yollara sapmamak. Tâlî yollara sapılırsa çıkmaza düşülür. Kur'an'ı da herkes kendi kafasına göre yorumlayamaz. Günümüzde eline meal alan alim kesiliyor, ama her şeyin yolu yordamı olduğu gibi bu işin de belli bir kuralı, belli bir ilmi vardır. Sadece mealle yetinilirse yanlışa düşülebilir, yanlış itikadlara sahip olunabilir. Kur'an'ı yorumlayacak, tefsir edecek kişinin sarf ve nahiv, kıraat, siyer, fıkıh ve hadis ilmi gibi ilimleri bilmesi gerek.