İnançlılarla tartışırken pek çok tartışmanın bu noktada düğümlendiğini farkettim. Özellikle bilimsel konularda tartışma yapıldığında, inançlı kişi bilimin açıklayamadığını düşündüğü birşeyleri gündeme getiriyor ve birşeyi bilimin açıklayamadığını gösterdiği takdirde her nedense kendi teist tezleriyle ilgili birşeyler kanıtladığını zannediyor.
Pek çok kez, inançlının getirdiği ve bilimin açıklayamadığını iddia ettiği konuda teistin bilimsel bilgilerinde eksiklik gözleniyor. Yani aslında bilimin güzel bir şekilde açıkladığı pek çok konuyu da teist bilimin açıklayamadığı konu zannediyor. Bu bazen teistin bilimsel konulardaki bilgi eksikliğinden, bazen yaratılışçı medyanın propagandalarının yol açtığı bilimsel şartlanmalardan, bazen ise merak edilen konunun teknik ayrıntılarının fazlalığından kaynaklanıyor. Ya da bu faktörlerin birkaçı bir arada bulunabiliyor. Özellikle evrim ve biyoloji ile ilgili konularda bu durum daha çok dikkat çekiyor. Çünkü yaratılışçı medyada teistleri kendilerinden emin hissettirecek pek çok çarpıtılmış ve yalan yanlış sunulmuş, içlerinde bilimsel terimler geçen ama kendisi bilimle ilgisiz yazilar ve bilgiler bulunuyor.
Fakat sorun ne olursa olsun, konu ister bilimsel açıklaması olan fakat teistin bunun farkında olmadığı bir konu olsun, isterse gerçekten de bilimin henüz çözemediği bir konu olsun, asıl sorun başka bir noktada toplanıyor. Sorun, teistin bilimsel açıklaması olmadığını düşündüğü konuları şu veya bu sebeple Tanrı’nın varlığına delil olarak görmesi. Aslında gördüğü tam olarak bu değil teistin. Teist sadece, bilimsel açıklaması olmayan şeylerin altında doğaüstü bir faktör görüyor. Konunun gerçekten de doğal bir açıklaması olup olmadığı meçhul, eğer yoksa ileride bulunup bulunmayacağı meçhul, bulunmasa bile bunun olayın altında doğaüstü bir faktor olduğu anlamına gelip gelmediği meçhul, doğaüstü bir faktörün olaydan sorumlu olduğu farzedilse bile, bu doğaüstü faktörün ne tür birşey olduğu meçhul. Fakat bu kadar bilinmeyene rağmen, teist yine de, açıklaması olmadığını düşündüğü birşeyin altında kendi dininin Tanrısını bulabiliyor. Bunun yönlendirilmis ve şartlanmıs bir düşünce şekli olduğu gören için çok açık ama şimdilik bunu gözardı edelim ve ortada bilinmeyen olduğu durumlarda (ki bilinmeyenin gerçekten de varolduğunu farzediyoruz burada, yani teistin cehaletini görmezden geliyoruz ve gercekten de bilimin açıklayamadığı bir konudan bahsettiğimizi farzediyoruz), bu durumun bilinmeyenin altında doğaüstü bir faktör aramayı geçerli kılıp kılmadığına bakalım.
“Naturalizm” (Doğalcılık) ve “Supernaturalism” (Doğaüstücülük)
Bunu incelemek için, önce bir felsefi tanımlama yapmalıyız. “Naturalizm” (Doğalcılık) ve “Supernaturalism” (Doğaüstücülük) olarak ifade edilebilecek iki bakış açısı vardır felsefede. Doğalcılık adından da anlaşılabileceği gibi, her şeyin doğal bir sebebe indirgenebileceğini söyler. Nesneler, olaylar, hatta değer yargıları gibi soyut şeyler dahi, doğacılık bakış açısına göre doğada varolan gerçekler ve somut varlıklarla etkileşim bağlamında açıklanabilir. Bunun daha özel bir biçimi olan materyalist naturalizme göre ise madde varolan tek gerçekliktir. Evrendeki her şey ve tüm kanunlar maddeye indirgenebilir.
Doğaüstücülük ise bunun tam tersi anlaşılabileceği gibi. Bu bakış açısına göre olaylar, kavramlar ve değerler doğaüstü güç ya da güçlerin veya doğaüstü bir otoritenin varlığını gerektiyor. İlk bakışta doğal açıklamalar kabul edilebilir, ama derine inildiğinde her şeyin özünde ve temelinde doğaüstü bir güç ve düzen vardır bu bakış açısına göre.
Ayrıca doğaüstücü bakış açısına göre doğaüstünün kabulü temel önkabullerimizin zorunlu bir sonucudur. Onlara göre dünyaya ilişkin en temel önkabullerimiz, bizi zorunlu olarak doğaüstünün kabulüne götürür. Naturalistlere göre ise, doğaüstünün kabulü zorunlu önkabullerimiz arasında değildir.
Bu iki bakış açısı arasındaki fark, teistlerle ateistler arasındaki temel farkı oluştuyor bana göre. Ateistler daha çok naturalist bakış açısını benimsiyorlar. Doğanın varolan tek şey ve her şey olduğunu düşünüyorlar. Ve doğayı açıklamak için doğa dışı herhangi bir faktöre gereksinim olmadığını düşünüyorlar. Teistler ise doğaüstücü bakış açısını benimsiyorlar ve varolan gerçekliğin dışında ve ötesinde, onu kapsayan bir doğaüstü gerçeklik olduğunu ve bu doğaüstü gerçeklik olmadan evrenin açıklanamayacağını düşünüyorlar.
Bu iki bakış açısı birbirine zıt ve bir arada varolamayacak şeyler. Yani kişi ya birini, ya da diğerini kabul etmek zorunda. Temel sorun bu iki dünya görüşü arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanıyor.
Peki bu iki bakış açısı arasında bir tercih yapabilir miyiz? Hangisi gerçeği temsil etmektedir ve bunu nasıl anlayabiliriz?
Önkabuller
Her düşünce ve bu düşünceyi ifade etmek için kurduğumuz her cümle, bazı önkabullerin varlığını gerektirir. Birine “Buzdolabından bana bir kola getir” dediğinizde, bu ifade birkaç önkabulde bulunmaktadır. Karşınızda konuştuğunuz bir kişi bulunduğunu, konuştuğunuzda bu kişinin sizi anlayacağını, bu talebinizi yerine getireceğini, bu kişinin bu talebi yerine getirmeye muktedir olduğunu, ortada bir buzdolabı bulunduğunu ve bu buzdolabının içinde kola bulunduğunu farzetmektesiniz böyle bir cümle kurarken.
Felsefi tartışmalar, daha çok kullanılan dilin ve kelimelerin ifade ettiği anlamların analizi üzerine kurulmaktadır artık günümüzde pek çok durumda. Dolayısıyla, bu işlem önkabullerin analizini gerektirmektedir. Zorunlu ve zorunlu olmayan önkabuller, bu sebeple çok önemli bir ayrımdır. Yani hangi önkabuller olmazsa olmaz şeylerdir, hangileri keyfidir.
Zorunlu önkabuller, temel olarak dört tanedir. (Burada zorunludan kasıt, bu önkabullerin kabul edilmemesi durumunda ortaya kendisiyle çelişen bir döngü çıkmasıdır).
1) Mantık kurallarının geçerliliği (Ki bunlar kısaca şu üç kanunla özetlenebilir: 1) A, A’dır, 2) A, non-A değildir, ve 3) A ile non-A bir arada doğru olamaz)
2) Başka zihinlerin varlığı
3) Başka zihinlerle ortak bir kavramsal dünyanın varlığı
4) Bu kavramsal dünyanın değişmezliği (stabilitesi)
Bu önkabuller, ister naturalist, ister supernaturalist olsun, herkesin, tum insanların konuşurken ve iletişim kurarken yaptıkları önkabullerdir. Bunlar olmadan, zaten fikir iletişimi, hatta düşünce dahi mümkün değildir.
Öyleyse, eğer doğaüstücülerin fikirleri doğruysa, doğaüstü fikri ya bunlardan önce gelmeli, ya da bunlardan doğrudan çıkmalıdır.
Doğaüstü fikrinin bunlardan önce gelmeyeceği açıktır. Çünkü Tanrı veya herhangi bir doğaüstü kavramı daha tartışmaya, hatta tanımlamaya başlamadan önce yukarıdaki önkabullere sahip olmak gerekmektedir. Demek ki ilk olasılık geçerli değil. Öyleyse ikinci olasılığı değerlendirmeli ve doğaüstü fikrinin, bu önkabullerden doğrudan çıkan birşey olup olmadığına bakmalıyız.
Bunu günlük hayattan alınmış bir örnek üzerinde inceleyelim. Diyelim ki bir Çinli adam var karşımızda. Kendisi Çin’in orta kesimlerinde bir yerde yetişmiş ve temel matematik ve bilim eğitimi almış olmasına rağmen, kendi ulkesi dışında hiçbirşey bilmiyor. Bizlerin kültürüne, tarihine, diline yabancı. En azından bizlerin Çin’e, Çin’in kültürüne, diline ve tarihine olduğumuz kadar yabancı bize. Bir taoist olarak yetiştirilmiş ve bu yüzden de Tanrı ve Tanrılar fikrine yabancı.
Deneyimizin özü, bu kişiye islamı ve Tanrı inancını öğretmek üzerine kurulu. Konu, bu kişiye bunları öğretip öğretemeyeceğimiz veya ikna edip edemeyeceğimiz değil, bu kişiye bunları öğretirken neye dayanacağımız yönünde. Doğal olana mı, doğal olmayan, doğaüstü olana mı?
Nereden başlarsınız? Bu kişiye ne dersiniz? Neler anlatırsınız? Anlattıklarınız doğaya, gözlenebilir ve tecrübe edilebilir olan şeylere mi dayanır, yoksa doğaüstü şeylere mi? Kuran’ın gerçekten Tanrı sözü olduğuna bu kişiyi nasıl inandırırsınız?
Eğer objektif biçimde duruma bakarsanız, doğalcılığı ve gözlenebilir dünyanın devamlılığını önkabul olarak farzetmek zorunda olduğunuzu göreceksiniz. İkinizin de dünyada aşağı yukarı aynı temel tecrübelere sahip olduğunuzu farzetmeden kendisine örnek dahi veremeyeceğinizi ve birşey anlatamayacağınızı farkedeceksiniz. Yani ister istemez doğal olanı öne koymaktasınız, oradan doğal olmayana ulaşmaktasınız. Durum bunun tersi değildir.
Doğal ve Doğaüstü
Demek ki doğal olmayan, doğalcı bakış açısının savunduğu gibi “ekstra” birşeydir, “fazladan” birşeydir. Temel dayanak değil, sonradan ortaya çıkan ve dünya görüşüne eklenen birşeydir. Dolayısıyla da, bu fazladan faktörü hesaba katmadan dünyanın anlaşılıp anlaşılamayacağına bakmak öncelikli ve temel tavırdır.
Kısacası, doğaüstücü kesimin temel tezi, yani doğaüstü fikrinin en temel anlayışımızda ve önkabullerimizde bulunduğu ve beynimize işlenmiş olduğu fikri yanlıştır. Peki sonradan da olsa, yine de doğaüstü fikrini dünya görüşümüze katmanın bir gerekcesi var mıdır? Bizi doğaüstü fikrini kabule götürecek başka herhangi bir faktör var mıdır?
Bilindiği gibi, doğaüstü fikri açıklanamayan konularda gündeme getirilir. Bilinmeyenler inançlının silahı ve dayanağıdır. Ortada bilinmeyen varsa veya inançlı bilinmeyen olduğunu düşünüyorsa, bunun bir doğaüstü fikrini gerekli ve zorunlu kıldığını düşünür inançlı.
Farzedelim ki tüm gözlem ve açıklama çabalarımıza rağmen ve beynimizin tüm kapasitesini kullanmamıza rağmen, bir olayı açıklayamıyoruz. Bu ne demektir? Doğa içinde kalarak ve doğal faktörlere dayanarak bu olayın açıklaması yapılamaz, demek ki doğaüstüne dayanmalıyız mı demektir, yoksa ortada çözemediğimiz bir problem var ve mevcut bakış açımız ve elimizdeki mevcut bilgiler bu problemi çözmeye yetmiyor mu demektir?
Tecrübeden biliyoruz ki, pek çok konuda çözümsüz görünen problemlerle karşılaşırız. Çocukluktan itibaren hayatımız bu tür tecrübelerle doludur. Elimize bulmaca şeklinde bir oyuncak verilmiştir çocukken ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım çözememişizdir. Hatta o çocuk aklımızla o bulmacanın çözülemeyeceğine kanaat getirmişizdir. Ya da kullanmasi karışık bir elektronik alet satın almış ve o kadar kurcalamamıza rağmen kullanmayı başaramamışızdır. Elimizdeki tüm gözlem ve deney gücümüzü kullanmış, beynimizin tüm kapasitesini kullanmış, fakat yine de aleti kullanmayı başaramamışızdır. Hatta aletin bozuk olduğuna kanaat getirmişizdir.
Fakat bir de şöyle tecrübelerimiz yok mudur? Örneğin o aletle ugraşmayı bırakıp, aradan biraz zaman geçtikten sonra aklımıza birden yeni bir fikir gelmesi ve gidip onu denedikten sonra aleti kullanmaya başladığımız veya çözülmez zannettiğimiz bir bulmacayı bir süre sonra çözdüğümüz, baştan hiçbir açıklaması ya da çözümü olmadığını düşündüğümüz ve düşünsel olarak tamamen tıkandığımız bir konuda aradan biraz zaman geçtikten sonra başka alternatifler görmeye başladığımız, hatta sorunun probleme temel yaklaşım şeklimizde olduğunu sonradan keşfettiğimiz durumlar az mıdır hayatta?
Tüm bunları hatırlayıp, çözülmemiş ve açıklaması olmayan bir olaya baktığımızda, o olayın da bu tür birşey olabileceğini farzetmek mi daha mantıklıdır, yoksa bu problemin doğa içinde kalarak çözümü yok, açıklama için doğaüstü faktörleri kullanmamız gerek demek mi daha mantıklıdır?
Bize su anda çözümsüz görünüp de, daha sonra çözümlü görünen olaylar olduğunu bilmemize rağmen, neden her çözümsüz olayla karşılaştığımızda olayın altında doğaüstü faktor arama eğiliminde olalım? Böyle bir kabule bizi zorlayan ne vardır? Dikkat edilirse böyle bir kabule bizi zorlayan hiçbirşey yoktur. Zorlayan degil ama teşvik eden birşey vardır, o da problemin çözümsüz gözükmesidir. Fakat bir problemin çözümsüz gözükmesinin, gerçekten de çözümsüz olduğu anlamına gelmediğini sayısız örnekten ve tecrübeden biliyoruz. Buna rağmen pes edip doğaüstüne sarılmak nasıl bir tavırdır ve nasıl bir gerekçedir, bunu bir de bu bakış açısından düşünün.
Ayrıca, dediğimiz gibi, çözümsüz bir problemde doğaüstüne sarılmak bir çözüm değildir, bir pes ediştir. Çünkü birşeyi doğaüstüyle açıklamak aslında açıklamamaktır. Sadece açıklıyormuş gibi görünüp kendini kandırmaktır.
Ayrıca, her şeye rağmen yine de farzedelim ki doğaüstü bir açıklama yapmaya karar verdiniz. Elinizdeki tek veri bu olayın mevcut kosullar altında doğal faktörlere dayanarak açıklanamaması olmasına rağmen, buradan çıkıp da nasıl bir spesifik doğaüstü açıklamaya ulaşabilirsiniz? Doğaüstü, adı üstünde doğaüstüdür. O kadar geniş bir olasılık yelpazesini kapsar ve o kadar netlikten uzaktır ki, aslında ortada bir açıklama yoktur. Doğaüstü bir açıklama yapmak için, daha önceden uydurulmuş, ya da biryerlerden hazır alınmış doğaüstü kavramlara ihtiyaç vardır. Eğer böyle bir kavram yoksa, yeni birinin icat edilmesi gerekecektir çünkü. Fakat varsa, dikkat ederseniz bu kavramın seçimi tamamen keyfidir. Kişinin geleneklerine, düşünce alışkanlıklarına, geçmişine, bildiklerine, bilgi düzeyine, hayat tecrübesine, vs. dayanır. O doğaüstü faktor birisi için hayalet, başka biri için cin ya da şeytan, bir başkası için uzaylılar, başka biri için ise Tanrı olabilir. Ya da bir ilkel kabilede yaşayan bir birey için, kabilenin dışındakı büyük agacın ruhu olabilir. Bunların hangisidir doğru olan? Bunların herhangi birini diğerine tercih etmeye bizi itecek ve önyargılardan ve geçmişten gelen şartlanmalardan arınmış, objektif bir yol var mıdır? Yoksa aslında bunların hepsi keyfi ve uydurma olan seyler midir?
Bir de olaya böyle bakın ve elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, doğalcılık mıdır daha mantıklı olan ve tercih edilmesi gereken, yoksa doğaüstücülük mü?
Recommended Comments
There are no comments to display.
Create an account or sign in to comment
You need to be a member in order to leave a comment
Create an account
Sign up for a new account in our community. It's easy!
Register a new accountGiriş yap
Already have an account? Sign in here.
Sign In Now