Jump to content

duran

Members
  • İçerik sayısı

    43
  • Kayıt tarihi

  • Son ziyareti

  • Kazandığı günler

    5

duran last won the day on 23 Haziran 2022

duran had the most liked content!

Sitemizdeki itibarı

54 Excellent

duran hakkında

  • Doğum günü 10-04-1981

Profile Information

  • Gender
    Not Telling

Son profil ziyaretçileri

2.948 profil görütülenme
  1. duran

    INCIR AGACI

    Deniz kenarında oturmuş sohbet ediyor, bir taraftan da televizyondan gelen sese kulağımız kabartıyorduk, taksimde gezi parkında çadır kuran gençler ağaçların kesimine, bina yapımına karşı pankartlarla gösterilerini tüm geçe sürdürdüler. Sonra kanalı değiştirdiler, değiştirdikleri kanalda penguen belgeseli gösterildiğini gelen seslerden anladım.Gülgün den öğle gibi mesaj geldi, ara sıra öylesine mesajlaşırdır, mesajından hükümetin yaptıklarına yeter demek için, insanların hayatlarına müdahalesine karşı gel benimle. İnsanlar duyarsızdır pek bir şey olacağını düşünmüyorum ama sana katılırım diye karşılık mesajı attım. Gülgün ile birlikte ne sloganlar atmıştık o günlerde, çadırlarda kalmıştık. Haklar verilmez alınır demişti Gülgün. Sonraları bu sözü kendimize prensip edinmiştik, farklı şehirlerde Gülgün ile pankartlar açıyorduk, haykırıyorduk, Gülgün’le aynı ortamı paylaşmak, aynı şeyi haykırmak bir başkaydı, o polisler nereden gelecek diye tedirgin bakışlarla yan sokakları izlerken, ben ise onu izliyordum, ne güzel saçları vardı, o gamzeleri ne güzeldi. Beni gazdan korumak için sarmalaması en güzel anlardı benim için, Gülgün’e karşı olan sevgimi hiç haykıramadım. Belki haykırsaydım şimdi burada bu kadar çok saldırgan olmazdım. Bugünlerde içimdeki bunaltıdan kurtulacak bir şeyler bulmuştum. Kendimi iyi hissediyordum. Gülgün ile Gezi olaylarında hemen her gün birlikteydik, eski çocukluk günlerin deki gibi. Gülgün beni aramıyor, mesaj atıyordu her zamanki gibi. Yine bir gün mesaj atmıştı, eski mahalleye çağırıyordu. Gülgün de uzun zaman uzak kalmıştı mahalleden, ama boşandıktan sonra mahalleye geri dönmüştü. Gülgün’ü iki gün sonra aradım, ben eski mahalleye gitmek istemediğimi söyledim. Gülgün yumuşak bir ses tonu ile, biliyorum senin yaşadıklarını o mahallede ama, gel birlikte anılarımızı canlandırırız. Kısık, ağlar gibi bir ses tonu ile tamam dedim Gitmişken Büşra’dan anahtarı da al eski yaşadığın evi gezeriz dedi. Niye gezeceksem, sanki dört duvarı görsem ne olacak, eski ruhundan ne kalmıştı şimdi o evde. Büşra’dan anahtarı aldım, Gülgün ile deniz kıyısında buluştuk, eski günlerde ki gibi, biraz sahilde gezdikten sonra Gülgün’ün jipine bindik. Ehliyeti birlikte almıştık, ben hız delisi ve sık sık küçük kazalar yapan biriydim. Gülgün hiç kaza yapmamıştı., Doğum sancısı çektiğim mahalleye gelmiştik, Mahallemin sokaklarını gördüğümde anılarım yoğunlaştı, bir garip gelmişti şimdi, o dar kaldırımların ortasına dikilmiş akasya ağaçları, apartmanın bahçesindeki çam ağaçları, beyaz kırmızı güller, şimdi yerinde olmayan ama mahallelinin sıkça uğradığı bakkal dükkanı, benim yaşamıma şahitlik etmişlerdi, orada benden bir şeyler vardı. Şimdi farklıydılar, çöp tenekeleri değişmiş, sokak tabelaları yenilenmiş, kaldırımların ortasında ki akasya ağaçlarının yerini şimdi arabalar almış, çocukken yakar top oynadığımız asfaltta çukurlar oluşmuş, küçük bakkal dükkânı kapanmış, çocuk sesleri yoktu, Sokakta eski canlılık kalmamış, canlı olan benim duygularımdı, çocukluk aşkım buradaydı, ama bir gün apar topar ayrıldık oturduğumuz yerden, nerden bilebilirdim ki insanların bunaldıklarında ayaklanıp, kendinden olmayan bizleri göçe zorladıklarını. Asfaltta mahallenin çocukları ile ne oyunlar oynardık. Gerçi beni pek dahil etmezlerdi oyunlarına ama.Gülgün ve mahallenin diğer çocukları ile yakar top oynardık, Gülgün’den başka kimse beni takımına almak istemezdi. Anne babamın ırkından ötürümüydü, yoksa bedenim bacaklarıma ağır geldiğinden hareketlerim kıvrak olmadığından mı takımlarında görmek istemezlerdi. Gülgün bir keresinde, benim yüzümdeki yanıkla dalga geçen erkekleri öyle güzel sözlerle kovalamıştı ki. Beni küçükken babamın koruduğu gibi koruyordu. Hala apartmanın önündeki incir ağacı duruyordu, o benim için sadece ağaç değildi, o benim dışarı sı ile bağımı sağlayan hayat ağacıydı, yapraklarını döktüğünde mevsim değişti diyordum, kuşları bu ağaç yüzünden sevmeye başlamıştım, o ağacın üzerine konarlar bana serenat yaparlardı. Apartman yıllar içince yıpranmıştı, duvarların boyası kalkmış, balkon demirliklerde boya kalmamıştı, camların yarısı ahşaptan yarısı pimapen idi, bende apartmana benziyordum, ipeksi saçlarım dökülmüş, gözlerimin altı kırış kırış olmuş, dişlerimin yarısından çoğu dökülmüş, göğüslerimin dikliği gitmişti. Ama ben oyuna dâhil olmak için saçlarımı yaptırmış, göğüslerimi dikleştirici silikon sutyen kullanmaya başlamış, dişlerimin hepsini çakma dişlerle yaptırmış, yüzüme maskeler yaptırıyordum. Şimdi sahteydim ben, yapaydım. Apartmanın içine adımımı attım, Posta kutuları aynı yerlerinde duruyordu, içlerinde her zaman ki gibi bir şeyler olurdu, 6 numaraları posta kutusunun içine bakmaya korkardım. Şimdi içim burkuldu. Yan kapı komşunun zili değişmiş, eskiden kapının dışında tokmağı yoktu, şimdi desenli altın gibi parlayan bir tokmak vardı. Eskiden ben Hunt'un resmettiği tabloya benzetirdim bu kapıyı, dışarıda kapı kolu olmayan sadece içeriden açılan bir kapı, çoğu zaman kaynana zili çalar çağlar açan olmazdı. Bir şey yapamazdım. Hele o küçük kızın durumu benim gözyaşı dökmeme neden olurdu, küçük kızın öğretmenlerine, eğitim sistemine küfür ederdim, kendime küfür ettiğim gibi. bir hayat daha kaynana gelin patırtısında yok oluyordu sesiz sedasız, kimse aldırmadan. O zamanlarda çevreme uyum sağlayamadığımdan, sahteliklere katlanamadığımdan kendimi kapardım dış dünyaya. Şimdi ise bedenimi oyun içinde tutup ruhumun derinliklerinde kendimi arayan bir yaşam sürüyordum. Çevremdeki insanlar her gün işe gider, işten eve gelirler, evde pek konuşmazlardı, işte de pek konuşmazlardı, robotları konuştururlardı, yalnızdılar, yorgundular, korkuları vardı. Para biriktirmekten zaman bulamazlardı bir şeylere, eş dost cenazelerinde hasret giderirlerdi. Sahte de olsa beğeni kazanmaktı çabaları. Bayramlarda büyükleri gezmek roller gereği yapılıyordu, aslında tatil yapmak istiyorlardı. Her yaş için biçilmiş görevler vardı, görevler ağır gelmeye başladığında, düşünmekten kaçmak için gürültülü yerlere giderler, can sıkıntısından şikayet ederler, oyalanacak şeyler bulmaya çalışırlardı. Biçilen rolleri oynamakla yükümlüydüler, onlardan beklenenleri yapmaya çalışırlardı. Değişimi sevmezler, değişim belirsizlik demek idi. hayat oyunu onlar için basit idi; ait olduğun yere kendini adayacaksın, inançlı olacaksın, orta yolu izleyeceksin, sürüden ayrılmayacaksın. Kendi içlerinde çelişkilerle yaşıyorlardı, ama çelişkili durumlardan uzaklaşma yolunu bulmuşlardı, maskeleri ile oyun oynuyorlardı, oyunun adı akla uydurma oyunu idi. Sonlu olan ömrün farkında değillerdi. Sığınacakları dört duvar bir evleri tam yeni olmuşken, sessiz sedasız ölüp giderdi benim çevremde ki insanlar. Sessiz sedasız ölümü kabul edemedim, ebediyete, samimiyetsizliğe bir inanabilseydim, oyuna kendimi bir kaptırıp bilseydim, her şey farklı olurdu, ama olmadı, yapamadım. Aklıma düşmeyecesi sorular, kahredici genlerim, beni bir apartmanın küçük bir odasına mahkum etmişlerdi. Şimdi benim küçük odamın bulunduğu evde Büşra ile erkek arkadaşı kalıyordu.Evin içine ayağımı attığımda sol tarafımda ayakkabıları koymak için bi bölme vardı, bizim otururken de ayakkabıları konmak için yer vardı, misafirler geldiğinde ayakkabılıktan ayakkabılar alınır gidecekleri zaman kapının önüne ayakkabılar hemen giyinecek şekilde çevrilirdi, ben kaç kere azar işitmiştim bu önemsiz detaya uymadığım için kaç kere aşağılanmıştım, nasıl bir yuva kuracaksın sen, bir şey olmaz senden mi denmemişti. Salon kapısına uzandığımda kapının orta sayılacak yerinde bir yumruk izi kadar olan çökük aklıma geldi. Eski salonla şimdiki salonun sadece dört duvar arasındaki ölçüleri aynıydı. Şimdiki salonda, Duvarlar renkli, avizeler bol ışıklı, perdelerde uğur böcekleri, halının üzerinde çiçekleri yeni açan küçük yapraklı bir ağaç ve ağacın üzerine serçeler konmuş. Duvarda iki tablo ve bir bağlama asılıydı; tablolar karşılıklı asılmıştı, bağlamanın yanındaki tabloda, yağmurlu bir havada deniz kıyısında taş desenli zeminde şemsiye altında bir birine sarılmış öpüşen bir çift vardı. Duvarın tam ortasında ki tabloda ise dağlarda derelerin aktığı çam ağaçlarının arasında küçük bir dağ evi vardı, bağlamanın üzerinde desenler vardı. Bir tane sallanır dinlenme sandalyesi, iki tane kırmızı ve beyaz renkli kanepe ve ortada ahşap masa, masanın üzeri çiçek motifleri ile kazınmıştı. Gülgünle göz göze geldiğimizde. hafif bir ses tonu ile evin kendine özgü bir ruhu oluşmuş dedim. Onlar ruhunu yansıtmış. Evet aynı biz otururken yansıttığımız gibi, gri perdeler, dört tekerlekli bir masa, ve kitaplardan oluşan bir vitrin vardı. Gel Gülgün diğer iki küçük odaya gecelim Salonun kapısının dışarıya doğru açıldığında tuvaletin kapısı da açılırsa çarpışacakları kadar küçük bir geçiş yeri vardı. Tuvaletin yan tarafında ki küçük rutubet kokan oda, benim odamdı, yarım metre kadar bir alan vardı hareket etmek için. Benim için gerekli her şey vardı; küçük pencerenin köşesine dayanmış iki katlı yatak, iki katlı yatağın yarım metre karşısında bir insan boyu yüksekliğine kitaplık ve çalışma masası, masa ile yatak arasında demirden arkaya yaslanılacak yeri olan yemek sandalyesi, masa ile kapı arasında küçük bir kuş tablosu. Yerde küçük gri bir halı parçası vardı.Yaşları büyümüş ama çocuk kalmış, büyük çocuklardan sıkıldığımda, sürüye sinirlendiğimde sığındığım odaydı burası Gülgün. Odanın duvarlarının dili olsa da anlatsa. Gülgün le nasıl sevişmek istemiştim bu oda da ne kadar çok yanım da olmasını istemiştim, kaç kere onun vucudunun kıvrak hatlarını hayal etmiştim, ya şimdi o kıvrak hatlardan geriye ne kalmış armut şekline dönüşmüş vücut ve ellerinin suyu çekilmiş buruşuk bir ten. Gülgün bu oda benim doğduğum oda, doğum sancılarımda seninle bile görüşmezdik pek, sana anlatırdım, sende bana kendi yaşadıklarını anlatırdın. Ben seni o zamanlar pek anlamazdım ama şimdi daha iyi anlıyorum. Sen bu oda da, olanları anlamaya çalışırdın. Ama onlar seni anlamaya çalışmazdı dimi, saygınlık kaybetmemek, gururu incitmemek her şeydi onlar için, senin varlığın saygınlık kaybettiriyordu, konuşmaların guru kırıcı bir durum oluşturuyordu dimi. Bu yaşadıklarımı, sen de böyle durumlar yaşayınca anladın dimi Gülgün. Evet, acılar, ayrılıklar insanları olgunlaştırıyor, büyütüyormuş. Ben bu oda da bacaklarım kireçlenene kadar durdum Gülgün. Bu oda diğer oda dan bağrış çağrış sesleri gelmediği zamanlar sessiz sedasız dı, ama aynı zamanda kafamın içinde sert kanlı çatışmalar cereyan ediyordu. Herkes le bu oda da yüzleşmek gerekti, en başta kendimle yüzleşmek gerekti, Beni ben yapan değerleri atıyordum, beni tanımlayan şeyleri, değer verdiğim şeyleri atınca geriye benden ne kalacaktı, bir deri bir kemik kalmaz mıydı, neye tutunacaktım şimdi, kaç kere yok olmam söylenmişti, sen artık bittin denmişti. Evet bu odadan çıktığımda artık benim hiç bir şeyim kalmamıştı, ne maskelerim ne kendimle giriştiğim oyunlar kalmıştı, nede bir değerim nede kimseye karşı bir bağlılığım, her şeyin bittiği yerde rahatlamıştım -artık uyumsuz olmuştum - artık her şeyi daha iyi görüyor ve her şeyi herkesi sınırsızca sorgulayabiliyordum, kaybedecek bir şeyim yoktu artık. Gülgün bak sana şurada kitapların birinin arkasına şöyle bir şey yazmıştım, daha iyi anlayaçaksın şimdi beni, bulabilirsem onu okuyayım. Galiba şu Jean paul Sartrenin yarı otobiyografik Özgürlük yolları üçlemesi olarak çıkardığı serinin birinin içinde olacaktı, Yaşanmayan zaman’ın içindeymiş bak. Baştan sona okumayayım da, içinde birçok şeyi sıdırdığım küçük bir yeri okuyayım. Taka takalını gösterdi ve avlandı.Bu yerin hayalini ne kadar çok kurmuştum, bu yere gitmek çevremde herkese ne kadar kolaydı, ne kadar kolay ulaşıyorlardı, üç dört kere bende gitmek istedim, yola çıktım ama hep aynı yerden döndüğümü anladıktan sonra vazgeçtim. Tekrar denemenin ne anlamı vardı yine aynı yerden dönecektim, sonra orasını ulaşılmaz kıldım. Yollar ne karlı ne buzlu, ne çamur, ne toz toprak, ne yokuş nede engebeli idi her şey müsaidi benim oraya gitmeme, bunu görebiliyordum, elimi uzatsam dokunacaktım o yere ama elimi o yere uzatamadım. O yere ulaşmak bir an olsun aklımdan çıkmaz olmuştu, o yere gidersem her şey yoluna girecekti, o yere dokunmak benim için en güç olan şeydi. Hasarlı üretilmiş balıkçı takası su almaması için tıkaçla tıkanmış bir noktasını koruyordu devamlı, o nokta yüzünden ulaşamıyordu o yere, gemi hiç limandan açılamadığına limancılar dalga geçiyordu balıkçı takasıyla, taka balık avlama işini yapamıyorsa taka ne diye yer kaplıyordu limanda tartışılır olmuştu. Ama takanın altındaki deliği kimse bilmiyordu. Kimsede onu bakıma almıyordu. Taka dün geçe kimsenin olmadığı bir zamanda o gitmek istediği yerin, hayalini kurmadan, uçsuz bucaksız sularda planını yapmadan, sonunu bilmediği o yere gitmek üzere açıldı, şimdi hiç bilmedi ama devamlı duyduğu deniz canavarları ile karşılaşabilirdi, fırtına çıkabilirdi bunları hiç düşünmedi avlanmayı düşünüyordu, aynı yerden dönmedi bu sefer o yeri kırdı ya, avlanabilecek miydi bilmiyordu, bilmek istemediği kaçtığı bir şey daha vardı, tıpa avlanırken açılacak mıydı acaba. Bilemezdi deneyince görecekti, bu zamana kadar açılmamıştı, şimdilik iyi gidiyordu, limana avlanmadan gitmek istemiyordu, yerini bulmak istiyordu artık limanda, bırakıldığı yerden başka bir yere gidebilmeyi istiyordu artık, tıpa açılsa ne olur ki, zaten durduğu yerde tahta kurtları tarafından içten içe yeniyordu. Evet taka ağını atmakta tereddüt etmedi, aklına gelmedi ağını atınca olacaklar, ağ kuvetlimiydi, balıklar bu ağa takılınca ağ yırtılır mıydı hiç düşünmedi. Ağa balıklar gelmeye başladı, tutuyordu ve hiçbir şeyde olmuyordu, ama taka bir şey hissetmiyordu, ne sanıyordu ki bu balık tutmayı, nasıl yerlere oturtmuştu bu balık tutmayı. Uluşılamaz kılmak için kadar çok çaba vermişti, ne kadar çok dokununca eriyecek süslü büyülü duvarlar örmüştü. Şimdi yeni bir tutkusu daha oluşmuştu takanın, taka artık balık tutmak için uraş verecekti. Şimdi bu okuduklarımı ben yazmamışım sanki, ama acılı kaygılı hayatı özlüyorum, acılarda buldum ben kendimi. Yazmayı sık sık doğuran nur topu gibi kaygılarıma borçluyuma. Gülgün bu oda benim için çıkılmaz bir uçurum gibiydi diğer odalar ise uçurumun dışıydı, orada oyunu kuralına göre oynamasını bilen insanlar vardı, orası gerçekti, kabul etmekte zorlandığım hayat vardı. Bir keresinde misafir gelecekti bize kim olduğunu hatırlamıyorum ama annemin dediklerini neredeyse dün gibi hatırlıyorum, misafirler geldiğinde hiç odadan dışarı çıkma, ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Seni sorarlarsa dışarı çıktı arkadaşlarınla deriz dedi. Ama onlara da hak vermelisin. Onlar içinde kolay olmamıştır seni bu durumda görmek, onlarda evlatlarının bir yere geldiğini görmek isterler. Bir keresinde bizim evde annenle annem konuşuyordu, annem sizin kız da evde kaldı, bak çocukları ne zaman olacak, belli yaştan sonra çocuk oldurmakta zor olur, senin ki evden dışarıda pek çıkmıyor, çalışmıyor da, geçen gördüm bakışları da tuhaf olmuş, birde tuhaf tuhaf konuşuyormuş duyduğuma göre. Bizim kız sözlenecek bak dedi annem, tabi ben anneme sana ne bunlar dedim ama. Annenin oradaki bakışlarını, sıkılmasını görecektin. Gülgğn gazeteler çok okunmak için ilginç şeyleri yayınlarlar bilirsin. Bir keresinde annem ağlıyordu, neden alıyorsun dedim herkes beni soruyormuş, beni sevdiklerinden değil miş dedi. işte bende ilk sayfa manşeti kadar ilginçtim. Beni bana soran ise sadece Büşra vardı Gülgün, sende beni anlamazdın o zamanlar. Deniz biliyor musun ben o zamanlar Büşra’nın da seninde yaşamını garipserdim. Bir keresinde Büşra bana, parmaklarına yüzük takarak herkesin önünde karşılıklı evet demenin anlamsız olduğunu, samimi olmadığını düşündüğünden, söz vermenin yeterli olacağına, bir sürü gürültü şamatayı zaman kaybı olarak gördüklerinden. Erkek arkadaşı ile herkes den uzakta, iki kişilik bir yaşam sürdürdüklerini söyledi. Büşra ve erkek arkadaşı farklıydı, benim varlığıma değer veriyorlardı. Büşra derdi ki sen işe gider gibi her sabah kalkıyorsun, akşama kadar bir şeyler okuyorsun, sen kendine bunu iş edinmişin derdi. Büşra’nın erkek arkadaşı da bana işimi yapabilmem için kitap sağlardı. Onlar benim dışarıyla bağlantımı sağlarlardı. Benimde kendimde garipsediklerim vardı, ben neden erkeklerin yanında rahat olamıyordum, neden erkekler bana dokunmak istediklerinde kendimi kasıyordum, ben bir kadındım, onlardan hoşlanmam gerekti, göğüslerim vardı, anne bile olmak istiyordum bazen, düzensiz adet dönemlerim dışında her şey normaldi. Bir erkekle olmak için ne kadar zorlamıştım kendimi, kaç sefer denemelerim olmuştu. Belki doğru erkek olursa olur diyordum hep. Çok iyi anımsadığım bir olay bana yeni kaygılar armağan etmişti, armağan ettiği bir şey daha vardı, ne olduğumu bilmem. Her şeyin sıradan olduğu bir Cumartesi gecesiydi, Gençlik partisi vardı, gençlik derneği gibi bir şey düzenlemişti bu partiyi, loş ve renkli ışıklar altında nerdeyse herkes çılgınlar gibi oynuyordu, oturacak yer yoktu, beş altı yerde yuvarlak masalar vardı, içkiler bu masalarda içiliyordu, bizde Gülgün ile ikinci biradan sonra bir kadeh viski daha içelim dedik, viskimizi almış içiyor bir taraftan da bir şeyler konuşuyorduk, ama gürültü çok fazlaydı. Şimdi hatırlayamadığım o zamanlar herkesin çok beğendiği romantik bir şarkı vardı herkes dans etmeye kalkmıştı. Bizi dansa kaldıran bir… sesini zor duyuyordum Gülgünün, bizi dansa kaldıran bir erkekte çıkmadı ya, gel birlikte dans edelim olmaz mı dedi, bende ya ben dans etmesini bilmem ki falan demiştim. Gel ben seni idare ederim dedi, ben kadın olmuştum, Gülgün benim belime sıkıca sarılmıştı, göğüsleri göğüslerime değiyordu, kafasını omuzlarıma koymuş nefesi kulaklarımdaydı, elleri kalçamın üzerine kadar inmişti, benim içim bir tuhaf olmuştu, hiç hissetmediğim bir şey hissediyordum, ıslanmaya başlamıştım. Gülgün’ün kulağıma bir şeyler demesiyse kendime geldim, galiba erkek arkadaşının olmaması ile ilgili bir şeyler demişti. Şarkının bitmesini beklemeden yerimize geçmek istediğimi söyledim Gülgün’e, gürültülü ortam birden sessizleşmişti benim için, Gülgün bir şey diyordu ama duymuyordum, oradan gitmek istiyordum ama geldiğimiz otobüsle gitmeliydim. O geçe baya bir içmiştim, eve zar zor götürmüşlerdi. O geceden sonraki günlerde kendimi çok suçladım, nasıl böyle bir şey olabilirdi, utanıyordum kendimden. Deniz kitapları giderken götürmemişsin. Okuduğum kitaplar bunlar, götürmeye gerek duymadım, birilerine veririm diye bıraktım burada ama, alanda olmadı öyle kaldı işte. İstersen alabilirsin hepsini. Bende herkeze birşeyler vermek istiyorum, neden vermek istiyorsam, sanki isteyen oldu, karşılıksız mı veriyorum, yoksa sevilmek için mi vermek istiyorum. İçlerinden ilgimi çeken olursa alırım . Eline bir kitabı aldı, kitap parçalara ayrılmıştı, sayfaları düzgün takip ediyor muydu acaba diye aklımdan geçirdim. Nevrozlar ve İnsan Gelişimi: Kendini Gerçekleştirme Mücadelesi idi kitabın ismi, kitapları bazı kişiler müzeye koyacakmış gibi korurdu, ben ise her tarafını çizer, üzerine o anda o okuduğum yer ile ilgili düşüncelerimi bile yazardım, bu kitabı da çok karalamışım, kapağına bile bir şeyler yazmışım, kitabı daha başlarında turuncu renkle altını çizmişim, okumaya başladı Gülgün. Kendimizi gerçekleştirmek yerine bizi zorlantılı davranışlarla pek istemediğimiz bir hayata mahkum kılan modelleri tanımlar: Etrafına baskı kuran genişlemeci tip, içe kapanarak ortamdan kendini silen tip; başkalarına bağlanan tip ve insan ilişkilerinden kendini çeken kopuk tip… neyi anlatıyor bu kitap tam olarak, al oku Gülgün şimdi anlatırsam eksik kalır birçok şey, zamanı değil hem şimdi. Hadi gel annemlerin oda ya geçelim istersen, kitabı almayacak mısın. Daha sonra belki alırım. Beni doğuran ve ihtiyaçları için beni büyüten anne ve babamın odasıydı burası. Beklentilerine karşılık veremediğim için hayatlarını çalmış olmakla suçlandım kişilerin odasıydı. Evin en geniş odası burası gördüğün gibi, ama aynı zamanda en az ışık alan odası, baştan başa iki adım atsan üçüncü adımın yarıda kaldığı bir oda burası işte, kaç kere başı uçlarındaki duvara, içerisi aydınlık olsun diye bir pencere açmayı düşünmüşlerdi, ama hiç açamadılar, dışarıda bol olan ışık içeri hiç giremedi. Ertelediler, sınırlı ömürlerinde ki her şeyi.Cinsellikten ikmale kalmış 31 kuşağının insanlarının kuralları vardı bu oda da. Erkeğin kuralları sikine göre şekillendirdi bir toplumda yaşamıştı annem, belkide ilk sevişmelerinde alışana kadar karanlıkta sevişmişlerdi. Kadını yatak odasına sıkıştıran, nüfus sayımlarında kadınların başlarını bile saymayan bir soyun çocukları değiller miydi anne ve babalarımız. Bu oda aynı zamanda benim tohumlarımın atıldığı oda, nasıl bir sevişmenin ürünüydüm acaba, kafayı bulmuş bir babanın zorla sahip olduğu bir kadının çocuğu muydum. Yoksa kötü giden ilişkilerini sağlamlaştırmak için atılan bir tohummuydum. Bir keresinde bu oda da iken annem bana ağlayarak, seni düşünmekten babanla birlikte yatınca birlikte olamıyoruz, bunu hiç unutma dedi. Konuşurken açık olamıyordu bana karşı. Şimdi bunları sana söylediğimi duysa çok kızar. Ve benim tohumlarımın atılmasından pişmanlık duyduklarını ilk dillendirdikleri odaydı burası. Şimdi aklıma geldi bugün Dünya kadınlar günü, yürüyüşe gideriz bugün, artık Özgecanlar ölmesin diye. Olur gideriz Gülgün, ama ben bu tek günleri, hakim olanların verdikleri günler olarak görüyorum, bu günlerde kendilerinin göstermelik konuşma yapmalarına fırsat vermek için bu günleri değerli kılıyorlar ve bu günlerde ezilenlerin kendilerini yalancıktan da olsa değerli hisetmelerini sağlıyorlar. Niye sanki erkekler günü kutlanmıyor. Birde hangi kadınların kadınlar gününü kutlacaklar, fahişelerin mi, genel evdekilerin mi, erkek olupta kendini kadın hissedenlerin mi, kadın olupta kadınlardan hoşlananların mı, kızların da kutlayaçaklar mı ki. Aman Deniz, herşeye de birşeyin var. Gel mutfakta karşılıklı bi kahve içelim. Tamam olur, sonra sinemaya veya tiyatroya gidelim olurmu, sıkıldım ben biraz. Kahvelerimizi yaptık, dikdörtgen kırmızı masanın karşılıklı duran beyaz sandalyelerine oturduk. Nasıl iyi oldu mu evi gördüğün. Pek canlılığını yitirmeyen anılarım, burada daha da bir yoğunlaştı, eski den olan şeyler aklıma geldi, benim için yaşananların eski de kaldığını söylemem zor ama. Şu mutfak ta bile nice görmek duymak istemediğim şeyler oldu, biliyor musun o zamanlar küçük yarım ay şeklinde bir masa vardı, hatırladın mı, evet gri bir masaydı. Bu masada yemek yemek için resmi protokollerdeki hassasiyet olurdu, gelin kaynana arasında mutlaka ben oturur, babam ile annesi ay şeklindeki masanın iki uçuna karşılıklı otururdu. Bunları yazılı kurallar haline getirip mutfak girişine asmalıydık aslında, ya ben olmadığım bir gün bir misafir gelirde gelin kaynana yan yana veya karşılıklı yüzlerine bakacak şekilde oturursa nasıl olurdu, olurdu belki ama ağızlarının tadı bozulur ne yediklerini anlamazlardı.Her evde olduğu gibi bizim ev de de herşey normaldi, umutsuzluk ve bitmek bilmeyen istekler hakimdi. Niye böyle olduğu üzerine uzun süre düşündüm. Umutsuzluk genelde beklentiler gerçekleşmediği zaman ortaya çıkan bir yok olma duygusuydu, umutsuzluk gelecek ile ilgili kaygılar yaşamamıza neden olmaktaydı. Ailem beklentilerini oluştururken kendi dışındaki birçok değişkeni dikkate almadan kendi arzularına ve isteklerine göre gelecek zamanı şekillendirmeye kalkıyor, adeta 'zamanı hapsetmeye' kalkıyordu, olaylar zaman içinde değişiyordu, bunu dikkate almıyorlardı, kişilerde zaman içinde değişiyordu. Değişimden hoşlanmazlardı bizimkiler. Gülgün şu düşünce çok saçma değil mi, birçok anne ve baba yeni doğmuş çocukları hakkında bile gelecek ile ilgili birçok beklentiye giriyor, bir insan üzerinde beklentiye girmek ve o kişi üzerinden kendini tanımlamak saçma değil mi. ve bizim dışımızda gelişen birçok olayı da kontrol altına almaya çalışmak, böyle beklenti oluşturulduğunda genelde beklentiler gerçekleşmiyordu ve sonucunda umutsuzluk yaşanmakta idi. Şunu öğrenemedi ailem; İstediğimiz, arzuladığımız, gerçekleştirmek istediğimiz bir durum karşısında, elimizden geleni yapmak, yani elimizdeki verilerle hareket etmesini öğrenmek gerektiğini, sonuçların kişinin eyleminin ve birçok etkenin meydana gelmesi sonucu oluştuğunu, kişinin kendi eylemleriyle ilgilenmesini öğrenmesi gerektiğini. Birde insanların sözlerine göre değil, davranışlarına bakarak kararlarını almalıydılar. Ne kadarda beylik laflar ediyorum. Sanki ben öğrenmiştim de. Teoride herşeyi biliyordum ama, kaç kere yaratmş olduğum yoksunluklarım, hayalime ulaşmamda küçük bir kıvılcımı büyük bir ateş olarak algılamama neden olmuştu. Hani bir söz vardıya sözüne değil özüne bak diye. İşte bunu diyorum Gülgün. Neyse işte bizim ev ahalisinde durumlar böyle, yavaştan çıkalım. Senide bugün boğdum ama kusura bakma. Yok boğmadında bazı yerlerde seni dinlemekte zorladım, bazı anlattıklarında senin özelinde, kavram dünyanda olduğundan anlamam için senin kavramlara verdiğin anlamları anlamam gerek. Herkeze de bu kadar zaman ayıramam, kısıtlı zamanım var. Anlıyorum seni, ama son birşeyler daha söyliyeyim ve çıkalım. Senin gezi parkında söylediğin bir şey vardı, haklar verilmez alınır demiştin. Ben bunun anlamını çok geç anladım. Gülgün. Evet bana kimse kişiliğimi yaşamam için bir şey sunmayacaktı önüme, ben kendi kişiliğim, bütünlüğüm için, bağımsızlığım için, ben buyum demek için, balta girmemiş ormanlarda yolu kendim açman gerekiyordu, buda her an belirsizlik ve kaygı veren bir durum demekti, ama bu benim demek için bu gerekliydi. Normal sıradan insanın düşüncesi kaygısız bir yaşam yaşamaktı. Sıradan insanların tek yaptığı özgür olmaktan kaçmak idi, yollarını bulmuşlardı. Ben birde şunu geç anladım, büyümüştüm ama çocuk gibi sorumluluklar alarak ve çocuk gibi ihtiyaçları karşılayarak yaşayabileceğimi düşünmüştüm, ama olmadığını yaşayarak gördüm, ihtiyaçlarım çocuk gibi değildi artık, her doğan ihtiyaç giderilmesi gerekirdi, bir kere o ihtiyacın farkına varıp gidermeye başladın mı işte artık o ihtiyacı giderme peşinde koşman gerekiyordu onu görmemezlikten gelinemezdi, bir ihtiyaç giderildiği andan itibaren o ihtiyaç hemen yükselişe geçmeye başlar tavan yaptığında işte artık onu gidermek için deli olmaya başlarsın, tavandan sonraki her dakika kendinle oyunlara girişirsin, ama hiçbir zaman gerçek ihtiyaç giderilmeden rahatlama olamıyor.Yine ne kadar beylik laflar ediyordum, kendinin ne olduğunu biliyorsun dürüst ol. Gülgün şimdi bu sana anlatıklarım belki de benim görmek istediklerim, göstermek istediğim kişiyi gösteriyorum sana, belkide kendimi görmek istediğim gibi gösteriyorum, belkide senin beni görmek istediğin gibi olayları anlatıyorum. Açık seçik herşeyi olduğu gibi anlatmıyorum belki sana. Sana güvenmiyormuyum, güveniyorum ama ben belkide benliğime sahte bir kimlik kazandırmak istiyorum. Duran Aydoğmuş
  2. duran

    Bir YAS Öyküsü

    Hakkınızı helal ediyor musunuz Helal ediyoruz, Helal ediyor musunuz Helal ediyoruz Mermer taşlarının üzerindeki tabuta, anneme benzeyen biri boylu boyunca yatıyordu, ama annemin yüzü mor değil di ki. Kardeşim oğluna sarılmış iç çekerek, göz yaşları döküyor ama sesi çıkmıyordu. Erkekler Sağ da solda dörderli beşerli gruplar halinde toplanmışlar, her halde toplantı için di, bazı kişilerin yüzleri donuk, hareketsiz ve gözyaşları vardı, bazılarında ise küçük tebessümler ve hararetli konuşmalar vardı. Elimi sıkan bir kişi, başınız sağolsun Allah geride kalanlara sabır versin dedi, ne demek istiyordu, bu söz öğlen birinin arkasından deniyordu, bana niye diyordu. Cami avlusuydu burası, kalabalık oluyor muş cami avluları demek ki, insanlarda ağlaşıyorlarmış buralarda, tuhaf yer. Çirkeşler mezarlığına hareket ediyoruz cemaat diye bir ses geldi, Bacaklarım tutmuyordu, biraz daha bura da kalırsam yere oturacaktım, başımı yere doğru eğdiğimde sanki içinde ağır bir kütle hareket ediyor gibiydi, güneş tam tepemde başımı yakıyordu, başıma güneş mi geçmişti, göz kapaklarım kapanacak gibi oluyordu, eve gidip uymalıydım. Çirkeşlere gitmeliymişim, ama ben eve gidip uymak istiyorum. Çekyata uzandım, televizyonu açtım. Duş alıp, annemin almış olduğu pijamaları giydim. yatağa yatmak için çekyattan kalkmalıydım, kalkamadım. Gözlerimi açamıyordum, sesler geliyordu, bir kadın sesiydi, televizyon açık kalmış olmalıydı, yoksa annemin sesimiydi, Çirkeşler mahallesinde devriye gezen polisler kaldırım üzerinde 60 yaşlarında bir kadının cesedini buldular, Kadının masum sokaktaki göçmen apartmanın üçüncü katından düşerek öldüğü ama intihar mı yoksa kaza sonucumu öldüğü araştırılıyor. Gözlerimi hızlıca açtım karşımdaki görüntü yerde yatan annemin görüntüsüydü, annem ölmüştü ne zaman ölmüştü, dün mü yoksa bugün mü, sağ sola ileri geri hızlı hızlı hareketler yaparak dönüyorum, ne kadar uydum, benim ne işim var burada, hemen gitmeliyim, ben ne yapacağım şimdi, annem öldü, benim annem öldü, o benim annemdi. Yoksa bu bir rüyamı. Odamın kapısı hafifçe açıldı gelen kardeşimdi, kardeşimi hiç bu halde görmemiştim, bana sarıldı, ağlıyordu, abi annemiz öldü dedi, o anda bende sıkıca kardeşime sarıldım, sesimin çıkabildiği kadar haykırdım, ağladım, ağladım. Sonra sessizleştim, dizlerimi karnıma kadar çektim, başımı öne eğdim, ellerimi yüzümün yanına koydum, içeri girenler çıkanlar oluyordu, bir şeyler diyorlardı. Zamanı geri alabilsem, dün hiç olmasaydı, neden şimdi, şimdi ölmese olmaz mıydı, geri getirmek için ne yapabilirim acaba. Birkaç defa tekrarlanan bir ses, yemek yemeliymişim, birkaç lokmada olsa yemeliymişim. Yemek bir tabla ile yanıbaşıma geldi. Ama benim yemek yemek için çenemi hareket ettirmem gerekiyordu, yediğim şeyi çinemem gerekirdi. Nasıl yapacaktım bunu, Zaten içim almazdı ki yediklerimi. Dün birlikte yemek yemiştik anne, sen iştahsızdın, ben senin yaptığın su böreğini mım oh oh diyerek yemiştim, sende şimdi fark ediyorum donuk bir sesle afiyet olsun oğlum demiştin. Artık yemeklerin hiç olmayacak mıydı. Birisi bana iğne vurdu. Uyumak için iğneymiş, ama ben uyumak istemiyordum ki, ben annemi düşünmek istiyordum. Güneş gözüme çarpıyor beni rahatsız ediyordu, güneşe arkamı döndüm, kapı kolunun aşağıya doğru hareket etiğini gördüm, biri hafifçe kapıyı araladı, kapı aralığından içeri bakan gözle göz göze geldik, arkadaşım Mesuttu bu, yanıma geldi çekyata oturdu. Çok üzüldüm, anneni bende çok severdim, üzüleceğiz, ağlayacağız, onu anacağız. Ama Mesut daha dikkatli olmalıydı, onu bir daha göremeyeceğim. Hadi kal istersen, Mezarlığa gidelim, biliyorum sen mezarlıklara gitmeyi saçma bulmuşsundur, mezarlıkları sadece ağaçları sayesinde kentlere nefes aldırdığı ve kuşlara yaşam alanı bulduğu için gerekli görürsün biliyorum ama. Hemen yataktan fırladım, pantolonumu giydim, ayakkabılarımın üzerine bastım, gidiyorduk, annemin mezarına. Annemi görecektim, o beni görecek miydi, gördüğünü söyleyenler vardı, annemle konuşacaktık, biz konuşabilir miydik ki. Senin benden beklentilerin yüzünden, beni olduğum gibi kabul etmeyip başkaları ile kıyaslaman yüzünden hiç konuşamazdık, yaşarken yaşayamadık seninle. Sevgi ve nefretin bir arada yaşam bulduğu bir ilişkiydi. Kafamı kaşıdım, saçlarımı çekiştirdim. Güneş yakıcılığını konuşturuyor, bizi kavuruyordu, kuşların sesleri rahatsızlık vericiydi, ağaçlardan mezarlıklar görünmüyordu. Annemin artık bir adı yoktu o bir sayıydı M-22 bizim sokağın baş harfi ve evin kapı numarası idi, bilerek mi koymuşlardı, gittiği yerde bir ismi olacak mıydı. Anne neden bizi bırakıp gittin, neden dikkatli olmadın ki, daha yapacağımız işler vardı. İşe geri dönme zamanı geldi, ama benim aklımda, devamlı annemle ilgili hatıralar geziniyordu, kendimle konuşmalar bitmek bilmiyordu, nasıl görevimi yerine getirecektim ki, isteksizdim her şeye karşı, tadı tuzu yoktu insanların, doğanın, yemeğin. Kaybımı bilmeyenler adımlarınız ağır ağır bir şeyiniz mi var, çökkün görünüyorsunuz diyorlardı. Gördüğünüz sadece bedenim diyesim geliyordu, yok bir şeyim deyip geçiştiriyordum, konuşmak istemiyordum. Nasıl bir şey olduğunu unuttuğum sırt ağrıları ve göz seğirmeleri kendini hatırlatmaya başladı bu günlerde. Hiç kurtulamayacaktım şu kekemelikten de, leş yiyen akbaba gibiydi, zayıf düşmemi bekliyordu. İşler yapılıyordu bir şekilde. Az önce bir şeyler yapmak istedim, sonra vazgeçtim. İşte kinler bakışların değişti senin diyorlardı, gözler kalbin aynasıdır derler di, tespitleri doğru olmalıydı, ama sadece tespit etmişlerdi. Simetri takıntısı patronum, senin dengen bozuldu annen öleli diyordu, sanki laminant parkenin düz çizgileri ile masanın ayakları denk gelmediğinde, dengesi bozulmuş bu odanın derdin ya, değişini ona benzettim diyecektim ama hağla bi baltaya sap olmaya çalışıyordum, bir yere ait olmasam olmaz mıydı. Ya karnım açık tığında ne yapacaktım. Büyüklerin dünyasında sen onlara bir şey vermeden bir şey vermiyorlardı. Sen yok olmaya başladığında onlar sana bir şey verirlerdi, ancak, senin düşüşünün üstüne yükselirlerdi. Hayatı anlayamadığımda, anlatamadığımda, anlaşılmadığımda, kaldıramıyorum artık dediğim zamanlarda, kendime bir başka dünya yaratıyordum, kendimle oyunlara girerdim, bir şeye sarılırdım o anlarda. Herkes girmezmiydi, sarılmazmıydı ki. Benim oyunum yazmak veya okumak idi, bir başkasının ki ise alkole sarılmak olabilirdi, ikisi arasında bir fark yoktu. Yazmaya karar verdiğimde yine o zamanlardan bir gündü, bu zamanların günlüğüydü o defter. Kendi kendime okurdum bazen, nasıl da zaman duygularımızı farklılaştırıyordu. Duygularımın günlüğünü anneme hep okumak istemişimdir, olmadı, cesaret edemedim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bana göre değerlerimin değerlerinize saldırı olarak algılandığı bir gündü, anne sana göre ise beni korumak istiyordun insanlardan, sürünün dışına çıkarsan kurtlar kapar diyordun, ben senin değerlindim, senin varolma nedenindim, benim kılıma zarar gelmesini istemiyordun bu yüzden bana karşı çıkıyordun. Nasıl gemiler dalgaya yakalandıklarında sığınacakları limanları varsa sende benim limanımdın ama sen benim hep limanda kalmamı istiyordun, limandan biraz ileriye açılmamam için beni açık ceza evine mahkum ediyordun, açık cezaevinin duvarları ise benim sana bağımlılığım, habishanenin güvenliğini sağlamak ise yok oluşunu öne sürmekti. Gemi gemiliğini göstermek için açılma girişiminde bulunmuştu, bulunmasına ama her defasında senin güvenlikçilerine, yok oluş güvenliğine takılıyordu. Sen bana sana öğretilen şekilde bağımlı olmayı öğretmiştin, varlığımın merkezine kendini aldırmıştın. Sen yoksan bende yoktum. Gemi açılmak istiyordu, keşfetmek istiyordu diğer yerleri, geminin doğası denizlere yelken açmaktı. Açılması gerekiyor du, burada kalmakla da yok oluyordu, her şey işlevsiz hale geliyor du, şunu anlamaya başlamıştım burada kalmakta yok olmaktı benim için. Senin koruma kalkanının dışına çıkmak senin yok oluşun olacaksa olsun, birisi yok olacaksa neden ben yok olayım. Benim istediğim sadece varlığımı gerçekleştirmek, senin yok olman benim özgürlüğüm mü olacak. Şunu düşün nasıl bebek iken hep biraz uzaklara gitmek istediğimde arkamı dönüp sana bakarmışım, sonra senin orada olduğunu gördüğümde oyuncaklarla keşfe dalarmışım, sende buna sevinirmişsin. Ama şimdi benim arzularım ortaya çıktı artık senin yanında kalamam, seni sevmediğimden değil. Gemi yüksek dalgalarla çarpışıp çıktığında kendine gelecek, belki yok olacak. Ama durmak yok olmak değil mi, belirsizlik olmadan, açı olmadan, dalgalanmak olmadan, ayrılık olmadan, hayat çekilir mi ki, gemi manevra kabiliyetini nasıl anlar, nasıl tanır ne kadar hızla bu dalgaya gireceğini, nasıl bilebilir kendini, bırak yaşıyayım. Bu hafta uzun zamandan beri yapmadığım bir şeyi yapmaya başlamıştım yine, kafamı kaşıyor, saçlarımı çekiştiriyordum. O geçe iki insanın anca sığabileceği genişlikteki balkonda ki çamaşırları almaya mı çıkmıştın, çamaşırları toplarken tansiyonun mu yükselmişti. Gözlerin karardığından dolayı dengeni kaybedip düşmüş müydün. Uyamadığından şikâyet ederdin bu hafta, uyamadığına mı çamaşırları toplamaya çıkmıştın. Yok sa, yok yok aklıma gelen olamaz. Birisi itmiş olabilir miydi, bir boğuşma olduysa, bir ip uçu olmalıydı bir yerlerde, beş katlı dört daireli apartmanda sesi duymuş olanlar olabilirdi, karşı apartmanın dördüncü katındaki kadın ışıkları ne zaman kalksam yanardı, o belki bir şeyler görmüş olabilirdi, duyarsızdı insanımız bir şey görüp de polise söylemeyenler pekala olabilirdi. Şüpheciliğimi burada konuşturmalıydım. Yoksa aklıma gelen şey mi olmuştu yok yok olamaz dı. Aklıma getirmekten kaçındığım şey aklımdan çıkmıyordu. Zamanında beni aldatan kızın evine bir şişe şarap alıp beşinci kattaki 22 numaralı kapının zilini bastım, çelik kapı yüzüme kapanabilirdi, beni evine aldı, yaşça benden baya küçüktü, Sosyolojiyi son sınıftaydı, baba şefkati arıyordu, babası bir var bir yoktu, o baba şefkati arıyordu kendinden yaşça büyüklerde. Bende aklımdan çıkmayan şeyi onun evinde sevişerek çıkarmaya çalışıyordum, pek konuşma olmazdı. Sığınmıştım o eve. Yoksunluklarımız sayesinde birlikteydik. Yoksa dine mi sığınmalıydım. Onun varlığı benim yok oluşum oluyordu, şimdi onun yok oluşu yine benim varlığımı tehdit ediyordu. Sırtımın ağrısından ölecektim, ya kafamdan ne istiyordum, saçlardan ne istiyordum, kafamın derisini kanatana kadar kazımak neydi, ne arıyordum orada. Annem intihar mı etmişti, yok yok, kaybetmeye katlanamadığı zamanlarda insan en kötü şeyi aklına getirmeye yatkındı, en kötüsünü getirerek kendince karşılaşacağı duruma alıştırma yapmaktı. Bir keresinde bana hayatıma son vereceğim demiştin, bende neden demiştim, kimse beni anlamadı, anlaşılmadım, kabul etmediler bu halimle beni, benim yapmak istediklerim vardı, olmadı, olduramadım, artık bir amacım da yok. Belki sen .. Sağda solda şunu derdim, insanların sözlerine bakmayın davranışlarına bakın, insan sözle kendini her şeye benzetebilir, kendini görmek istediği gibi gösterebilir, görmek istedikleri gibi gösterebilir. Bende hiç sevdiğim birini kaybetmeden ne ahkamlar kesiyordum, şimdi yaptıklarımdan çok farklı konuşuyordum, ben sadece o anlattıklarım gibi olmak istiyordum, ama gerçek olan şimdi yaptıklarım işte. Bundan sonra kendime bakışım nasıl olacaktı, yine böyle başka yapmadığım konularda ahkam kesecekmiydim, kesebilirmiydim ki. Duran Aydoğmuş
  3. Yukarıda yazdığım yazıyı sizin yazdıklarınızın altına yazsa idim daha iyi olacakmış. ama siz fark ettirmeden fark edemedim, yazınızı olumlu buldum. teşekkürler.
  4. Hangi Mustafa Kemal Atatürk Geçen senelerde elime ince bir kitap geçti, saman kağıdı idi, siyah mürekkep kalem ile yazılmıştı köşeleri hafif hafif yırtılmıştı, üzerinde tarih yazmıyordu, üzerinde kimin yazdığı da yazmıyordu , isim ve tarih yazan yer yırtılmış olmalıydı. Yazılma tarihini, içinde yazılanlara baktığımda -kelimeler şimdi kullandığımız kelimelerden farklı ama yinede anlayabiliyordum- tarih yaklaşık olarak ortaya çıkıyordu, Kitabın başında bu yıl Adolf Hitler öldü deniyordu, yani 1945 Mayısından sonraki bir tarih idi. -İçeriği genel olarak "Tarihi yazanlar ve tarihi okuyanlar tarafından nasıl kendi inançlarına/görmek duymak istediklerine göre yazdıkları, tarihi şahsiyetlerin söylediklerini gerçekten anlamak yerine istedikleri tarafları nasıl aldıklarını, tarihi olayları nasıl kendi hayal dünyalarını/inçlarını/çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandıklarını ortaya koymaya çalışmış" -Kitabın bir kısmından alıntı yapayım -alıntı yaparken günümüz Türkçesine çevireceğim kelimeleri- ... Öyle ki insan doğru peşinde de değildir, bir şekilde bir yere ait olmak ister, kendini anlatmak ve anlaşılmak ister, insan yalnız kalmamak için çabalar çoğunlukla. Toplumun doğru dediği şeylere doğru demeye yatkındır insan. Değerleri de sabit değildir öyle pek. Değerlerini güçlünün değerleri ile yer değiştirmeye yatkındır, güçlü olmak ister insan, ünlü olmak ister, çok kişi tarafından bilinmek ister. Çok kişi tarafından bilinmek demek, çok anlaşılıyorum demek anlamına da geliyor. Öyle ki insan çok da tarafsız değildir, eşitlikçi değildir. İnsan bir yerde uyumsuzluk/terslik hissetse bile o topluma uyum sağlamak adına bazı şeyleri görmemezlikten, duymamazlıktan, aldırmamazlıktan gelerek akla uydurmaları yaparak uyum sağlar. Bunu yapar, çünkü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla karşılaşmak istemez. Bulunduğu çevreye uyum sağladığında kendini güvende hisseder bir nevi, uyum sağlamadığında çevresindekiler onu tam kabul etmezler içlerine, ayrımcılığa maruz kalır. İnsan öyle bağımsızlık peşinde falanda değildir ... -İnsanı böyle tanımlıyor kitap ve şöyle devam ediyor, ... Mesela Hz Muhammedin döneminde Kuran'a yazılanlar bir tane, ama bakın şimdi her okuyan neredeyse farklı algılıyor ve bir çok fırkalara ayrılmışlar, kaç tane Kuran var diyesi geliyor insanın, Kaç tane Muhammed var. Birde herkes ben haklıyım diyor, bir birlerine kendi doğrularını kabul ettirmek için savaşıyorlar. Şekilcilikte yarışıyorlar, adeta kim daha şekilci -kendilerince kutsal atfettikleri yerleri gezme görmede...) olursa o daha çok inançlı gibi bir şeye getiriyorlar. Herkes daha önce atalarından getirdikleri inançlara, örflere göre okuduğu bilgiyi yorumluyor ve önemli bir nokta ise yukarıda insanın özelliklerini ve davranışlarını göz önüne aldığımızda bu farklı görünüşlerin nedenini anlayabiliriz... -Ve kitap sonunda bir konuyu, bir şahsiyeti bir olayı olduğu gibi/göründüğü gibi değerlendirmek istiyorsak neler yapmamız gerektiğini sıralıyor. Ün ve makam peşinde olmayacaksın, üretken ve gerçekler sizi rahatsız etse bile gerçeğe saygılı olacaksınız. Bencilliğiniz ve gururunuz yüzünden hep haklı çıkma peşinde olmayacaksınız. Doğrularınızın değişebilir olduğunu ve hata yapabilirliğinizi kabul edeceksiniz. Katılaşmış bir şekilde bir fikre bağlanmayacaksınız. Başka fikirleri dinlemesini ve eleştirilen yaklaşmasını bileceksiniz. Bir Mezhebe bağlı olmayacaksınız. Veya bir ideolojiye bağımlı olmayacaksınız, karşınızdaki insanlara açık ortamlarda varsa mezhebinizi ve ideolojinizin sorgulanmasına izin vereceksiniz. Bilgi kaynaklarına birinci elden edinmemeleri -nakli veya rivayet şeklinde sözlü anlatımlardan beslenmeleri- Bilgiyi kaynağından almaya çalışın, bilgiyi vermek isteyenin kelimelere nasıl anlamlar yüklediğine bakılmalı. Yorum ve bilgi karıştırılmamalı. Zaman kısıtlılığından dolayı eksik bilgi ile karar verilmemeli. Bu konu hakkında daha bilmediklerim neler diye kendine sormalı, hangi bilim dalları bu hakkında fikir yürütmüş diye düşünmeliyiz. Arzularımıza ve beklentilerimize göre olaya yaklaşmamalıyız. -Kitaptan alıntılarım bu kadar. Bu yazıyı paylaşmama neden olan gelişme, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'ın 10 Kasımda Mustafa Kemal Atatürk hakkında söylemiş olduğu sözleri idi, kaç tane Mustafa Kemal Atatürk var demesi idi. Erdoğan'da Atatürkün bazı yönlerini alıyor bazılarını almıyor, Kendi inançları doğrultusunda, çıkarları doğrultusunda, daha önceki inançları doğrultusunda bilgileri alıyor. Benim yukarıda yaptığım alıntıda olaylar ve kişiler nasıl tarafsız bir şekilde değerlendirilir hakkında iyi bilgiler sunuyor. Kendi mezhebinide bu dedikleri çercevesinde düşünmesini tavsiye ederim. Duran Aydoğmuş.
  5. Bir mesele var ... meselesi. Tohumun ağaç olma çabası var... Bir bakış açısı... İnsan her şeyi tecrübe ederek mi öğrenir. Hep olayların sonuçlarını görebildiğimizde mi kararlarımızı tartarak/ölçerek almaya başlarız. Sonuçları görebilmek içinde deneyimlememizmi gerek. Deneyimlemek içinde hep kendimizle bir mücadele içinde ve kaygıyla yüzleşmek zorundamıyız. Bir olayı deneyimlemeye iten nedenler neler peki, o olay hakkında duyduğumuz rahatsızlıklarmı - ihtiyacı duyulan bir şey aktif olduğunda bu ihtiyaç giderilmediğinde gerilim/bunalım/rahatsızlık duyarız ve bunu gidermeye çalışırız, bir nevi denge durumuna gelmeye çalışırız. Denge durumu ne ki ?- veya belirsizlik durumundan belirli bir duruma geçme çabasımı -insan neden bir şeyi keşfetmek ister, keşif edilecek yerin bir öncesinde ne olduğunu bilmeyiz ve orada karşılaşaçağımız durumlar hakkında öngörülerde bulunuruz o bir öncesininin belirsizliği bize itici güç olur belirli hale getirmek isteriz o tarafı, belirli hale gelen yerler hakkında güven duyarız o taraftan geçme konusunda bir endişemiz kalmaz artık. Ve o keşfedilen yerler bize yeni imkanlar tanır. Keşfedene de haz verir keşfedilen yer- Ilk defa sıcak sobaya dokunan bir çocuk eli hafif yandığında o sobaya dokunmanın sonuçlarını öğreniyor ve daha sonra o sobayla bir işi olduğunda o sobaya dokunma yöntemlerini öğrenmeye gidebilyor. Biz büyükler de ilk defa gerçekleştirdiğimiz bir olayda hep elimizin yanmasımı gerek, aldığımız kararların ancak böylemi farkında olabiliriz. Ilk defa bir kız ile bir sevgili ilişkisi gibi bir şey yaşadım da hissetiğim duyguları yazacağım, ama iyi bir şekilde sonuçlanmadı -zaten sonuçlansaydı bu satırları yazmazdım- sobaya hemen dokunmak istedim, sobanın kimyasını bilmeden. Yaşanmadan düşünülen bi olay eksik ve hatalı değerlendirmelere neden olabiliyor, kafamızda kendi idealimize göre bir olay yaratabiliyoruz, yani onun gerçekte olduğundan farklı bir hale getirip o kafamızdaki şeye inanmaya başlayabiliyoruz. Tabi bu duruma nasıl geliniyor onu açayım, merak duyguları, çevre etkilemesi, hormonal dengeler, yalnızlık kaygıları benim dengemi sarstı ve dengemi etkileyen en önemli etkenlerden biride bir şeye sahip olma isteği/o duruma erişme isteği/o duruma sahip olamadığndan ötürü duyulan eksiklik/hoşnutsuzluk idi -bu düşünce yapısında bir kişi sahip olmak istediği şeye karşı pasif bir duruma geçer, kendi kişiliğinden ödünler verir ve en önemlisi de ilişkiye kendini katmayı unutur-, benim sobaya bilincsizce yaklaşmamı sağladı. Ve soba beni yaktı; yemekten kesildim, açlık tokluk insanın aklına gelmesi iyi birşeymiş, keyfi yerinde insanların işiymiş. Vücudumun her tarafını sızlatıyor, benim eklemlerimin yavaş hareket etmesine neden oldu. Ses tonumun kısık çıkmasına -ağlarmış gibi çıkmasına neden olmuştu-, Gidene gitti için üzelemüyorsun aslına bakılırsa, giden hayallerine ve kafanda yarattığın güzel anıların gitmesine bir süre alışamıyorsun... yerine başka birini koyma fikri düşündürüyor seni aslında. Yanan yere buz koymak istemiyorum, bu ağrının her anını hissetmek istiyorum, yoğun şekilde yaşamak istiyorum, çünkü daha sonra karşılaşacağım sıcak sobalara nasıl yaklaşmam gerekiyor sorusu aklıma gelebilmesi için yaşamak istiyorum -gerçi yazarak yanan yere su dökmüş oluyorum, çünkü yazmak unutturuyor bana o ağrıyı, ama bir taraftanda yazmak düşüncelerimi şekillendiriyor- Bu ateşe yaklaşacağım çünkü ihtiyacım var, yaklaşmamak gibi bir seçenek daha da zorlaştırır hayatımı, güzel yemekler yememi engeller, iyide ben bu sobada güzel yemek yapılabileceğini nereden öğrendim, öğrenmedim daha ben, güzel yemek yapanları görüyorum sadece ve onları hissetmeye çalışıyorum. Eminim ki o soba da yemek yaptığımda sonuçları daha iyi içime alacağım – bu konu hakkında ki duygularımı farkındalığıma dökeceğim- şimdi sadece bu sobanın fizyolojisini anlamam gerek, onlara yaklaşma yollarını bulmalıyım, ilk tecrübe bana sonuçları düşünmem açısından bir şey verdi, artık "dengemi" etkilecek faktörleri kontrol etmesini öğreneceğim yanmamak için. Işte meyve olgunlaşıyor, artık olgunlaştıkça aromasını salacak ve insanlara tatsız/ekşi yenmeyecek halde olmayacak, faydalı bir hale geliyor meyve hoş kokusunu etrafa yaymaya başlayacak, karşı tarafı cezbedecek ve böylece yiyen tarafından güzel sözler ve güzel duygular bırakacak geriye ve yiyenin saygınlığını kazanacak. Duran Aydoğmuş
  6. duran

    Soma ve insanlık Yılardan 2023 ve günlerden Cumartesi akşamı ben uzanmışım düşünüyorum, yine geleçek ile ilgili beklentilerim var, insanlar üzerine düşünüyorum gene, bir taraftan ıhlamur çayımı yudumluyorum, geçmiş ile ilgili bazı olayları düşünüyorum, kendimle konuşuyor, o günleri değerlendiriyorum. Bazı olaylar gözümün önüne geliyor; 2014 yıllında Somada yaşanan maden faciasını düşünüyorum, galiba öğlen sayısı 300 kişimiydi 400 kişimiydi tam olarak hatırlamıyorum. O zamanlar insanların sosyal medyada baya paylaşım yaptıklarını hatırlıyorum, yardım toplayanlar olmuştu. Baya bir yerde yürüyüş olmuştu, Ha birde ben ve Mustafa diye arkadaşım Soma için, işçi hakları için Bursa da Heykele yürüyüşe gitmiştik. İnsanlar kendi vicdanlarını rahatlatmak için o anlık tepkiler vermişlerdi her olayda olduğu gibi. Sanki bu olaya çok sahipleniyormuş öğlenler çok umrundaymış gibi o anda işçi sorunlarına kıyıdan köşeden değinecek açıklamalar ve paylaşımlar yapmışlardı. Çeşitli özel sektör firmaları konuşmaları öncesi saygı duruşu yapıyorlar. Bende hatırlıyorum kendimi o zamanlar denetimsizlikten olmuştu bu olay gibi şeyler demiştim, bazı paylaşımlarda bulunmuştum. Bu yaptıklarımı şimdi hiç samimi bulmuyorum. Şimdilerde bu olayı hatırlayan yok neredeyse, o zamanlarda hatırlıyorumda Medya ne kadar çok haber yapmıştı, gündemi dolduraçak bir olay çıkmıştı, adeta Medya ya bir eğlence çıkmıştı, daha fazla izlenmek için öğlen kişilerin ailelerini gösteriyorlar... Herşey bir iki yıl içinde unutulmuştu neden böyleydi insan oğlu, insan hayatını değersizmi görüyordu, o zamanlardaki başbakan şöyle demişti galiba "Madenlerde ölüm Kader imiş" bu başbakan kendini hep böylemi avutuyordu, gerçi insanların bir çoğuda kötü birşey başlarına geldiklerinde veya mücadele etmesi gereken yerde mücadele etmekten çekindiğinde insan kendi içinde kaçışlar yapar, kendilerini kandırmayı öğrenmişti insan oğlu, bu yapılanlar benliğin kaygıyı hafifletme uraşlarında yaptığı savunma düzenleriydi, gerçekler ağır geldiğinde yapılır bunlar, gerçeklerle yüzleşmeye güçü olmayan insanların yaptığı hareketlerdi bunlar. Gerçeklerle yüzleşmek işin başlangıcıydı gerçeklerle yüzleşirken sert çetin çarpışmalar geçer insanın içinde, gerçeklerle yüzleşilmediğinde o olay hiç çözümlenmez. Somadaki Maden ocaklarındaki faciayla o zaman yüzleşilmemişti. Sert çetin çarpışmalar geçmemişti, dengeler sarsılmamıştı. Soma da yaşanan maden faciasında öğlenler, bir çok etkenin oluşması sonucu ölmüştü şimdi daha iyi anlıyorum; denetimsizlik, özel sektörün rekabet üstünlüğü mücadelesi ve daha fazla para kazanma hırsı. Ünlü bir sözün ülkemde yanlış alaşılmasının sonucları idi ne idi o söz "Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler". İnsanların üstünlük/ün arayışı/hırslarını göz önüne alınmadan özel teşebüslere işlerin bırakılması, en önemliside çalışanların kendi hakları için örgütlü bir şekilde mücadele edemeyişi. Meslek kuruluşları küçük çıkarlar uğruna olayları görmemezlikten, duymamazlıktan gelmeyi yeğelemeleri, mesleğin içinde olupta mesleklerinin sorunları için birşey yapmıyorlardı -Soma için Bursa yürüyüşünde meslek kuruluşları, üniversiteler, mesleki sivil toplum kuruluşları yoktu, yürüyüşte bir bilinç yoktu- Ülkemde ki insanlar hakların verilmediğini anlayamamıştı, Haklar hep bir mücadele ile alınır ve haklarını korumak için faydalandığı şeyin hakkını savunmasını bilemedi. Bu sürecler bu faciayı meydana getirmişti. Buna benzer facialar sonraki yıllarda da yaşanmıştı, maden faciası daha öncede yaşanmıştı çok benzer bir olaydı 1991 yılında idi, Ankaraya yürüyüşler olmuştu. İşte böyle geriye dönük bir düşünce içine girdim, bu düşüncelere beni götüren insanların davranışlarını anlamak idi galiba. Bu zamandan şimdiki zamana bende değişmeler olmuştu, ben değişmekten korkmaz olmuştum, ben kendimle ilgileniyordum, ilgimi kendime cevirmiştim, yaşam bana her an ilginç geliyor, bu yüzden yaşamda bulunmak hoşuma gidiyor. Duran Aydoğmuş
  7. duran

    Ozgurluk uzerine

    Özgürlük olabilmesi için ilk başta bir varlığın olması gerek, ve bu varlığın kendi bilincinde olması ve önünde seçeneklerin olduğunu bilmesi gerek. Özgürlük doğuştan gelen birşey değil sonradan kazanılan bir şey. Hiç dünya ya gelmemeyi seçebilir miydim, veya insandan başka bir varlık olmayı seçebilir miydim. Bu soruların bilimsel olarak bir anlamı var mı ki. Çünkü bu dediklerimi nasıl yanlışlaya bilirsin ki. Ancak inanç olarak inanabilirsin. İnsan kendi istekleri ve toplumsal istekler arasında sıkışıp kalan bir varlıktır. Bu iki durum arasında bulunduğunun farkında olup, ve devamlı bu iki seçenek arasında bir seçimde bulunacağının farkında olması gerek insanın, ama çoğu kişi bilinçli/farkında olarak seçim yapmaktan kaçar, seçimlerini genelde bulunduğu düzenden yana yapmaya çalışır, ve seçim yapmaktan çoğu zaman kaçar. Bilinçli olarak farkındalık oluşturmak ise kişinin kendi düşünceleri üzerine düşünmesi ile oluşacak birşey, tabi bu kendi düşünceleri üzerine düşünmek genelde toplumun değerleri ile uyuşmazlığa girdiğinde kesiliyor. farkındalık oluşturulsa bile kişi hep bir belirsizlik içinde bulunur, belirsizlik ise kaygı demektir insan için, ve insan pek de değişimden hoşlanmaz değişimden hoşlanmayan insanlar seçim yapmaktan hoşlanmaz, değişim demek belirsiz sularda yüzmek demektir, eski durumundan hoşlanmasa bile eski durumunu korumaya çalışır sırf yeni sulardaki belirsizlikler yüzünden. Ve her yeni seçim hep yeni kaygılar demektir, bu kaygı duymak yalnızlık kaygısıdır, değerlerini yitirme kaygısıdır, saygınlık kaybetme kaygısıdır, maddi kaygıdır, aidiyeti kaybetme kaygısıdır... İnsana özgürlük verilmez insan seçim yapmanın sonucunda yaşadığı kaygılarla yüzleşebildiği sürece özgürdür. Yukarıda yazımda bahsettiğim Açık ceza evleri idi açık ceza evlerine kişileri koyan ise kişilerin kendileri idi, hatırlayalım ne demişim "insan ilişkilerindeki rahatsızlıklar/uyumsuzluklar ile kendimizden beklentilerimiz/görmek/bulmak istediklerimiz ile yaptıklarımız/bulduğumuz/karşılaştığımız durumlar arasında farkın oluşması sonucunda zorlanımlı yapılar meydana gelir bu zorlanımlı yapıların/çatışmaların arkasındaki nedenler kaygılardır. İnsan kaygıları karşısında, kendini olmadığı gibi göstermeye girer, kendi farkında olmadan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları uygular -yüceltme, büyüklenme, yansıtma gibi...- Kendi çatışmalarımızla ne kadar yüz yüze gelirsek ve kendi çözümlerimizi/çözümlemelerimizi ne kadar çok ararsak o kadar çok içsel özgürlüğümüze kavuşuruz. Ve ne kadar çok kaygı ile mücadele etmeye razı isek o kadar çok kendi kendimizi yönetmeye yaklaşabiliriz. Yoksa açık ceza evlerinde yaşamaya mahkumuzdur." Özgürlük üzerine düşünmeye devam ediyorum, ama şimdilik şunu diyebilirim, doğal görünen, yalansız dolansız, söylediği gibi olan, olduğu gibi görünen -savunma düzenlerine başvurmayan- hiç bir etki altında kalmadan kendi düşüncelerini sorgulayan ve kendini istediği gibi ifade edebilen, duygularını açıklayabilen, kişilerin özgür olduklarını düşünüyorum
  8. duran

    Ozgurluk uzerine

    Özgürlük Üzerine Özgürlük nasıl bir kavramdır ki, herkes tarafından dillendirilmekte. Çevremde özgürlük tanımlarına verilen anlamlar şöyle; bir şeyden bağımsız olma, kendi isteklerini istediğin gibi yapabilmek, hiç kimseyi takmamak olarak da dillendirilmekte. özgürlük kavramı her çağda var mıydı diye sormak gerek, özgürlük kelimesine farklı bir isim verilmiş olabilir mi. Her çağda ne kadar ön planda idi, ne kadar kişi tarafından dillendiriliyordu, tam olarak nasıl anlamlar verilmişti, nasıl anlam farklılaşmasına uğramıştı, bunu bilmiyorum. Günümüzde özgürlük kavramı sanki çok ön planda olan bir kavram. Acaba bu kadar ön planda olmasının nedeni eksik olduğumuz bir alanın dillendirilmesi mi, hani bir insan kendinde bir şeyi eksik hisseder ya veya bir konuda rahatsızlığı olduğunda, devamlı onu dillendirir ya çevresinde. Özgürlükte toplumun sahip olamadığı bir şey olduğundan dolayı mı dillendirilmekte. Özgürlük kelimesine verilen anlamlara nasıl bakabiliriz. Bir kelime tek başına bir anlam ifade etmez, kelimelerin içi başta boştur, insanlar kelimelere anlamlar yükledikçe kelimeler işlev kazanır, bir kelime diğer bir kelimeyle zincir şeklinde bağlantılıdır, ama aynı zamanda diğer kelimelerden bir noktada ayrılmaktadır. Mesela bir işte ustalaşan kişi ustalaştığı işteki kelimeleri seçerek konuşur ama bu işe uzak olan biri kelimelere pek dikkat etmeden konuşur, çünkü o alandaki kelimelerin tam ayrımına varamamıştır. Özgürlük kelimesi ile yakın ilişki içinde olan zincirin en yakın halkalarını tespit etmeye çalışalım. Özgürlük kavramını açmadan önce insanın doğasını açmaya çalışalım, çünkü insan doğasını açmaz isek, özgürlük kavramının insan için önemlimi/önemsizmi bilemeyiz. Neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda bir karara varırken. İnsanın yaratılışına/İnsanın varoluşsal durumuna ve insanın gelişmesini yöneten yasalara bakarak bir karara varmalıyız. Böyle yapmadığımızda sana göre bana göre olur. İnsan hayvana benzemiyor, bitkiye de benzemiyor, diğer hiçbir canlıya benzemiyor, hayvanları ve bitkilerin doğal bir ortamları var, bu doğal ortamlarından koparıldığında, hasta oluyorlar veya yaşamlarını sürdüremiyorlar, her hayvanın ve bitkinin doğal ortamını bildiğimizden onların hastalanmaması ve yaşamlarını sürdürmek için yapılması gerekenleri kesin çizgilerle çizebiliyoruz. Varoluş durumunu bildiğimiz bir şeyin yaşamını sağlıklı sürdürmesi için yapılması gerekenleri kolayca ortaya koyabiliriz. Yaşamlarını zamanın yok ediciliğinden ötürü sonlanırsa, diyebiliriz ki hayvana/bitkiye yaraşır bir şekilde yaşadılar. Sanki insanın varoluşundan kaynaklanan bazı durumları/gereksinmeleri, tutkuları var. İnsan diğer canlılara göre değişik bir varoluşsal yapıya sahip görünüyor, çünkü insan diğer insanlara bir şey anlatmak için intihar edebiliyor. Etrafında dönen olayları anlamadığında/uyum sağlayamadığında/hayat anlamsızlaştığında intihar edebiliyor. İnsanın çevresini anlama ve kendini anlatma/anlaşılma ihtiyacı içinde. İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı var -yalnızlığı bu yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aidiyet hissediyor. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulduğunda, insan kendi kendini yadsıyabiliyor/aşağılık durumunda kendini görebiliyor. kişi kendi kendine çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor. Kendi dışındaki canlılarla ilişki kurmak onlarla bütünleşmek istiyor. karşı canlının kokusunu duymak bile iyi geliyor insana, yalnız kalmak çok zor gelir. ilişkiyi ya sağlıklı bir şekilde paylaşarak, saygı duyarak, güven içinde yürütür, yada narsist bir şekilde bu varoluşsal ihtiyacı gidermeye çalışır. Kendini kendine kanıtlamak ister hep, güç sahibi olmak ister gibi, bunu da yaratıcılık ve yıkıcılıkla yapar. Bir yere ait olmak ister. birşeylerle, birileriyle kendini tanıtmak ister, bunu bireyselliğini koruyarak yapar veya kendi bireyselliğini yitirerek de olsa bu varoluşsal ihtiyacı karşılamak için sürünün içinde kaybolarak yapar. Kendine hep bir amaç hep bir yapılacak şeyler koyar, geride birşey bırakmak istemekte. Böyle yaparak ölümden mi kaçmak istemekte bilemedim. Yukardaki teorik açıklamalardan sonra, insanların çoğunluğunun nasıl davranışlar içinde bulunduklarını şu ana kadar ki gözlemlerim çerçevesinde değerlendireyim. İnsanın asıl sorunu; Bir şekilde bir yere ait olmak ister, kendini anlatmak ve anlaşılmak ister, insan yalnız kalmamak için çabalar çoğunlukla. Öyle ki insan doğru peşinde de değildir, toplumun doğru dediği şeylere doğru demeye yatkındır insan. Değerleri de sabit değildir öyle pek. Değerlerini güçlünün değerleri ile yer değiştirmeye yatkındır, güçlü olmak ister insan, ünlü olmak ister, çok kişi tarafından bilinmek ister. Çok kişi tarafından bilinmek demek, çok anlaşılıyorum demek anlamına da geliyor. Öyle ki insan çok da tarafsız değildir, eşitlikçi değildir. İnsan bir yerde uyumsuzluk/terslik hissetse bile o topluma uyum sağlamak adına bazı şeyleri görmemezlikten, duymamazlıktan, aldırmamazlıktan veya akla uydurmaları yaparak uyum sağlar, bunu yapar çünkü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla karşılaşmak istemez. Bulunduğu çevreye uyum sağladığında kendini güvende hisseder bir nevi, uyum sağlamadığında çevresindekiler onu tam kabul etmezler içlerine, ayrımcılığa maruz kalır. İnsan öyle bağımsızlık peşinde falanda değildir, bir kişiye birisi kendini iyi hissettiriyorsa ve bu kendini iyi hissettiren kişinin hareketleri ters bile gelse kişiye, kişi o kişinin ilgisinden kopamaz. İnsan seçim yapmaktan pek de hoşlanmaz, değişimi pek de sevmez. Zaten çoğu kişi de seçimlerinin çok da bilincinde değildir. Çünkü seçim yapabilmek için iki şey gereklidir, bu iki şey de insanda pek yoktur; birincisi kendi düşünceleri üzerinde düşünmeden oluşturmuş olduğu hayat görüşleri vardır, aldığı kararları nasıl verdiğine pek dikkat etmez, yoksunluklarının, güçsüzlüklerinin pekte farkında değildir. Yani bilinçli/farkında değildir kendinin. İkincisi ise insan değişimden hoşlanmaz, değişimin getirdiği belirsizlikleri/kaygıları normal karşılamasını bilmez. İnsanın sorunu özgür olmaktan başka şeyler midir acaba, Özgürlük verilen birşey midir insana, Özgürlük kazanılan birşey mi acaba, Özgürlük bilinmiyorsa istenebilinirmi ki. Özgürlük bir ömür boyu ertelenebilinir mi ki. Niçin özgürlük önemli olmalı ki insan için. peki özgürlük ne demek ki? İnsan ilk doğduğunda hiçbir seçim yapacak yeteneğe sahip değildir, ve Hiçbir konuda bilinçli şekilde bir şeyi elde etmek için emek vermesini bilmez, duygularını tanımaz. İnsan kendi kendini yapılandırır, doğuştan gelen bir bilgisi yoktur, Hiçbir kavramsal bilgisi yoktur, kelimelere anlamlar vererek kendi anlam dünyasını kendi yapılandırmaktadır, yapılandırırken içsel ve dışsal baskılardan ne kadar uzak ise veya içsel ve dışsal basıkları ne kadar az hissediyorsa o kadar iyi bir yapılandırma yapar, yetenekli olur ve o kadar doğal görüntüsüne kavuşur. Şimdi burada doğal görünmenin ve yetenekli olmanın ne demek olduğunu açıklıyayım ve özgürlük ile nasıl bağlantı kurduğumu açıklayayım. Doğal görünmek demek ruh sağlığı yerinde insan demek aynı zamanda, ruh sağlığı yerinde insan demek, söyledikleri ile yaptıkları arasında uçurum olmayan demek, özü sözü bir olan insan demek, kendini olduğu gibi kabul edebilen insan demek, yalansız dolansız olan demek, aşağılık üstünlük mücadelesinde olmayan demek, karşılaştırmalar içinde olmayan demek. Kendini gerçekte olduğundan farklı göstermeye çalışmayan insan demek. Yetenekli insan, kendi fiziki ihtiyaçlarını karşılayacak beceriye ve bilinçe ulaşmış insandır, yaptığı seçimlerin sonuçlarının farkında olan insan demektir, seçimlerini bilinçli almaya çalışan kişidir de, aynı zamanda imkanlarının fakında olup bu imkanlarına göre kendine işe yarar birşeyler üreten kişidir de. Yetenek tecrübeyle yakın ilişkilidir, yetenek emek gerektiren bir uraştır da. Yeteneklerimiz ölçüsünde karşımıza imkanlar çıkar, imkanlarımız çercevesinde birşeylere ulaşabiliriz, seçeneklerimiz olur. Özgürlük seçenekler arasında seçim yapmaktır derler, ama seçeneklerimiz de bizim imkanlarımıza bağlıdır, imkanlarda yeteneklere bağlı birşeydir. Doğal olmak/ruh sağlığı yerinde insan olmak insan keyiflerin en büyüğünü yaşatır, içsel rahatlama sağlar insan. Çok daha az kaygısız ve endişesiz bir hayat sağlar insana -gerçi insanın beklentileri, gereksinmeleri, umutları olduğu sürece kaygılar hep olur ama- İnsanın ruh sağlığını/doğal görünmesini bozan ve yeneklerimizi engelleyen bazı nedenler ortaya çıkar. İnsan ilişkilerindeki rahatsızlıklar/uyumsuzluklar ile kendimizden beklentilerimiz/görmek/bulmak istedilerimiz ile yaptıklarımız/bulduğumuz/karşılaştığımız durumlar arasında farkın oluşması sonucunda zorlanımlı yapılar meydana gelir bu zorlanımlı yapıların/çatışmaların arkasındaki nedenler kaygılardır. İnsan kaygıları karşısında, kendini olmadığı gibi göstermeye girer, kendi farkında olmadan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları uygular -yüceltme, büyüklenme, yansıtma gibi...- Kendi çatışmalarımızla ne kadar yüz yüze gelirsek ve kendi çözümlerimizi/çözümlemelerimizi ne kadar çok ararsak o kadar çok içsel özgürlüğümüze kavuşuruz. Ve ne kadar çok kaygı ile mücadele etmeye razı isek o kadar çok kendi kendimizi yönetmeye yaklaşabiliriz. Yoksa açık ceza evlerinde yaşamaya mahkumuzdur. Açık ceza evlerinden bahsetmek istiyorum, Açık ceza evlerde olanların kapalı caza evlerinden farkı fiziki olarak dolaşım serbestisine sahiptir. Ama açık ceza evindekiler de hareket serbestisine sahipmiş gibi davranmazlar. Açık ceza evlerinde tel örgülü duvarlar yoktur, onun yerine kişilerin kendine koymuş olduğu sınırlar vardır, kendini sınırlandırmalarıdır, veya bağımlılıkları onların tel örgüleridir. Kaygıları ve korkuları duvarlarıdır, bazen ise alışkanlıklarıdır, bazılarında ise sınırsız özgürlük istemleridir. Bazı açık ceza evine girenlere baktığımda ise kafalarında yarattıkları ideal dünyayı arayışlarıdır. Açık ceza evinde şöyle kişilerde vardır, katı bir şekilde bir inança veya doğruya boyun eğmişler. Açık ceza evindekilerin ortak özelliği; sanki bir şeyle bağlıymış gibi hareketsiz olmaları, farklı bir alana geçememektir. Olandan çok olması gerekenden konuşurlar, eski durumu korumaya çalışırlar. Açık ceza evlerindekilerin suçları nedir, suçlarını kim belirlemiştir, ne zaman serbest kalaçaklardır, açık ceza evinden bazen kacışlar yaparlar mı, kaçtıklarında onları yakalayıp tekrar geri döndüren nedir, açık ceza evinden çıktıklarında uyum sorunu yaşarlar mı. Açık ceza evlerini yaratan ortamlar nasıl ortamlardır, sosyolojik, psikolojik faktörler nelerdir. Açık ceza evinde yaşayan gruplardan örnekler vereceğim, nasıl kapalı ceza evlerinde çeşitli cezalardan hüküm giymiş kişiler varsa, bu açık ceza evlerinde de çeşitli cezalardan mahkum olmuş kişiler vardır. Bu örnekler sorulara yanıt olaçaktır. Bir gün genç bir delikanlı çevresindeki insanlardan farklı olduğunu anlamış, bunu ona fark ettirmişler, ve bu farklılık onda geleçek ile ilgili kendinde bir eksiklik hissetmesine neden olmuş, bu eksik olduğu noktayı açıklığa kavuşturamamış, bunun gerçekten eksik olup olmadığını denememiş, ama o kendisinde bu konu hakkında bir eksiklik hissetmiş, bunu kendine karşı sesli dillendirememişsede içten içe bu eksikliği hissetmiş, ve kendini eksik gördüğü şey ile ilgili kendini baskılamış, zorlanımlı bir durum oluşmuş, ve bu zorlanımlı durum karşısında bu kendini eksik gördüğünden başaramayaçağını düşündüğü şeyi yüceltmiş devamlı, onu ulaşılamaz yapmış, ona övgüler düzmüş. Arasıra bu durumu düzeltmek için denemeler yapmış ama yine başaramayaçağının verdiği kaygı ile -kaygı diyorum, korku değil, korku somut olan birşeydir, kaygıda gerçekçi bir şey yoktur, kişi kendi algısında kaygıyı yaratır- geri çekilmiş ve kendine bu konuda birçok sınırlar çizmiştir. Topluma karşı ve kendine karşı bu başarısız hissettiği şeyi açıklaması gerekiyordu. Niçin mi , kendi benliğini kaygıya karşı korumak için. Bir taraftan bu şeye ihtiyacı vardı, bir taraftandan düşündü bu durumu, başarmalıyım diyordu, bir ara hiç görmemezlikten gelmeyi, artık sahte denemeleride bırakmayı, hiç denememeyi, bunun yerine kendini başka şeylere vermeyi düşündü bu yolu bir süre denedi ama ihtiyacı vardı bu şeye, onsuz olamazdı, işte kendisiyle çelişkilere de başlamıştı, kendisiyle çatışıyordu, zorlanıyordu çok, ve bu zorlanmalı/çatışmalı duruma karşı Bir şey yapamıyordu, ve bu durumda psikolojik sorunlar oluşmaya başlamıştı. Kendini eksik görmesi/aşağı görmesi yüzünden olayı yücelterek kendine görünmeyen sınırlar çizmişti. Bir başka örnek vereyim; Bağımlı bir genç veya çok değer verdiği bir varlığı kaybetme kaygısı yüzünden açık ceza evi mahkumu olmuş birini anlatayım. Değer verdiği kişi de narsist bir kişi, açık ceza evindeki kişi kendi isteklerini kendi düşüncelerini şekillendirmeye ne zaman kalksa, ne zaman ben buyum dese, değer verdiği kişi onu kendi düşüncelerine cekmek için kendi hayatını sonlandırmakla tehtit ediyormuş, sonlandırma girişimlerinde bulunuyormuş. Değer verdiği kişiyi kaybetmemek için de kendini geri çekiyormuş, düşüncelerini bir bütün haline getiremiyormuş, değer verdiği kişinin çizdiği görünmeyen sınırlar var ve bu sınırları geçmesine izin vermiyor, değerli gördüğü kişinin bu sınırları diğer kişinin açık ceza evi sınırları oluyor. Ve değer verdiği kişi kendisini açık ceza evindeki kişiye adamıştı, her istediğini yapıyordu, kendi duygularını tanımasına, mücadele etmesine izin vermiyordu, rahat bir dünya yaratıyordu, ama dünyayı gerçekci bir şekilde tanımasına izin vermiyordu. Açık ceza evindeki kişinin değer vermesinin ve bağımlı olmasının nedeni de, değer verdiği kişinin varlığı onun var olma nedeniydi, onu var eden şeydi, ona karşı vicdani bir durumuda vardı, bu vicdani durumda onun sınırları aşmasında engeldi. Kendi bütünlüğünü bir türlü oluşturamıyordu, bu durum onda özgüven eksikliği yaratmıştı, gerçekçi de algılayamıyordu dünyayı. Başka bir açık ceza evinden bahsedeceğim, kendi seçimlerini yapamayan, seçim yapmaktan çekinen insanlardan bahsedeceğim, seçimlerini kadere bırakan insanlar bunlar, kontrolün kendisinde olduğuna inanmayan, bulundukları toplum tarafından hayatları şekillenen, bulundukları toplumun kurallarını hiç sorgulamayan, toplumun dedikleri onlar için çok önemlidir, bireysel bir istekte pek bulunamazlar, bulundukları toplumdan ayrı bir yaşam onlar için büyük belirsizlikler demektir, belirsizlikten hiç hoşlanmazlar, yabancı, elalem gibi kavramlardan çok söz edilir. Hiç şüpheçi, eleştirel düşünmezler -bakalım bu tutumlar bu kişileri nasıl bir ceza evine sokacak-. Zamanla değişmez doğruları oluşur bu kişileri, bu doğrulara inandıkları için toplumdan değer göreceklerini bildikleri için bu doğrulara inanırlar, doğrularına sıkı sıkıya bağlıdır, doğruları sorgulanamazdır, bu doğruları çürüten başka gelişmeler olsada bu gelişmelere kendilerini kaparlar, çünkü bu doğrulara göre hayatlarını harcadılar ve çevrelerini oluşturdular, doğruları onları var eden şeyler, bu doğrular sayesinde bu dünyada insanlar arasında bir yer edindiler, ve tüm bir ömürlerini bu doğruları savunarak geçmiştir, bu doğruları yok saymak, bir ömür boyu uraşlarını yok saymak anlamına geleçektir, ömürlerini yok saymayı göze alamazlar. Doğruları sabitlemişlerdir -dogmatik hale getirmişlerdir- bu doğrular onları bir yere sabitlemiştir, dünyanın ilerlemesine değişmesine karşı onlar devamlı daralan bir cemberin içinde gibidirler, ceza evi haline gelmiştir koca dünya onlar için. Açık ceza evlerinden bahsetmeye devam ediyorum, şimdi bahsedeceğim açık ceza evi diğerlerinden farklı olacak, buraya kadar daha çok bireylerin kendilerini nasıl açık ceza evine attıklarından bahsettim. Şimdi ise birysel açık ceza evinde yaşayan kişilerin oluşturduğu ailelerden ve ülkelerden bahsedeceğim. Bu ailede hiç kimse bir birinin görüşünü dinlemez, karşısındakinin sıkıntılarını içten dinliyeyim anlamaya çalışayım yoktur, kendi beklenti ve isteklerine göre, hayallerindeki dünyaya göre karşı tarafı şekillendirmeye çalışırlar, önem verdiklerine önem verilmesini bekler ama önem vermezler kimseye, karşı tarafındaki kişi onun hayalindeki dünyayı yaratacak şekilde hareket etmediğinde, karşı tarafı suçlayıcı tarzda davranmaya başlar -senin yüzünden bir önümüze bakamıyoruz gibi şeyler söylerler-. Ailede ki kişilerden ayrı düşünemessin, ayrı hareket geliştiremessin, geliştirdiğinde seni çeşitli yöntemlerle geri döndürmeye çalışırlar, düşüncelerini ifade etmene izin vermezler, ailedeki bir kişi nasıl farklı düşünürmüş, bunu kabul edilemez bulurlar, yalnız kalacaksın ve dışarısının kötü olduğu ile korkuturlar bir birini. Kişinin duygularına önem verilmez, duygular pek paylaşılmazda, duygular gizlenir. Kişiler fiziksel olgunluğa kavuşurken, duygusal olgunluğa kavuşamazlar -mesela bir kıza karşı içinden ne geldiğini hissetse bile o anda onu söyleyemez- bir Bir birlerinin düşüncelerinin serbestce oluşmasına izin vermezler, anne ve babalar daha küçüklükten çocuklarına kendi inançlarını benimsetmeye çalışırlar -ağaç yaşken eğilir derler-, laik bir yapı yoktur aile içinde. Toplum tarafından verilen değere göre kendilerini değerli veya değersiz hissederler, yakın çevrelerindeki akrabaları ile gizliden rekabet içindedir, bu ailelerde başarı bir amacdır, ekonomik güç sahibi olmak bir amactır, maddi bir şey elde etmek bir amactır, maddi birşeylerin sahibi olmak onlar için bir değerdir, maddi bir şey sahibi oldun mu kendi önemi artacakmış gibi hissederler, saygınlık kazanacaklarına inanırlar. İnsan ilişkilerinde her başarısızlığa ulaştıklarında kendini maddi birşeylerin sahibi olmaya adarlar, karşılaştıkları insanlara ilk yaklaşmalarını bile maddiyatla ölçerler. Bu ailede insanlar yalnız kalmamak için öylesine yüzeysel ilişkiler içinde olmayı öğrenmişlerdir, can sıkıntısı çekerler bir birlerinin yanında iken -çünkü oturmalar kasılmakla geçer-. Can sıkıntısından kurtulmak için öylesine gürültülü ortamlarda zaman geçirirler. Duran Aydoğmuş.
  9. duran

    evrensel-insan, Bu yapmış olduğunuz çıkarımları nasıl ulaştığınızı açıklayıcı şekilde yazabilir misiniz. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum, Bir taş belli şartlarda hiç şaşmadan aynı davranışı gösterir, bir taşı tanımlayabiliriz, taş şu şu özelliklere sahiptir diyebiliriz, bu bilgiye sahipiz şuanlık. taşın etkileşime girebileceği ortamları tanımlayabiliriz ve bu ortamlarda göstermiş olduğu değişimleri gözlemle doğrulayabiliriz. Her seferinde aynı etkileşimi gösterir, aynı özelliklere sahiptir. Tüm taşlar aynıdır. Ama insanı bu şekilde net olarak tanımlayabilir miyiz, iki çocuk doğuyor aynı zihinsel özelliklere sahipler aynı şartlarda besleniyorlar, aynı dış etkilere sahipler ama daha ilk günlerinde bile bir farklılığa sahipler, kaygı düzeyleri yine farklılık gösteriyor, iki kişi aynı yerde yetişmesine karşı aynı şeyleri görmesine karşı farklı anlam dünyaları oluşturuyorlar, insan çok kompleks bir yapıya sahip, insanı tanımlamaya çalışan çeşitli bilim dalları var günümüzde, ama daha bilinmeyen birçok yönü var insanın. Tam anlamıyla insanı taş gibi tanımlaya bilseydik, o zaman insana yarar ve yaramaz şeylerin tanımını yapabilirdik - bu yarar ve yaramaz şeylerde kesin DOĞRU olurdu- taşın diğer nesneler ile etkileşime girmesi sonucunda çıkan sonuçlar hep aynı iken, insanın insanla etkileşime girmesi sonucunda farklı sonuçlar çıkabiliyor. Çeşitli bilim dallarının araştırmalarına değineyim; Antropoloji bilimi dünyadaki toplulukları inceliyor ve bu incelemesinde insanlarda bazı evrensel doğrulara ulaşıyor. Toplumsal düzeni sağlayacak kuralları var. Sosyal psikolojide, insan davranışlarını ölçen deneyler var, otorite karşısındaki insanların tutumunu ölçen deneylerde %70 civarın da ki denekler, kararlarını otoriteden etkilenerek veriyorlar. Bir insan kapalı bir ortamda uzun süre kaldığında, kimseyle iletişime geçmediğinde, büyük bir kısım psikolojik sorunlar gösteriyor. Mesela tutum ölçme çalışmaları var, burada insanların tutumlarını nasıl değiştirdiklerini açıklıyor, ama burada çoğunluğun davranışından bahsediyor. Sosyal psikoloji deneylerinde farklılık gösteren bireyleri de kişilik psikoloji inceleme konusu yapmış durumda kendisine. Sosyoloji biliminde toplumları açıklayan çeşitli kuramlar var, Kitlesel ayaklanmalar ne zaman başları inceliyorlar, şu şu şartlarda kitlesel ayaklanma olur diyorlar, ve bir birinden bağımsız ve çok farklı tarihlerde -100 yıl zaman farkı var iken- bahsedilen şartlar oluştuğunda kitlesel ayaklanmaların olması büyük olasılıkla olur -ama olasılık asla yüzde yüz değil-. Benim burada var olmam, şuan bunları yazıyor olabilmem ve karşımdan bir tepki almam benim gerçek olduğunu gösterir. ama yazdıklarımın gerçek olduğunu göstermez. Bir şeye doğru ve gerçek olarak inanmış bir kişi, bu doğru ve gerçek ne olursa olsun, bu doğruya ve gerçeğe göre değerlerini oluşturuyor, çevresini ona göre şekillendiriyor, hayattan beklentilerini ona göre oluşturuyorsa, o doğru ve gerçeğe insanmasından ötürü bir aidiyet duygusu hissediyorsa, ve o doğruyu ve gerçeği savunduğu için toplumdan bir çıkar sağlıyorsa, kısaca onu o yapan şey olmuşsa, kişi bu doğruyu ve gerçeği kaybetmemek için tüm benliği ile onu savunur, çünkü onu o yapan şey olmuştur, onsuz bir hiçtir o kişi, yeni karşılaşacağı durumlardan kaçar, o fikirlere kapalıdır, yeni gelen fikirleri göremezlikten gelir, çünkü o bu doğru ve gerçek ile hayatta yerini almıştır, yeni bir durum onun hayatını olumsuz şekilde etkileyebilir, onun için bu doğru ve gerçeğine sıkı sıkı bağlıdır. Doğru ve gerceğinide genelde çevresinden gördükleri ile oluşturur, sorgulayarak oluşmaz, atalardan öyle gördük, onlar yanlış bilmez derler, aslı ise aidiyet duygusunu terk edememeleri ve yalnız kalma endişesidir.
  10. duran

    İlgi arkadaş, Ben Doğru düzgün düşünme, sağlıklı düşünme, bilgiyi tarafsız olduğu gibi alma üzerine düşünen biri sayılırım, böyle olmadığımı söylemedim hiç, Düşünmek üzerine yazımda doğru ve yanlış bilginin ne olduğuna değinmeyeceğim dedim. iyi ve kötünün de ne olduğuna. Ben bir konuya yaklaşırken size sorduğum sorulara yakın sorular soruyorum kendime, daha fazlası da var, ve bu sorular çerçevesinde düşüncelerimi oluşturmaya çalışıyorum. (Bu tarz sorularla bir düşünceye yaklaşmaya, bilimsel literatürde, Eleştirel düşünce yöntemi, düşünmeyi düşünme yöntemi derler). Düşünme üzerine yazımda da bu tarz sorular sordum kendime, gözlemlerde bulundum. Size soru sorarken ki amacım sizin merak ettiğiniz konu hakkında ki düşünme süreçlerinizi ne kadar bilinçli düşünerek oluşturduğunuz ölçmek idi, bu konu hakkında ki ilginizi ölçmek idi, düşüncelerinizi nasıl oluşturduğunuzu öğrenmek istemiştim, bu konu hakkında ki düşüncenizi ne kadar detaylandırabileceğinizi öğrenmek idi. Sizi anlamak istemiştim. Sizin yazdıklarınız çerçevesinde bende kendi görüşlerimi yazacaktım. Düşünmek üzerine düşünmek şu açıdan çok önemli, doğru bilgiyi almak açısından değilde, dünyayı olduğu gibi görmek açısından önemli. Bir hayat oluşturuyorsun ama bu oluşturduğun hayat aslında senin değil, hem bu hayatın içindesin hemde değilsin, çünkü yapmış olduğun seçimlerin hiç biri sana ait değil tam anlamıyla, senin yerine bir başkaları seçim yapıyor, kendi üzüntülerini, kaygılarını, sıkıntılarını neden yaşadığını bile bilmiyorsun. Küçüklüğünde kötü bir çocukluk geçiren ve bu durum karşısında kendi benliğini KAYGIYA karşı korumak için bir "savunma düzeneği/mekanizması" geliştirerek, Narsist/Büyüklenmek bir kişilik oluşturuyor veya tam tersi sevilmek için, kaybetmekten korktuğu için hayır diyemeyen bir kişilik oluşturuyor -Savunma düzenleri çeşitlidir- Bu Narsist kişilik yüzünden tüm ilişkileri kötü oluyor, aşağılık psikolojisinin verdiği rahatsızlığı devamlı içinde hissediyor, olayları olduğu gibi göremiyor, gündüz rüyaları görüyor, hayali olaylar yaratıyor kafasında... Bu durumunun farkına ne zaman varır onu yukarıda düşünme üzerine yazımda açmaya çalıştım -Başkaldırı veya intihar...- bu durumun farkına vardıktan sonra bu davranışa nasıl ulaştığını kendi düşünceleri üzerine düşünerek bu durumun çözümlemesini yapacak kafasında -bu çözümleme kişiye göre değişir ama en az dört beş yılını alır - bu çözümlemeyi yaptıktan sonra ilişkileri başkalaşmaya başlayacak, yeni deneyimleri de yaptıkça çözümlemeleri olumlu sonuçlar vermeye başlayacaktır. Tabi bu bir mücadeleyi gerektiriyor. Demek istediğim herkesin kendi hayatın da oluşturmuş olduğu düşünceler sonucundaki fikirlerini gözden geçirmesi, bilinçli bir şekilde oluşturmadığı her düşünceyi yeniden düşünmesi, ve yeni düşünceler oluştururken dikkatli bir şekilde oluşturması, eleştirel bir düşünce ile düşüncelerini oluşturması. Şurada bireysel deneyimlerimi yazdım, Bilgi üzerine yazımı okumanı tavsiye ederim http://durankisiselyazilar.blogspot.com.tr/ Bu blog üzerinden de sormak istediklerinizi sorabilirsiniz. Düşünme üzerine yazımda kafanıza takılan yerleri sorarsanız sevinirim, belki bende daha fazla açıklama getiririm bu konuya. İşim dolayısıyla pek zamanım olmuyor, -Muhasebe ve Mali Müşavirlik mesleğim- bu aylarda çok yoğunuz. Ama sizin kafanızda ki soruları detaylı bir şekilde sorarsanız ben zaman bulduğumda cevaplamaya çalışırım.
  11. duran

    İlgi arkadaş, Şimdi bu konu başlığına uygun olacak bir inceleme yapalım birlikte derim, bu inceleme konusunu senin vurguladığın yerden yapalım. Sen sosyal bilgilerde gözlem sonucunda elde edilecek evrensel bilgi arıyorsun. Bilimsel sosyal bilginin tespitini açıklamak istiyorsun kafanda. Sana sorular soracağım şimdi, - Neden Evrensel Bilimsel sosyal bilgi arıyorsun, Senin için bu niye bu kadar önemli, ne kadar zamandır bu bilginin arayışındasın, bu bilginin arayışında olacak kararlılığı göstermeye hazır mısın, hayatında bu bilginin var olması sende nasıl değişimlere yol açacak. - "Sosyal bilgilerdeki evrensel bilgi" hakkında şuan ki düşüncelerini yazar mısınız, şuan bu konu ile ilgili edindiğiniz bilgileri nerelerden edindiğinizi, hangi yöntemlerle bu sonuçlara vardığınızı yazabilir misiniz. Bu kalıptaki her kelimeye nasıl anlamlar yüklediğinizi gözden geçirdiniz mi. - Sosyal bilgilerdeki evrensel bilgi arayışı ile ilgili olabilecek bilim dalları var ise bu bilim dallarını yazar mısınız, bu bilim dalları bu konuya nasıl bir açıklama getirmiş, bir bilim dalında bu konu ile ilgili bir ayrışma var ise nerelerde olmuş bu ayrışma yazabilir misiniz. - Bu konu hakkında farkındalığımız oluşurken/belli bir bilinç oluştururken oluşturduğumuz bilinç in yeterliliğine nasıl karar vereceğiz. Yeterli açıklamaya ulaştık mı bu konuda, ortaya çıkardığımız sonuçlar arasındaki tutarlılığı kontrol ediyor muyuz. Bu konu hakkında bilmediğimiz/belirsizlik teşkil eden yerlerin neler olduğunu yazabilir misiniz. - Bu konu hakkında bir bilincimiz oluştuğun da, bu konu hakkında farklı/alternatif bilinçlere sahip olanları da düşünüp onların görüşlerinide gözden geçirelim derim. - Bizim yetiştiğimiz ortam, bilgiye ulaşırken ki hal yapımızın bilgiyi almamızda etkisi olup olmadığına dikkat ettiniz mi.
  12. duran

    Sayın İlgi, İlk başta yazıya önem verdiğiniz için teşekkürler. Soru sorduğunuz için de ikinci kez teşekkürler -Yazdığım yazıları o ana kadar ki bilgi düzeyimle yazılmıştır, yazı yazıldıktan sonra çeşitli kişilerle konuşma imkanı doğması beni yazdığım yazıyı gözden geçirmemi sağlıyor, ve sorulan sorularda benim yazımı daha detaylandırma ma, konunun kafamda daha iyi şekillenmesine neden oluyor- Çeşitli felsefi akımlar "Doğru bilgi" nin ne olduğunu, doğru bilginin var olup olamayacağını sorgulamışlardır, ve yeni birçok felsefi akım bilginin kaynağı hakkında çeşitli görüşler ortaya atmıştır... Bazı felsefi akımlar "doğru bilgi" vardır diyorlar, vardır diyenler neye dayanarak vardır diyorlar buna bakılabilir, doğru bilgi yoktur diyenler neye dayanarak bunu diyor. Bazı akımlarda bir bilgi insana yararlı ise o doğrudur diyor. Bazıları bilgi tutarlı ise doğrudur diyor... "Doğru bilginin" kaynağı konusunda da çeşitli görüşler ortaya atılmaktadır, bazıları doğru bilgi akıl ile algılanır derken, bazıları sezgi ile algılanır diyor... Bilgi felsefesi bu konuları incelemektedir. Herhangi bir şeyin/şartın "İnsan" a yararlı mı zararlı mı olduğunu tespit etmek için insanın doğasını/varoluşunu iyi bir şekilde açıklamalıyız. Ve insan şöyledir, herkes az çok kendi anlam dünyasında kendi için, toplum için iyi ve kötü ayrımını yapmıştır, insan kendi anlam dünyasında ki kötü şeyi yapmaya istekli biri de olabilir. Kötü olarak bildiği, mantıksız olarak düşündüğü davranışı yapabilmekte. İnsan şöyle de davrana bilmekte, kendi anlam dünyasında iyi olarak bildiği bir şeyi davranışlarında görmek istemekte ama iyi olarak bildiği birşeyi davranışlarında bu iyi bildiği davranışa göre yapmamaktadır, mantıksız olarak düşündüğü bir düşünceyi yine mantıklı bir şekilde davranmayarak, yapmaması gereken şeyi yapmakta, kendine hakim olamamakta -saç yolmanın mantıklı olmadığını bilir bir kişi ama, saçlarını, her tarafını yolar-. ve çok büyük çoğunlukla insanlar kendi içinde, duygularında, düşüncelerinde ve davranışlarında çelişkili bir tutum izlemektedir. Benim gibiler kendine sınırsız bir özgürlük aramakta, ve kendi içinde ve davranışlarında bilinçli olarak bir tutarlılık arar, bilinçli bir karar almayı -tüm karar süreçlerini incelemişimdir- çelişkisiz bir yaşam sürmeyi bekler, kendini bir tanımlamaya girmekteler, kendini her şart ve ortamda kontrole çalışmakta, geleceği istediği gibi planlamaya çalışmakta -adeta gelecek zamanı hapsetmeye çalışmakta-, ama böyle olmaya çalışmak hayatta bazı şeyleri ertelemek/kaçırmak demektir, ve hayatın olağan durumuna ters gibi. -Ben şimdilerde bu paragrafı düşünmekteyim- Doğru düşünmek için ilk başta kendi düşünce süreçlerini gözden geçirmeye istekli olmak gerek, sonra düşünce tembelliği yapmadan, düşünme yöntemlerini öğrenmek gerek ve düşünürken neyi amaçladığımız çok önemlidir, ve çeşitli bilgi alışlarına açık olmak gerek bunun içinde yeni aldığımız bilgiler karşısında kendimizle ve çevremizle mücadelemizde başarılı olmamız çok önemlidir. insanlar hayatta iki çeşit bilgi alışında bulunurlar çoğunluk şöyle bulunur, kendilerince bir otorite belirlerler -bu otoriteleri değişir zamanla, ama hep bir otorite arayışında dırlar, bireysel özgürlüklerini yaşamaktan korkarlar, seçim yapmakta kaygılandıkları için bu yolu seçerler- azınlıktaki diğer tarafta bilgiyi çeşitli eleştirel bakış açısından geçirir, çeşitli bilimsel bilgi dallarının teorilerinde sınar, bilginin kendisine önem verir ve aldığı bilginin sorumluluğunda olmaya çalışır. Bir bilgi ne kadar işlenmiş ise ne kadar kişi üzerinde fikir yürütmüş ise, o bilginin açıklığı o kadar fazladır. Tarihsel bilgi bu anlamda önemlidir. Deney ve testte o andaki deneyi ve testi yapanın bilgi birikiminden ve algısından geçmekte -yanlış sonuçlar çıkabilir- ama bir olguyu ne kadar çok bilim insanı kendi algısı ve bilgisi ile test ve deneyden geçiriyor ve çeşitli açık ortamlarda tartışma bulabiliyorsa ve devamlı yeni bilgiler ışından o olguyu deneyinden ve testinden geçiriyorsa o bilginin tutarlılığı o kadar fazladır diyebiliriz. Sosyal bilgilerde yine insanın doğasını/varoluşunu esas alacağız, yani insanı esas alacağız. Şöyle çalışmalar vardır, insan şu şu şartlarda şöyle davranışlar sergiler, şu şu ortamlarda şu psikolojik sorunlar baş gösterir der. İnsan hakları çalışmaları insana yaraşır bir hayat ortaya koymaya çalışır. Zihin olarak gelişmiş ve psikolojik olarak sağlıklı bir insan ise benim yukarıdaki yazımı düşünerek, yani düşünme süreçlerinin farkına varıp herkes düşünceleri üzerine düşünebilir. Ben kendimin ne kadar bilinçli olduğumu bilemiyorum. evrensel-insan katkılarınızı ve paylaşımlarınızı memnuniyetle bekliyorum.
  13. evrensel-İnsan, Benim anladığım bir yazı oldu, anlamamın nedeni de bahsettiğiniz aşamaları yaşamamdır. Yazınızın daha da açıklayıcı olması için, bazı noktaları açmanızı tavsiye edeceğim. Başka yazılarınızı ben okuyorum, ve sizin ne demek istediğinizi artık anlar oldum... Bir tabu'yu yıkarken başka bir tabu yerine koyanları çok gördüm, veya insanların kendilerine yarattıkları sahte benliklerden kurtulurken, farkında olmadan bir başka sahte benlik yarattığını gördüm. Yeni tabu oluşturmamak için gerekli bilgi alma süreçlerini ve vazgeçilmesi gerekli kişilik yapılarını açıklamak yazıyı biraz daha açıklayıcı yapar. Sizin yıktığınız bir tabu'yu örneklendirir seniz ve betimlerseniz okuyucu açısından daha anlaşılır, daha cesaretlendirici olacağını düşünüyorum. İnsan ne zaman böyle bir hal alır, bu bahsettiğiniz yönelme her insanda farklı mı olur. yoksa her insan şu şu şartlar altında bu yönelmeye girer diyebileceğimiz bir tanımlama yapma girişimine girebilir miyiz. Mesela insan yoğun belirsizlik durumlarından hoşlanmaz, bu yüzden de durumu belirli hale getirmek için kendini ve çevresini sorgulamaya girebilir, bu verdiğim duruma göre benzer durumlar yazabilir miyiz. Dönemlerden bahsettiğiniz, dönemlere katılıyorum kesinlikle, ama bazı kişiler bir dönemden diğerine gelemeyebiliyor, diğer bir döneme geçme kararını/atılımı hangi durumlarda, duygularda, düşüncelerde geçebiliyor. veya diğer aşamaya geçememesinin nedenlerini sıralayabilir miyiz.
  14. duran

    Düşünmek üzerine Biz; (Biz'i; ben, sen, o anlamında kullanıyorum) Hayatımızı çok bilinçlimi oluşturduk. Düşüncelerimizi deneysel, somut verilerlemi oluşturduk, yoksa duygusal bağlarlamı. Düşüncelerimiz üzerine düşünmeden oluşturulan bir hayat, hayatmıdır. Düşüncelerimiz üzerine nicin düşünmemiz gerektiğini hiç aklımıza geretirdik mi. Düşüncelerimiz üzerine düşündük mü. Düşüncelerimizi nasıl düşünmemiz gerektiğini düşündük mü. Düşünce sürecinin nasıl oluştuğunu düşündük mü. Neyi bilmediğimiz üzerine düşündük mü. İnsan düşünmekten kaçar mı. İnsan düşünme tembelliği eder mi. İnsan düşünme hataları yapar mı. İnsanlar çeşitli yollarla düşüncelerini oluştururlar. Bu düşünceleri ikiye ayırabiliriz; Bulanık, açık olmayan düşüncelerle, ayrımına varılmayan bilgilerle oluşturulan düşünceler. Açık bir şekilde bilginin ayrımına varıp, iyi bir işlemden geçmiş fikirlerdir. Ve bu iki durum sonucunda oluşan fikirleri de inanç ağırlıklı (ideolojik, fanatizm şeklinde, tabular, mitler, söylenceler) ve sorgulayan/eleştiren doğruyu arayan hayat görüşleri şeklinde ayırabiliriz. Ben bu yazıda hayatta neyin iyi, neyin kötü olduğunu söylemiyeceğim. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da söylemiyeçeğim. Ben zaten iyi ve kötü ayrımını kesin olarak yapamıyorum, çünkü iyi ve kötü ayrımını yapabilmem için insanı bilmeliyim/insanın doğasını bilmeliyim diyorum, insanın tanımını yapmadan yapılan iyi ve kötü ayrımları kişiye göredir. Ben bu yazıda şunları açmaya çalışacağım, Düşüncelerimiz üzerine düşünüyormuyuz, düşünme ile bağlantılı kavramlar nelerdir, düşüncenin önünde ki engeller nelerdir, ne zaman düşüncelerimiz üzerine düşünmeye karar veririz. Mantıklı düşünmenin bileşenleri nelerdir. Düşüncelerimiz üzerine düşünüyormuyuz, Çoğu kişi düşünceleri üzerine düşünmeden, düşünme süreçlerini bilmeden, düşünce hatalarına düştüklerinin bile farkında varmadan bazı hayat görüşleri oluşturuyorlar, veya çevrelerindeki hayat görüşlerini benimseyerek, çevresine uyum sağlıyorlar. Şunu görüyorum, insanlar çok kompleks bir konu hakkında bile kestirme yollardan bir çıkarımda bulunabiliyorlar, veya çok az/yetersiz bir kanıtla çok büyük bir çıkarımda bulunabiliyorlar. Kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen kişiler, bir başkasının düşüncesi üzerinde de düşünmezler, kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen kişiler otorite gördüğü kişiden bir şey aktarıldığında bu kişinin düşüncesini nasıl oluşturduğuna bakmadan bu düşüncenin aynısını alıyor/söylemeye balkıyor. Çoğu kişiye bu varsayıma çıkarıma nasıl ulaştığını sorduğumda, illaki bana bir açıklama yapıyor, şu şu nedenden dolayı, şöyle oluyor diyor, ama burada şunu fark ediyorum ki çok ta mantıklı olmayan önemli/kritik bir düşünce sürecinden geçirmeden, değerlendirmeye/harmanlanmadan, tartışılmadan oluşmuş olmaları, bu çıkarımlara/varsayımlara ulaşırlarken genelde kendi çevresinde destek gören, kendi inancına ters gelmeyen, duygusal bağlarların devrede olduğu, sonucu önceden belirlemiş ve kanıtları sonuca göre toplayan kişiler olduklarını görüyorum. Ve bu gözlemimi genelleyerek, insanların çoğunun böyle olduğunu iddi ediyorum. Yukarıdaki ifadelerimi açıklamaya/açmaya çalışayım, Çoğu kişi düşüncelerini nasıl oluşturuyora bakalım, Duygusal anlamda etkilendiğimiz kişiler bizim düşüncelerimiz ve kişiliklerimizin oluşmasında çok etkilidir. İhtiyaçlarımızı en iyi karşılayan kişiye karşı duygusal bir yakınlık hissederiz ve bu kişi çoğunlukla en yakınımızda ki kişi olur, bu kişinin karakteristik/kişilik özelliklerini kendimize büyük çoğunlukta alırız -bu kişinin davranışlarını gözlemleyerek, olaylar karşısındaki tepkilerini görerek ediniriz- kişiliğimizin büyük bir çoğunluğunu burada oluştururuz. İnançlarımız bu yakın ilişkilerde oluşmaktadır. Bir çok yerden haber tarzında bilgiler ediniriz, aileden, çevremizden, okuldan, gazetelerden, televizyondan, bu edindiğimiz bilgiler üzerinde eleştirel/kritik/önemli bir düşünüş şeklinde düşünmemiş isek, bu bilgiler üzerindeki değerlendirmelerimiz rastegele olur veya çoğunlukla duygusal anlamda beslendiğimiz kişilerin değerlendirmeleri gibi, ve çocuk iken büyüme ortamının etkileri altında kalarak düşünür ve ona göre karar verir çoğu kişi. Çoğu kişi ayrıntılı, detaylı düşünmekten kaçınıyor, düşünürken çok kestirme yollar kullanıyorlarda, düşünce tembelliği yapıyorlar -güçlü/otorite kişinin düşüncelerini sorgulamadan onaylamak, düşünce tembelli yapar-. Düşünmekten de hoşlanmaz birçok kişi, çevresindeki kişiler gibi davranmak daha cazip gelir, düşündüğünde karşılaşaçağı sonuçlardan korkar, kişiyi huzursuz edebileçeğini düşünür ve bu düşünceden ötürü düşünmekten vazgecer. İnsanlar çok kaygılı olduklarında ve kabul etmek istemediği durumlarda olayları normal zamana göre çok farklı düşünüp değerlendiriyor, akla uydurmaları çok fazla yapıyor, bilişsel çarpıtlamalara çok sık başvuruyor. Mesela çocuğunu aniden kaybeden bir anne çocuğunun ölmediğine kendini ikna ediyor, bir iki ay bu söylemi söylüyor, sonra benliğinin bu kaybı kaldıraçağını hissettiğinde kabul ediyor. Normal düşünmeye devam ediyor. Ben düşünme konusunda düşünen, kendi düşünceleri üzerinde düşünmeye çalışan biri olarak görüyorum kendimi. Ben neyi bilmediğimi biliyorum/bilmeye çalışıyorum, düşüncelerim üzerine düşünmeye başlamış biriyim, eleştirel/kritik/önemli düşünce aşamalarını biliyorum, sistematik düşünmenin nasıl olması gerektiğini biliyorum. Ne zaman akla uydurmaları yaptığımı bilebiliyorum, düşüncemin önündeki engelleri, düşünce hatalarımın ne zaman olduğunu biliyorum. Düşünme üzerine bir yeterlilik kazanmadan önemli bir düşünmenin olamayaçağını biliyorum , bu durumun farkına varmak gerek. Bir kişi her hangi bir konu hakkında, bir birey olarak bir değerlendirmeye ulaşabilmesi için, yeterli yeterliliğe ulaşmalıdır. Doğru düzgün bir düşünce beceresine sahip olduktan sonra herhangi bir konu üzerinde değerlendirmeye gitmelidir. Denizde kayığın içine bırakılmış bir kişi kayığı kullanma ve yüzme becerisini/yeterliliğini kazanmamışsa bu kayığın içinde kurtarılmayı bekler, denize atlarsada boğulur – Demokrasilerde oy kullananlar yönetim şekillerini ve oy kullandığı siyasi partiyi iyi tanımalıdır, bilincsiz bir şekilde oy kullanmak, kurtarılmayı beklemek gibi veya yüzmeyi bilmediğimiz halde denize atlamak gibidir-. Şimdi düşünme ile ilgili olduğunu düşündüğüm bazı kavramlara bakalım, bunları açmaya çalışayım. Düşünmeyi düşünürken, şu kavramlar üzerinde de düşünmem gerekti, bu kavramlar, dürtü, zihin, bilgi, akıl, ve insanın doğası/yaratılışı üzerine de durdum. Düşünmeye nasıl başlarız, düşüncelerimizi nasıl oluştururuzu bu kavramları açınca anlaşılacaktır. Benim ne dediğimin daha iyi anlaşılması için kavramları ve insan doğası/yaratılışını açmaya çalışaçağım. Dürtü, bir bebek ilk doğduğunda anneyi emmeye çalışması, bir ihtiyaç/gereksinim hissettiğinden ötürüdür, ama bu gereksinim bilinçli bir gereksinim değildir, çoçuk daha ilk doğduğunda emmeye başlar, ilk emmekten sonra ikinçi emmeye çocuk nasıl başlar, açıkmanın ne demek olduğunu bilmez, çocuk aç kalmanın sonuçlarını bilmez -bunlar hep sonradan öğreniliyor- ama içinden birşeyse onu dürtmekte, bu dürtü ilk haldeki duruma dönmek istemekte sanki, dengesi bozulmuşta dengeye gelmek istiyor sanki. Ama bu dengeye gelme dürtüsü nasıl olmakta -ilk çocuk doğduğunda hiçbir bilgiye sahip değildir ama bu dürtü nereden geliyor- dürtü sonuçunda oluşan bir gereksinim, dengeye gelme durumu, zihnin ilk oluşumunu şekillendirmeye başlıyor. Başka bir dürtüde, Birşeyi tanımlama mı desem birşeye anlam verme dürtüsümü desem, çocuk bir nesneyi tanımlamak istiyor, bebek başta herşeyi kendine çekiyor -ben merkezli bir zihin var- sonra kendini yavaş yavaş ayrıştırmaya başlıyor -anneden kendini ayrı görmeye başlıyor- başta cansız nesnelerle canlı nesnelerin tam ayrımına varamaz, cansız nesnelere canlı gibi özellikler yükler. Hep bir sefer önce oluşturduğu, kafasında ki şemayı tamamlama ihtiyacı içinde sanki, şemada bir eksiklik hissedir gibi. Bir başka dürtü ise, Ergenliğe giren, zihinsel özürlü bir çocuk, düşünmeden, aklını kullanmadan, cinsellik üzerine bir bilgisi de olmadan birşeylerin dürtmesi ile bir cinsellik gereksinmesi doğuyor -öz doyuma ulaşmaya çalışıyor-, bu gereksinme bu kişiyi düşünmeye itmiyor veya zihinsel bir gelişmede sağlamıyor. Zihinsel gelişimi tam olarak tamamlanan bir çocukta dürtüsel olarak oluşan cinsellik ihtiyacı/gereksinmesi, bu gereksinme sonucunda kişi bu gereksinmeyi giderme yollarına gitmek ister ve bu gereksinmeyi gidermek için düşünmeye başlar -cinsellik ihtiyacı doduğunda giderilmediğinde kişide bir rahatsızlık yaratmaya başlar, ilk başta öz doyum yollarını dener çoğu kişi bu gereksinmeyi gidermek için, bu gereksinme sadece o anlık giderilir, kişi ilk doyumdan -ilk türtü oluştuğundan- sonra o gereksinmeyi doyuracak eylemler içine girer, yani kişi dengeye gelmeye çalışır. Zihin kavramını açıklamaya çalışayım, zihin gelişen bir şey, zihin geliştikce belli kavramlar anlaşılmaya başlanır, somut nesnelerin diğer nesnelerle ilişkileri anlaşılmaya başlanır -0 ile 2 yaş arası çocuk kendini dış dünya ile ayıramaz, soyut kavramları anlayamaz. 5 yaşlarında soyut kavramları somut kavramlardan ayırt etmeye başlarız, 7 yaşlarında nesnelerin diğer nesnelerle ilişkilerini anlamaya başlarız.- aşama aşama nesneleri kendimizden ayrı görmeye başlarız, nesneleri canlı veya başka bir şekilde değil oldukları gibi görmeye başlarız. Zihin dışardan etki ile hasar görebilmekte, hasar gören zihin farklı algı geliştirebilmekte. Bilgi, algılayana göre değişen, duyu organlarımız dışında birşeyle algılanamayan, doğuştan itibaren oluşan, doğumdan önce var olmayan. Dış dünyanın bize vermiş olduğu görselliğe, her bir görselliğe bir takım isimler vererek ve bu isimlere özellikler yükleyerek dış dünyanın ayrımına varma çabasındaki uğraşlar bilgiyi üretirler. Bilgiyi üretme şekilleri/yöntemleri farklılıklar göstermektedir. Aklımızda belli belirsiz bir şekil ve diğer nesnelerle ilişkili birşey oluşuyorsa burada artık bilgi oluşmaya başlamıştır diyebilir. Kişinin kafasında oluşan her bilgi yeni bir bilgidir, bu bilgiye sahip diğer kişilerin kafasındaki bilgiden bir nokta da farklıdır -Herkezin ürettiği bilgi bir diğerinden birazda olsa ayrıdır, aynı tamınlarıda verseler, canlılık, hissettiği yoğunluk bakımından farklıdır.- Herkez kendi bilgisini oluşturuyor bir nevi- herkez kendi bilgisini oluştursada bu bilgileri düzenli veya düzensiz, deneyimleyerek/deneysel gözlemsel veya gözlemlemeden duyusal/sezgisel olarak oluşturuyor. Akıl. Dürtülerin meydana çıkması ile zihin gelişiyor, zihin normal bir gelişim gösterdiği sürece somut ve soyut bilgiler algılanmaya başlanıyor, bu algılanan bilgiler, akıl tarafından değerlendirmeye tutuluyor. Akıl düşüncenin nasıl sonuclanacağını belirliyor. Insan doğası, insandan başka canlı olmasaydı, insan kendini nasıl tanımlardı, insan kendini tanımlarken diğer diğer canlılar ile arasındaki ayrıma vararak kendi tanımını yapmıştır. Şöyle şeyler denir, geleçek nesillere bilgilerini/tecrübelerini aktarır, insan en üstün varlıktır dünyada, diğer canlılardan faklılaştığımız noktaları ortaya koymaya çalışırız kendimizi tanımlarken. Ama insan kendini başka nasıl tanımlayabilirdiki -hep bir nesneyi tanımlarken özelliklerini sayarken diğer nesnelerden ayrıldığı noktaları ortaya koymaya çalışmayız mı.- İnsan ilk nefes almaya başladığında hiç bir bilgisi yoktur hayat ile ilgili hiç bir değeri/yargısı da yoktur, büyüdükçe alışkanlıklar, değerler ve hayat ile ilgili yargılara varmaya başlar. İnsan kendini bir yere ait olarak görmek istiyor, diğer insanlarla birlikte bir toplumda olmak istiyor, kendini değerli görmek, birşey yaratıyor/bir işe yarıyor olarak görmek istiyor, insan kendini diğer insanlardan farklı/ayrıcalıklı görmek istiyor, tanınmak, önemsenmek istiyor. Kısaca insan anlaşılmak ve anlatmak istiyor, bu anlaşılma ve anlatma işini çeşitli yollara başvurarak yapabiliyor, bazen yıkarak, bazen yaparak kendini anlatabiliyor. İnsanın doğası kaygıya pek yatkın değildir, tüm bu saydıklarımı başaramadığında inanılmaz bir kaygıya düşüyor. Insan kaygıya düşmemek için yukarıda saydıklarıma uyum sağlıyor, uyum sağlayamayaçak bilgiler aldığında aklını kullanarak bu bilgilerin bazılarını reddederek, görmezlikten gelerek veya umursamayarak uyum sağlamayı deniyor, halk arasında şunu derler ya çocuk babasından/çevresinden pek farklı olmaz anlamında "Armut dipine düşer" evet çoğunlukla armut dibine düşüyor. Kaygı ile ne kadar mücadele edebiliyorsak o kadar serbest düşünebiliyor ve o kadar gerçekçi bilgi ile ilgileniyoruz. Yukardaki tüm saydıklarımdan ne kadar soyutlanmış isek vede kaygı ile mücadele edemediğimizde akıl inanılmaz oyunlara girebiliyor, zihin yapısı hasar görebiliyor, ve olmadık hayali düşünceler üretebiliyor. Düşünmenin üzerindeki engeller nelerdir, Okumak için okumak düşünce üzerinde bir engeldir, şöyle ki, Kitap okumak için kitap okuyan kişiler düşünmez, veya bir meslek sahibi olayım diye üniversiteye gidipte okuyanlarda düşünmez, kitap yazarının düşüncelerini takip eder sadece, takip ettiği konu üzerinde daha önceden kendine sormuş olduğu sorular yoksa, bu konu üzerinde daha sonra durmazda, bu kişi okuyarak pek iyi bir işte yapmaz. Düşünen kişi devamlı sorular sorar kendine ve çevresine, mesela kişi bir konu hakkında bir noktaya takılmıştır, bu takıldığı yerde durup gözlemler yapar, neyi bilmediğini iyi bilmeye çalışır, bu bilmediği yeri ondan önce bilenler varmı diye araştırır, bu bilmediği konu hakkında çevresindeki kişilerden bu bilmediği yeri bilenler varsa onlarla konuşarak bilmediği yer konusunda yardım ister, kişinin çevresinde bu bilmediği yere yardım edecek biri yoksa dünyada bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri bulmaya çalışır ve bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri bulup okursa bu kişinin okuması iyi bir okumadır. Ama bir konu hakkında bir rahatsızlık bir belirsizlik duymadan, kendine bu konu hakkında sorular sormadan okuma işine girişen kişilerde bu okumalar kişi üzerinde bir zehir etkisi yapabilir -uykum gelsin diye, zaman geçsin diye okunan hafif popiler roman tarzı kitaplar yapmaz tabi-, nasıl zehir etkisi yapar, kafasına sadece bu yazarın düşünceleri girer ama ezberi bir şekilde kalıp halinde kendine alır -Okuyan kişinin oluşturmadığı, yazarın hayat tecrübeleri, gözlemleri ve kendi yaşam bağlamı içinde oluşturduğu düşüncelerdir- bu düşünceler kafaya yerleşirse ve bu yerleşen düşünceleri sağ solda söylemeye kalkar ise bu kişi kendi düşünceleri olmadığı için iyi bir şekilde karşı tarafa aktaramaz da, okumuş olduğu yazarın düşünceleri kişinin kendi hayatında da istediği bir etkiyi yapmaz. Sarhoş olmuş ortalıkta dolanan kişiye benzer bu kişinin durumu ayılacaktır bir gün, ama ayıldığında sarhoşkendi söylediklerini hatırlamayaçaktır-hangi noktada ayılaçaktır-. Sersem sersem dolaşmıştır, kendi hayat gerçekliğinden uzaklaşmıştır, okumuş olduğu kitaplardaki yazarlar gibi konuşmaya kalkışmak sarhoşluktur. Mantıklı düşünme yöntemlerini bilmemesi, düşünceyi geliştirme yöntemleri ile hiç tanışmaması ve ilgilendiği konu hakkında yeterli bir kavramsal bilgiye sahip değilse düşünemez kişi. Korku, kaygı ve baskılar düşünmenin önünde bir engeldir, bir şeyden korkmam gerektiğine inanmış isem, bu korktuğum şey üzerinde bir sorgulama yapamam, sorgulanmayan şey üzerinde serbes bir düşünce geliştirilemez, ançak onun isteklerine göre hareket edilebilir, hareket tarzını da sorgulayamazsın. Korktuğumuz şeyler düşüncemiz üzerinde bir engeldir. Kaygı duyduğumuzda davranışlarımızı gerçekçi olmayan bir şekilde değiştiririz -Savunma mekanizmalarına/düzenlerine başvurma durumu- davranışlarımızı gerçekçi olmayaçak şekilde değiştirdiğimize göre düşüncelerimizde bir düzensizlik oluştuğunu görebiliriz, ben kaygılandığımda mantıklı olamayan düşünceler geliştiriyorum, kendim hakkında değerlendirmelerim değişiklik gösteriyor. Kaygı durumu kişinin düşüncesi önünde bir engeldir. Dıştan bir baskı olabildiği gibi içtende kendimize bir baskı uygularız, dıştan baskı durumunda şunu böyle yap bunu böyle yap, kişinin her düşüncesine müdahale, kişinin her hatasında hatasını düzeltme fırsatı vermeden hatasını ulu orta yerde açıklamak da baskıdır. Iç baskıda ise kişi kensinden yüksek beklentilere girer, şunu yapamadım şunu yapmalıyım, şu niye olmadı, şunu yaparsam günah, şunu yaparsam şu kişi neder, şunu yaparsam insanların gözünde nasıl algılanırım, bu gibi söylemler içindeki kişi engellere takılmış demektir. Düşüncelerini serbestce birikimli şekilde oluşturamaz. Otoriteye bağımlı bir kişi olarak yetişmek, ve otoritenin dışına çıkamamak. Katılaşmış bir şekilde bir inanca bağlanmak, sadece inancının desteklediği bilgileri almaya hevesli olan kişilerin bu tutumları düşümelerinin önünde bir engeldir. Çocukluğunda yaşamış olduğu zorluklarda, kişinin mantıklı düşünmesinin önünde engeldir. Şöyle ki. İnsan sağlıklı olduğu sürece, kendi içsel gelişimini sürdürebiliyor, insan ilişkileri normal oluyor, bunu normal bir süreç içinde yapabiliyor. Güvensiz ortamlar sağlıklı ortamın oluşmasına engel olmakta. Bu güvensiz ortam şöyle oluşmakta, insanın insan olmasından dolayı bazı gereksinmeleri/ihtiyaçları vardır, bunlara cevap verilmediğinde, bu güvensiz ortamın ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu gereksinmeler şöyle; Kişi değerli/dengede olduğunu hissetmek ister, çocuk kendini anne ile özdeşleştirir belli bir yaşa kadar, ve annesi dayak yiyorsa, anne bu dayak yemenin etkisiyle çocuğuna gerekli emzirmeyi/ilgiyi veremez ise, çocuk yeterli sütü/ilgiyi alamaz ise kendisinde bir dengesizlik/değersizlik hisseder. Bu dengesizlik sonucunda çocuk emmek için ağlamaya başlar ve isteğinin anlaşılmasını/karşılanmasını bekler. İnsanlar bebeklikten itibaren kendini anlatmak ve anlaşılmak ister/İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı vardır -yalnızlığı bu yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aid hissediyor kendini. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulmaya başlar ve kişi kendi kendine çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor. Çevresiyle ilişki içinde olmak ister/yalnızlık istemez. Kişi kendini anlatamadığında ve anlaşılmadığını hissettiğinde kişide belli belirsiz bir kaygı oluşuyor ve bu kaygıdan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları geliştirmeye başlıyor ve ileriki yaşlardaki insan ilişkilerinde algısı bozuluyor ve mantıklı düşünce sürecleri etkileniyor. Duygusal/emosyonel bozukluklar başgösteriyor. Bu durum kişinin mantıklı düşünmesi önünde bir engeldir. Yaşamış olduğu kötü deneyimler bazen kişide kalıcı duygusal bozulmalara neden olabiliyor ve kişi bu kötü durumdan kurtulamadığında düşüncesi de çok sağlıklı olamayabiliyor, bu durum düşünmenin önünde bir engeldir. Düşünce hataları ve akla uydurmalar mantıklı düşünme önünde bir engeldir, Bu hataları sıralarsam, genelleme, filtreleme, olayı kişiselleştirme, akıl okuma/senaryolaştırma. Bu engeller ortadan kalktığında serbest bir şekilde düşünce gelişmeye başlayabilir veya bu engellerin hiç olmadığı kişilerde mantıklı ve serbes bir şekilde düşünebilmektedirler. Tüm bu engellerin farkında kişi ne zaman varır, ve bu engelleri aşma ihtiyaçını ne zaman hisseder. Düşüncelerimiz üzerinde düşünmeye ne zaman gereksinim duyarız açaba ? Çoğu kişi kendini mutlu/değerli hissettiği bir yerde bulunuyor ve kendini değerli hissettiren düşünceleri/yeri/kişilerin doğruluğunu sorgulamıyor. Fakat, hayatın karmaşıklığını hisseden, çevresiyle çelişkilere düşen kişi, uyum ve kendi içinde dengesizlik/değersizlik hissini yaşayan, rahatsızlık duyan kişi, hayatını belli bir düzene koymak ve çevresini anlamak/anlamlandırmak için olayları incelemeye başlar, insan oğlu belirsizlikten hoşlanmaz, çevresini anlamak ve kendini çevresindekilere anlatmak ister. İnsanı asıl düşünmeye, yoğun düşünceye iten veya intihara sürükleyen bir süreci açmaya çalışaçağım, İnsanı bir düşüncesi üzerinde ilerici/protest/devrimci/karşıt düşünmeye iten, o davranışı/düşüncesi sonunda gördüğü zarardır, bir köleyi efendisine başkaldırmaya iten ne ise, kişinin de kendisine verdiği zarar sonucunda kendisine başkaldırışı aynı nedendir. Artık son noktaya gelmiştir, artık o zararlar sonucunda uğradığı kaygılar/başarısızlıklar/hep aynı yerde tepinmeler/ondan bu durum içinde bulunmanın çok şeyleri götürdüğü hissinde, kişi bu durumu aşması için cesaret edemediği şeyi aşaçak cesareti düşünmez artık, bu davranışı yapmadığında artık kendini bir hiç gibi hissetmeye başlar işte bu noktaya gelen kişinin iki yolu vardır, ya intihar ya da başkaldırı. Şimdi burada intihar ve başkaldırıyı açmalıyım. İntihar şöyle acayım, intihar hayatı sonlandırma şeklinde olabilir, intihar bir olaya karşı verilen bir tepki şeklidir veya intiharı şöylede düşünebiliriz, kendini avutacak sahte üstünlüklere/ün arayışına girmek, hayatı kadere, tesadüflere bağlamak, kendini oyalayacak şeylerle uğraşmaya çalışmak, bu durumu düşünememeye çalışmak. Bu saydığım durumlarda kendi hayatını belirlemekten vazgecer kişi bu da bir nevi intihardır. Başkaldırıyı ise şöyle açayım, Kişi ilk başta kendi durumundan rahatsızlık duyar, kendine durumuna başkaldırır -kendini sorgular, geçmişindeki düşüncelerini sorgular, kendi üzerinde analizler yapar-. Hayatının anlamsızlığına karşı bir diyeçeği vardır artık -Hayatı nasıl algılaması gerektiği üzerine düşünmeye başlar, hayata nasıl bakmalı, hayatı gerçekçi şekilde nasıl algılamak gerek üzerine düşünmeye başlar- Hayır artık yeter der. İnsan doğumdan itibaren kelimelere verdiği anlamlar ile edindiği bilgi birikimi ve gözlemler sonucunda kendi algı dünyasını oluşturuyor, bu algı dünyasına göre olayları değerlendirmeye başlıyor, alıgmıza göre gözlemlerimizi değerlendirmekten vazgeçme hali vardır, sistematik/önemli düşünce sonucunda ki gözlemlerimizle olayları değerlendirme vardır. Hayır demeden önceki tüm dünyasına hayırdır, dünyası alt üst olur artık, değer verdikleri artık değerli değildir, kişi neyi nasıl değerlendireçeğini de bilemez artık, onu var eden değerlere hayır der. Kısaca algı dünyasına hayır der kişi, algı dünyasını nasıl oluşturduğu üzerine durur. Kavramlara verdiği anlamları sorgulamaya, varsayımlar sonucunda yaptığı çıkarısamaları sorgular, varsayımlarına bakmaya başlar. Düşünsel olarak başkıldırıdır bu, artık kendi hayatını kendi kuraçaktır. Şu durumu merak ediyorum, bir erkek çocuk küçüklüğünde anne ve babanın şiddet olaylarına tanık olmuş ve bu çocuğun daha küçük yaşlarda anlamakta zorluk çektiği durumlarla karşılaşması sonucunda güven eksikliği ve kaygı/titreme oluşmuş. Hemen onu yargılayaçakları, kötüleyeçekleri düşüncesi oluşmuş. Güven eksikliği sonucu kendini savunamaz durumuna düşmüş, yaşadığı kaygı/titreme sonucunda da, kendi benliğini korumak için -kaygıyı/titremeyi azaltmak için- savunma düzenleri geliştirmiştir - bu çocuk 13 yaşlarında olmasına rağmen, okulundaki sınıfında ve aile çevresindeki kişilerin yanında hiçbir kelime konuşmuyor -ancak çok güven duyduğu kişilerin yanında konuşuyor- ve kendisi şunu söylüyor ben de konuşmak istiyorum ama içimde birşeyse konuşturmuyor beni diyor. Bu çocuk benim yukarıdaki devrimci sorgulama dediğim sorgulamayı intiharı seçmeyerek ne zaman protest/devrimci düşünceyi yapar. Benim farkına vardığım gibi kendi durumunun farkına varırmı, veya ben fark ettirebilirmiyim. Bilişsel olarak kendine müdahale edebilirmi. Yeni düşünceleri ile yaptığı eylemler sonucunda kendini iyileştirebilir mi ?. Ben şunu çok iyi biliyorum ki nevrotik/evhamlı hastalarda kişiler istemedikleri/kendine mantıklı gelmeyen davranışlar veya düşünceleri bile istemediği halde kendini durduramıyor özellikle kaygı durumları yükseldiğinde. Hanki mantıklı sorular sayesinde, en sağlıklı düşünce kurulabilir. Bir hayal dünyasına girmiş isek bu hayal dünyasından nasıl çıkabiliriz. Yazının burasından sonra daha çok kritik/önemli/eleştirel düşünce üzerinde duraçağım. Düşünceleri üzerine düşünmeye başlayaçak kişinin en başta karşılaştığı en büyük engel, daha önce edindiği düşüncelerdir. Sonra edindiği yeni düşünceleri hemen kabul etmesidir, nasıl düşüneceğini bilmez -bilgi alma konusunda eski alışkanlıklarını devam ettirir, bilgi almanın düşünmek olduğunu sanır, bilgi yüklü olmanın düşünmek olduğunu sanır, düşünce tembelliğini kolay atamaz, bir konu üzerine uzun süre odaklanamaz- Düşünmek bir sürectir, düşünmek bir izi takip etmek gibidir, düşünmek kelimelerle yer kapmaca oynamaktır, kelimelere anlamlar yükleyerek bir konuya bütünsel bakma cabasıdır. Düşünmek kelimeleri zincirleme şeklinde bir birine bağlamaktır. Düşünmek akla uydurmaları yapmamaktır. Hiçbir inança, ideolojiye, bir güçe bağlanmadan, kendi değerlerine bağlanmadan, Hiçbir şeye bağımlılık göstermeden, neyi kaybedeçeğini düşünmeden serbestce iz takip etmektir Bir düşünceyi oluşturuken nelerden etkilendim, etki altında kaldığım bi güç varmı, bu konu hakkında elde ettiğim bilgilere nasıl ulaştım, bu düşüncemi oluştururken eksik bıraktığım bir nokta varmı, çeşitli bölümlerin bakış açılarıyla konuya yaklaştım mı. bu düşüncemin temelinde hangi varsayımlar yatmakta, bu düşüncem sonucunda hangi sonuçlara varırım, bu düşüncemi oluşturuken bu düşünceye alternatif düşünceler üzerinde hiçbir değerlendirme yaptımmı, hangi bağlam içinde bu düşüncemi oluşturdum. Bu düşüncemin oluşmasında etkili olan kavramlar üzerinde ne kadar düşündüm. Kendi düşüncelerini oluşturmak, sıfırdan bir ev yapmaya benzer. Bir ev yaparken ilk başta arsa araştırması yaparsın -bu düşüncemi hangi zemine oturtayım, bu oluşturduğum zemin sağlammıdır, bu zemin üzerine düşüncelerini oluşturan kişilerin, bu oluşturdukları düşünceleri sonuçları nasıl olmuştur. Mesela bazı kişiler düşüncelerinin zeminine insanı alır. Bazıları ise doğayı, bazıları ise başka şeyleri... ve bu zemin üzerinde düşüncelerini oluşturmaya başlar-. Arsa yerini belirledikten sonra, bu zemine uygun taş, çimento, demir, tuğla araştırmaya başlar - kişinin fikirlerini oluşturacak gözlemlere girer, bu bilgiyimi alsam diğer bilgiyemi yönelsem, bu bilgi buraya otururmu, birinci el bilgimi yoksa, iyi elekten geçmemişmi, sağlamlığı test edilmişmi, yoksa teorik bir bilgimi, hangi bilgi benim amacıma en iyi ulaşmamı sağlar...- bunların araştırmasını yaptıktıtan sonra bu malzemelere ulaşılabiliyorsa, evin yerleşim planını yapmaya başlarız, tasarımını, kaç kat yapılaçağı,-Bir konu hakkında araştırma yaparken bu araştırmamızı bir hipotez cercevesinde, araştırma planını yaparız, araştırmanın sınırlarını çizeriz, nereye kadar açılacağız...- Malzemeler hazır, planda hazır olduktan sonra artık malzemeleri harmanlayıp plana göre binayı inşaa etmeye başlarız -sağlıklı bir zihin ile ve sağlıklı mantık yürütmeler ile malzemeleri plana uydurmaya başlarız- inşaat bittikten sonra iç düzgüye geceriz -düşüncelerimize son şekli verme aşaması, düşünceleri yeniden gözden geçirme, varılan sonuçların bizi neye götüreçeğini düşünürüz.- Ev birçok aşamadan sonra tamamlandı, işte bu evi ben yaptım demek var, evin yapılışının her aşamasında bulunduk, adeta tırnaklarıya kuyu kazıldı. Bu evin her aşamasında bulunan kişi için bu ev değerli olur -düşüncemizi kendimiz oluşturmuş isek, bizim için hayatımızda o kadar yer kaplar, o kadar önemli ve değerlidir- evimizi oluşturan tüm bileşenleri biliriz -kendi düşüncemizi oluşturduk isek düşüncemizin tüm bileşenlerini biliriz-. Bir kişi kendi düşüncesini oluşturmadığı halde, düşünürün uzun süreçlerden sonra oluşturduğu çıkarımları alıp söylemesi -beylik laflar etmesi- kişiye uzun sürede Bir şey kazandırmadığı gibi onu daha da düşünce tembeli yapar -evin Hiçbir aşamasında çalışmayan kişi, evi ben yaptım demesi gibi bir şey, kendi hayatını değil bir başkasın hayatını yaşar. Evi kendi can güvenliğimiz için sağlam yapmak gerek, günlük çıkarlar, bazı menfaatler uğruna evi cürük zemine yapmamak ve 9 şiddetinde depreme, tüm doğal afetlere dayanıklı yapmak gerek – düşüncelerimizide en sağlam zemine oturtmaya bakmak gerek, günlük çıkarlar uğruna girmemek gerek, düşünce tembelli yapmadan düşüncelerimizi oluşturmak gerek. Bir düşünceyi bir çok olasılık karşısında deneyerek oluştrumak gerek, yoksa dar bir alanda deneyerek oluşturduğumuz düşünce diğer bir ortama girdiğinde hemen çökmesin/9 şiddetinde depreme dayanıklı olsun.- tabi şunu unutmamak gerek, geçmişte öyle sağlam düşünceler çöküp gittiki, oluşturduğumuz düşünceleri de körü körüne bağlı kalmamalıyız, bizim için ne kadar da değerli olsalar, çok tutarlı dediğimiz düşünceler üzerinde ki düşünceleri bile zamanla düşünmeliyiz - ara ara eve bakım gerek -
  15. duran

    Güvenlik üzerine – Ne zaman güvenli bir ülke oluruz- Güvenliğe farklı boyutlardan bakmaya çalıştım, güvenlik önemli bir insani ihtiyaç, toplum ve ulusun devamı için çok önemli bir gereksinme. Güvenlik ile alakalı olduğunu düşündüğüm bazı konulara değinmeye çalıştım; kişilik yapısı, eğitim, iktisad, insan hakları ve eşitlik, adalet, hukuk, kamu yönetimi, sosyal yapı ile ilgili görüşlerimi yazdım. Savunma ve askeri alana dağir pek bilgim yok -askeri ve savunma alanına dağir açıklama getirmek iyi olurdu-. Her insanın bir anlamlandırma sistemi vardır bu anlamlandırma sistemi içinde, İnsanı, hayatı ve dünyayı kendi anlamlandırma sistemleri içinde anlamlandırıyorlar, doğum, ölüm, gibi kelimelere anlam yüklüyorlar. Mesela bir anlamlandırma sistemi, insan kendini geliştiribelir diyorken bir diyeri insan ançak belli kalıplar içinde gelişebilir diyor, her kültürün'de dünyayı ve çevresini anlamlandırma sistemi vardır. Bazı zihniyetlerin hayata verdikleri anlamlar, dünyayı algılayış şekilleri kargaşa ortamı yaratıyor, mesela dogmatik zihniyetler, komplocu zihniyet, feodal zihniyetler gibi. Dogmatik zihniyet tüm eleştirilere kulaklarını tıkar, sadece kendi yandaşlarını dinler, planları programları kendi düşüncesindeki kişilerle paylaşımda bulunur gerçek muhattapları ile konuşmaz, kendi gibi düşünmeyenleri hemen kötüler, yok etmek ister. Komplocu zihniyet ise her yerde komplo arar, başarısız olduğu yerde bir komploya kurban gittiğini söyler, bu kişiler korkak ve paranoyaktırlar, kriz anlarında bu komplocu zihniyet daha da alevleniyor. Feodal zihniyette erkek egemen bir yapı, kadının ikinci sınıf olduğu bir yapı vardır, eğitime, bilgiye, yeteneğe önem verilmez, yaş daha önemlidir, bu kişi bunamış olsa dahi, bu kişinin söyledikleri kişi üzerinde ve toplumda bu kişinin sözü geçerlidir. Ailede, okulda, gruplarda, ülkelerde bu zihniyetlerin yaygın olması o ortama kargaşa, şiddet, ayrımcılık, nefret getirmekte ve güvenli bir ortam oluşamamaktadır. Korku ve kaygılarını en aza indirmiş bireyler ve toplumlar sağlıklı bir ruh yapısı içinde olabiliyorlar, ruh sağlığı yerinde bir insan, kişiliğini sağlıklı bir şekilde oluşturabiliyor. Bağnazlıktan temizlemiş, anlamsız önyargıların, kalıpyargıların içine girmemiş kişiler ve toplumlar özgür düşünebiliyor, özgür düşünen birey sorgulaya biliyor, eleştirebiliyor, söz söyleye biliyor, ailedeki, toplumdaki, okuldaki eğitim bu yönde ilerlemeli. Okuldaki eğitim malumat yüklü, ezberci olmaktan uzaklaşmalı, sorgulayan, eleştirel düşünme yeteneği geliştirilmeli, sorumluluk bilinci artırılmalı. Adalet, eşitlik, dürüstlük, sevgi gibi değerleri en üst değerler olarak benimsemiş kişilerin yaygın olduğu toplumlar daha az güvenlik endişesi yaşıyor. Çeşitli ülkeleri, haritaları incelediğimde, inceleyenlerin yazılarını okudumda bir Ulusun oluşumunu belirleyen ve bir arada tutan etkenlerin ne ırkı, ne dili, ne dini/mezhepi, ne çoğrafi özellikleri, hatta ne aynı toprak parçasıdır. Bir de başka ulusun karşıtlığına dayandırılarak ulus oluşturulmamalı. Ulusun oluşumu akla, mantıklı düşünceye, adalete, eşitle dayandırılmalı, böyle bir oluşumda insani ihtiyaçların karşılanması daha kolay oluyor, böyle oluşturulan ulusların birlik ve beraberlik sağlaması ve güven içinde yaşamlarını sürdürmeleri daha olası gibi. İnsanın uzun süre belirsizlik içinde kalmaya katlanamadığı için çoğunlukla insan karşısındaki kişiyi, olayları hemen tanımlama durumuna girmekte, belkide böyle tanımlayarak kendini güvende hissetmesini sağlıyor, ama böyle hemen sorgulanmadan alınan bilginin kalıpyargıya dönüşme olasılığı vardır, kalıpyargıların hoşgörüyü engellediği, ırksal ayrışmalara neden olduğunu, ötekileştirme söyleminin artırdığını düşünüyorum, güvensiz ortamlarda kalıpyargılar artmakta. Gerginlik anlarından sonra birliği sağlamak için oluşturulan önyargılar, kalıpyargılar ve ırk temelli üzerine oluşturulan birlik anlayışları uzun sürede ayrışmalara neden olmaktadır. Kesinlikle Tarih tarafsız bir şekilde yorumlanmalı, yanlış yorumlanmamalı. Bir toplumun bir soruna karşı ortaya koydukları çözüm yolları zamanla o toplumun kültürünü oluşturur, bu soruna koyulan çözüm yolları zamanla işlevsiz hale gelebilir, toplum sağlıklı olmadığında geliştirilen bir çözüm yolu olabilir. Bir ulus bir ulusun topraklarında kanunsuzlukla iş yapmak için bulunmamalı, bu benim ulusumdan bir kişi veya kurum olsa bile bu kişiyi ve kurumu engellemeye çalışmak gerek, hele bir kurum maddi yardımdır falan filanla kendi mezhebini, inançını yaymak için bir ulusa sözde yardımda bulunarak orada egemenlik kurmak için bulunmamalı, bir ulusu az gelişmiş olarak tanımlamamalıdır. Bir ülke bir toplumu evrensellik iddiası ile o toplumu eritmeye kalkmamalı, böyle davranışlar savaşların nedenleri olmaktadır. Devletin varlığının anlaşılması, kurumların tanınması her yurtaşın görevi olmalı, kurumların işleyişi bir biriyle bağlantısı bilinmeli, yurttaş kendi haklarını bilmeli ve haklarında yaşanan sıkıntıları nasıl aşabilirin yollarını araştırmalı, yaşadığı ülkenin kurumsal işleyişini bilmeli ve haklarına tecavüz edildiğinde nereye gideçeğini bilmeli. Çevresini tanıyan kişiler kendilerini daha çok güvende hissetmekte. Kurumların sorunlarının farkında olarak kurumlara eleştirilerimizi yöneltmeliyiz, sorunun değil çözümün bir yerine adapte olarak kurumu iyileştirmeliyiz. Gördüğüm kadarıyla aileden başlayarak, kurumlara kadar yaşanan korkular, baskılar sonucunda kişi sıkılkan, çekingen kendi hakkını arayamaz bir hal içine girebiliyor, birde şöyle bir durum gördüm sorunlarımızı ne şekilde aşaçağımızı bilememek ve sonuçta aşamamak kişileri olaylara karşı duyarsız hale getiriyor. Şöyle bir durumda var, çoğunluk bir sorunu olduğunda hangi devlet kurumuna baş vuracağını bilmemekte, şikayetçi olduğu birçok konuda, veya şöyle niye yapılmıyor ki diye söylendiği bir çok konuda aslında kamuda veya özerk kurumlarda azınlık bir grup olsa bile o alanda çalışmalar oluyor bence. Alınan güzel kararlar, kurumlar içinde yaşanan görüş ayrılıkları nedeniyle, bireysel çıkarlar için kurumun çalışmaları yok sayılmakta, kurumların etkin bir şekilde işleyişini engellemkte. Alınan sonuçlar uygulamakta geçikmekte, işlerlik kazanamamakta, kurumlara olan güven sarsılmakta. Toplumun, devletin hareketli yapısı düşünülerek gerekli hukuki düzenlemeler zamanında yapılmalıdır. Güvenliğin olmadığı yerde ise hukuksal düzenlemeler zamanında yapılamıyor. Devlet hangi hal içinde bulunuyorsa hukuki değerlendirmeleri ona göre yapmalıyız, olağanüstü hal ise olağanüstü hal kanunlarına bakarak ona göre hukuk dışı bir uygulamanın olup olmadığına bakmalıyız, normal zamanda normal kanunlara bakmalıyız. Kamu düzeni, kamu sağlı, kamu ahlakını bozucu durumlar göz önüne alınarak hakların kullanılmasında demokratik toplum düzeni göz önüne alınarak sınırlandırmalar olabilir, bu sınırlandırmalar toplumun düzeni için gereklidir, Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz. Eşitlik ilkesini değerlendirilirken, aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulur. Güvenliğin olmadığı yerde adaletin sağlanması çok zordur, insan onuruna yaraşır bir hayat sürmek, insan ihtiyaçlarının karşılanması çok zorlaşmaktadır. Sosyal ve ekonomik hakların karşılanmadığı yerlerde kişinin siyasal haklarını tam anlamıyla etkin olarak kullanması çok zorlaşmaktadır, Siyasal, sosyal ve ekonomik hakların tüm yurttaşlar tarafından eşit şekilde kullanıldığında her alanda en ideal eşitliğe kavuşulaçaktır herhalde. Yurtaşların unutmaması gereken bir meselede, birçok hak için geçerli olan bir durum da bir hakkın kullanılması ile birlikte bir ödev de bereberinde gelmekte. Her konuda iyi bir veri akışının sağlanmadı ve kamu yönetiminde denetim mekanizmasını kurmadan, kamu organları tarafından yapılan işlerin boşa çıkma, çıkar gruplarına haksız çıkar sağlamasına neden olabilir, bu boşa çıkan işlerin ve haksız çıkarında, kamuyu zarara uğratmakta ve haksız çıkarlarda halkın devlete karşı güvenini sarsmakta, kamu içindeki haksız çıkarlar ise halkın devletine karşı duyarsızlaşmasına yol açmakta. Denetimin eksik yapılandığı alanda iyi bir planlama yapılamamakta, denetim eksik olduğunda devletin tanımış olduğu teşvikleri, muafiyet ve istisnaları gerçek amacı dışında kullanma durumu ortaya çıkabilir, kayıt dışı çalışmak/çalıştırmak, karapara işi yapan ve aklayan'lar denetim eksikliğinden yararlanmaktadırlar. İyi bir yurttaş olarak yaptığımız maddi yardımlarımızın yerine ulaşıp ulaşmadığının denetimini yapmalıyız, yaptığımız yardımlarla karşı tarafı etkilemeye çalışmadan yapmalıyızdır. Bilgi edinme hakkımızı kullanmalıyız. Haberin kaynağını araştırmadan hemen ortalığı ayaklandırmamak gerekli, haberi kaynağından doğrulatmalı, bilgi sahibi olmadığımız konu hakkında bilimsel kurumlardan bilgi almalı, Türkiye Bilimler Akademisi, üniversite dergilerinden, meslek'te uzmanlaşmış meslek odaları gibi kurumlardan bilgi almaya özen göstermeliyiz. Her meslekte meslek edinme aşamaları, meslekte yükselme, atama işlemleri özerk bir şekilde kurumsallaşarak yapılmalı, mesleğin bugünkü ve geleçekte değerini şuan mesleklerini içra edenler belirliyor, meslek etiğini benimsemiş ve savunan meslek adayları artırılmalı. Meseleklerde uzmanlaşmaya gidilerek, meslek mensupları toplumsal çıkarları bireysel çıkarlara tercih edmelidir. Personel sistemi iyi işletilmeli, görev, yetki ve sorumluluklar iyi dağıtılmalı. Hak etmediği vasıfları almaya kalkışan bir kişi, kendine kaldırması ağır olan bir sorumluluk almış olur, yetki sınırlarını bilemez, şiddet uygulayabilir, sorumluluk almaktan kaçınır, diye düşünüyorum. Hemşehriciliği kamu hizmetlerinde kendine öncelik sağlamak için yapanlar bencildir, bencillik sürekliliği getirmez, sürekliğin olmadığını gören kişi kendini güvende hissedemez, güvenliği hep yanlış yerlerde arar. Kendim için istediğimi senin için de kendime istediğim gibi istiyorum, yani bu ikisini kapsayan bizim için istiyorum anlayışı olduğunda düzen daha iyi sağlanabiliyor. Hakimlerimizin bağımsız, tarafsız olması, herkesin yararınadır. Savcılık ve polis'e delil toplama işi için yardımcı olmalıyız, delil toplama aşamaları iyi işlemez ise soruşturma aşaması iyi işlememekte, böyle olduğunda devlete güven eksikliği doğuyor. Adalet duygusu sarsılmakta. Güvenliğin olmadığı yerde ayrışmalar, kopuklukların baş göstermesi beklenmelidir. Güvenlik anlayışı her ailede farklıdır, erkeğin veya kadın'ın eşitini, fiziki, psikolojik, ekonomik, sosyal şiddet uyguladığında, sindirmek için kısıtlamaların yapıldığı bir toplumda, çocukların okula gönderilmediği, kız-erkek ayrımcılığın yapıldı, kadın erkek ilişkilerinin koparıldığı, engellendiği, kısıtlandığı, gelinin dışlandığı ortam güvenli olmaz, kısaca eşit ilişkilerin dışındaki ilişkiler güvensizlik yaratmakta böyle sorunların yaşandığı ilişkilerde örgütlenememe, birlikte hareket edememe sorunu doğuyor. Suçun yaşandığı ortamda maddi hasar meydana gelmekte, suç esnasında birde suçun ortadan kalkmasından sonra insanlarda suç korkusu yaşanmakta bu yaşanan suç korkusu maddi hasardan çok daha fazla bireye ve topluma zarar vermekte, güven bunalımı yaşanmakta, bireyi kendi içine dönük yaşamasına neden olabilmekte, insanlar arası bağları zayıflatabilmekte, böyle durumda suç daha kolay yayılabileçek zemin bulmaktadır. İktisadi düzenin oluşması, gelişmenin, kalkınmanın gerçekleşebilmesi için güvenlik en temel şarttır. Ekonomik kriszlerin sıklıkla meydana gelmesi iktisadi olarak belirsizlikleri artırmakta, emek güçünü olumsuz etkilemekte. Gelir ve servet dağılımında oluşan bozukluklar sonucunda yoksulluk, yolsuzluklar artmakta, bu gibi durumlarda ulus kelimesine yüklenen anlamlar yeniden tartışılmaya başlanmaktadır. İç ve dış borç yükünün fazla olması, iktisadi alanda yaşanan olumsuzluklar ulusal güvenliği tehdit etmektedir. Mezhepler Kuran'ı Kerim ile bağdaştırılamaz, her mezhep benim dediğim doğru diyor, Kuran'ı Kerim bir tane olduğuna göre bir doğru vardır. Mezhepler en büyük ayrılıkları getirmekte, çatışmalar doğurmakta, güvenliği uzun yıllar bozmaktadır. Devletin her dine eşit şekilde yaklaştığı, siyasetin din üzerinde baskı araçı olarak kullanılmadığı ortamlarda insanlar yaratılışını, yaratanını daha iyi tanımakta.Laiklikten rahatsız olanlar, laikliğin baskı ve çıkar odaklarından uzak bir ortamda bireylere yaratılışını en iyi tanıma ortamı sağladığının farkındalarmı açaba. "Ne Mutlu Türküm" diyemeyen, bu sözün ırk ile alakası olmadığını biliyormu açaba, Atatürk milliyetciliğinden haberdarlarmı açaba. Bu anlayışlar yıllarca şiddet ortamı yarattı. Duran Aydoğmuş
×
×
  • Create New...